BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla dün Washington’da başlayan ve dünyanın en büyük yirmi ekonomisini bir araya getirdiği için "G-20" olarak adlandırılan zirve toplantısından dişe dokunur bir şey çıkacak mı?
Doğrusu, pek ihtimal vermiyorum.
Küresel krizden dolayı "bıçağın kemiye dayanmasına" rağmen, yine de vermiyorum.
***
ÇÜNKÜ en önce, "patron" durumundaki ABD şu an bir geçiş dönemindedir.
Başka bir deyişle, Barack Obama’nın görevi George W. Bush’tan resmen devralacağı 20 Ocak tarihine; háttá, yeni yönetimim az biraz "oturaklaşmaya" başlayacağı bahar aylarına kadar, Washington’un mali ve iktisadi politikaları net bir berraklık kazanamaz.
Nitekim, kendisini temsil ettirmek için biri Cumhuriyetçi, diğeri Demokrat iki ayrı şahsiyet seçen aynı Obama, toplantıya katılmayacaktır.
Kaldı ki, selef Bush dün yaptığı konuşmada "yükselmekte olan ülkeler daha çok söz sahibi olabilmeli" diyerek az biraz alttan alsa dahi, esas olarak eski tutumunu tekrarlamıştır.
"Yegáne çare"nin hálá, her türlü devlet müdahelesinden uzak serbest piyasa ekonomisi olduğunu tekrar vurgulamıştır.
Oysa, müstakbel Beyaz Saray kiracısının hem bu ultra-liberal yaklaşıma mesafeli baktığı, hem de Avrupa’ya yakın durmak istediği bir sır değildir.
***
O Avrupa ki, aslında kendisi de henüz dört başı mamur bir siyaset saptayamamıştır.
Kabul, dönem başkanı sıfatıyla Washington’da AB adına konuşacak olan Fransız lider Nicolas Sarkozy daha müdahaleci ve daha iradeci mali politikaların avukatlığını yapacaktır.
İngiltere dahil, Yaşlı Kıta şimdilik "bütünleştiği" izlenimini vermektedir.
Ama buna rağmen, Brüksel’in de krize reçete olacak sunacağı net bir planı yoktur.
Dolayısıyla, ABD başkentine uçmadan önce dün aynı Sarkozy’yle Nice’de buluşan Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev’in "G-20 zirvesinde Avrupa’yla ortak telden çalacağız" demesi, daha ziyade Birleşik Devletler’in "damarına basmak" için söylenmiş bir sözdür.
***
ÖYLE, çünkü söz konusu Rusya aynı zamanda, Çin ve Brezilya’yla birlikte hareket edeceğini açıklamaktadır.
Oysa örneğin o Brezilya, "G-20" doruk toplantısında ana noktayı oluşturacak olan ve IMF ve Dünya Bankası’nın yeniden yapılandırılmasını öngören maddede, Yaşlı Kıta’nın asla kabullenemeyeceği bir formülü savunarak, AB’nin bura organlarında tek oyla yetinmesini istemektedir.
Moskova’nın hem birini, hem diğerini sahiplenmesi mantıken mümkün değildir.
600 milyar dolar gibi muazzam bir rakkamla "krizden çıkış" programı sunmuş olan ve ABD’nin kamu borcunu finanse eden Çin ise bütün belágatine rağmen, bu aşamada esas olarak "bekle - gör" diplomasisi uygulamak eğilimindedir.
Biraz "Noel baba" gibi davranan Japonya’nın tam zirve arifesinde IMF’nin emrine 100 milyar dolar tahsis etmesi de hiç şüphesiz olumlu bir gelişmedir ama, böyle bir tahsisatın iktisadi buhrandan en çok etkilenen ülkelere yeterli olması imkansızdır.
Çünkü yaşanan küresel kriz kö-k-l-ü-d-ü-r ve çarelerin de aynı ölçüde k-ö-k-l-ü; yani söz konusu IMF başta, 2. Dünya Savaşı ertesinden miras uluslararası finans kurumlarını radikal biçimde dönüştürecek bir içerikte olması gerekmektedir.
Ve, yanılıyor olmayı temenni ederim ama, yukarıda sıraladığım nedenlerden dolayı, bugün başlayan "G-20" zirvesinin o "kök"e inebilmesi çok, ama pek çok zor görünmektedir.