23 Aralık 2008
BAŞLIKTAKİ harikuláde deyimi Semih İdiz’den ödünç aldım.<br><br>Zira "Milliyet" yazarı dünkü makalesinde, CHP İzmir milletvekili Canan Arıtman’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e nefret ırkçılığı kusması karşısında, aynı parti genel başkanı Deniz Baykal’ın iki arada bir derede tutum takınmasını "uygarlık açığı" olarak tanımladı. Çünkü malûm, Baykal önceki günkü olağanüstü Kurultay’da konuyu dostlar alışverişte görsün kabilinden bir değinmeyle geçiştirdi. Suya sabuna dokunmaktan kaçındı.
Bırakın iki küpesinden tutulup Arıtman’ın ihraç edilmesini falan, kendisi iki dudağını bir araya getirip, şöyle biraz dişe dokunur bir kınama ifade etmeye dahi tenezzül buyurmadı.
"Bizim için kimsenin dini ve kökeni önemli değildir" diye yuvarladı ve de nokta!
***
ŞİMDİ düşünün ki, adı geçen parti kendisinin "sol" (!) olduğunu iddia etmektedir.
Yani CHP, deyimin Fransızca lügate girdiği 28 Ağustos 1789 gününden beri, "hümanizma" denilen insaniyetçilik ve de tabii ki özgürlükçülük, eşitlikçilik, kardeşçilik gibi evrensel değerlerle bütünleştiği varsayılan bir kavramı kullanmaktadır.
Ama aynı CHP’nin hanım milletvekili öz be öz kendi Cumhurbaşkanı’nı töhmet altında bırakabilmek için, onun "Ermeni kökenden" (!) indiği iftiracılığından medet ummaktadır.
Öyle ki, ilk ırkçı teorisyenlerden Gobineau’nun ve Taine’nin; sonra onlardan aldıkları ilhamla, yurttaşlarına en az dört kuşak öncesine uzanan bir "arilik belgesi" (!) şartını koşan Nazilerin izinden yürüyerek, "ana tarafından araştırılsın" (!) çirkefliğine başvurmaktadır.
Ve, söz konusu parti aynı zamanda, "uluslararası" anlamına gelen "enternasyonal" kelimesinin tabeláda en başa konduğu bir sosyalist kuruluşun üyesi bulunmaktadır.
***
OYSA, ağza bir parmak bal çalan bu göstermelik manzaraya rağmen, işte aynı CHP’nin lideri Baykal, kafatasçı ve saf kancı üyesini derhal ihraç etmek yerine, láfı yuvarlıyor.
Böyle bir "aşağıdan alma" karşısında daha da cesaretlenen Arıtman ise dozu yükseltiyor ve bir üst perdeden celálleniyor. Nedámet getirmek ne kelime, meydan okuyor.
"Beni eleştirenler içimizdeki diasporadır" diye "posta koyuyor" (!).
Eminim ki, o 1789 tarihinden beri geçen 219 yıl boyunca hiçbir kitle partisi "sol" kavramı dünyanın hiçbir yerinde böylesine ayağa düşürmedi ve böylesine tahrif etmedi.
Zaten İdiz’in "uygarlık açığı" dediği şey de işte tam buraya odaklanıyor.
***
BURAYA odaklanıyor, zira CHP’nin yansıttığı manzara hiç de istisna oluşturmuyor.
Onun "uygarlık açığı" aslında bütün bir toplumun "uygarlık açığı"nı ele veriyor.
Şöyle ki, eğer Deniz Baykal ırkçı milletvekili karşısında "aşağıdan almak" zorunda kaldıysa, bu, kaçın kurası politikacının o toplumun nabzını tutuyor olmasından kaynaklandı.
Yani, "hoşgörü" edebiyatına rağmen Arıtman tarafından temsil edilen zihniyetin ne denli kökleşmiş olduğunu bildiği içindir ki, "ayağını denk atmak" ihtiyacını hissetti.
Çünkü, Ermenileri aşağılayan tekerlemelerle büyüyen; hakem protestosunda "Yasin’lerle çıktık yola, Ogün’leri unutma" diye bağıran ve 1915 Tehcir’i için özür dilenmesini de "vatan hainliği" (!) ilán eden genel toplumsal ruhiyat, hiç şüphesiz ki, diğer toplumların evrensel değerleriyle kendi yerel değerleri arasında derin ve bariz bir "uygarlık açığı" olduğunu ortaya koyuyor.
Her taşın altında "Sabetayist" (!) arayan ve keşfeden bir zavallılıkla bütünleşiyor.
Dolayısıyla da, bütün "sol" değerlerin içine eden CHP’nin kafatasçı ve saf kancı üye barındırması, yukarıdaki durumun çok doğal ve aslında gayet detay bir uzantısını oluşturuyor.
Ve bilelim ki, genel "uygarlık açığı"nı kapatamadığımız müddetçe, heyhat, "Ermeni kökenli" (!) olmayı suç ve zül addeden ırkçı milletvekillerinin çenesini hiç kapatamayacağız.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2008
ORHAN Veli "hiçbir şeyden çekmedi dünyada, nasırdan çektiği kadar" der ya, ben de şu Türkçe’de "aydın" kelimesinden nefret ettiğim kadar başka sözcük yoktur diyeyim. Mümkün mertebe kullanmam. Hele hele, kendini böyle tanımlamayı zûl addederim.
En önce, kökenin bize çok yabancı bir Latinceye uzanması bir yana, Batı’da dahi altı üstü yüz küsur yıllık geçmişi olan ve Hıristiyan lûgatin laikleşmesinden doğan "entelektüel" terimine karşılık olarak "aydın"ı uydurmamız, başlıbaşına bir garabet oluşturuyor.
Bu, hiçbir şekilde aynı kavramsallığı yansıtmıyor. Anlamdaki birikimi hadım ediyor.
Ötesi, dilimizde "aydınlatmak" fiili var ki, zaten kelime oradan türetilmiş.
Dolayısıyla, "aydın" láfı daha telaffuz edildiği an, geri planda onun pırıldayan bir "fener" (!) olduğu ve kendisinin de "ışıldatmak" misyonuyla donandığı vehmi doğuyor.
Birisine "aydın" denildiği an ötekilerin karanlık olduğu çağrıştırılmış oluyor ki, eh Köy Enstitülü ve TÖS’lü öğretmenler hariç, insanların indinde antipati ve iticilik yaratıyor.
Peki de, "entelektüel"in gerçek karşılığı olduğunu varsayacağımız o "aydın" nedir?
***
MUTLAK cevabım yok! Oysa, Gramci’den Mannheim’eye, onca tanım biliyorum.
Fakat bunların hiçbiri yukarıdaki soruya doyurucu ve kesin bir yanıt getirmiyor.
Dolayısıyla, ben "entelektüel"in tarifini en önce, "kendisi için bilmek ihtirasıyla donanmış birey kişi" diye elástikleştirmiş olayım. Sonra da şunları ekleyeceğim.
"Aydın" çoğu defa belirli bir "huzursuzluk", háttá "melankoli"yle donanmıştır.
Huzursuzdur, çünkü o "bilmek ihtirası" ister istemez, kendi "ben"i de dahil, şeyleri ruhen, vicdanen ve mantıken "sorgulamak refleksi"ni kamçılar. Ebedi tatminsizlik yaşar.
Bu olgu ise, diyelim ki onu "muhalif kıvılcımlar"la teçhiz eder. Ancak buradaki "anti"lik illá her hangi bir iktidar karşısındaki organik veya beyinsel muhalefet değildir.
"Aydınlar" tabii ki iktidarlardan, egemenlerden, statükolardan da yana olabilirler.
Ama geri planda o muhalif sorgulayıcılıktan kıpırtılar kalır. İçsel sorgulama bitmez.
Artı, eğer yukarıdaki özellik ve hasletler kısmen mevcutsa, "entelektüel"lerin şu veya bu siyasi, felsefi, dini angajmana girmesi onların niteliğini değiştirmez.
"Aydın"ların faşisti de, komünisti de, nazisi de, teokratı da vardır ve olmuştur.
Zaten de sözü buraya getirmek istiyorum.
***
BURAYA getirmek istiyorum, çünkü Hasan Celál Güzel "Sizler aydınsanız, ben aydın değilim" başlığıyla "Radikal"de yayınladığı ve www.özürdiliyoruz.com adlı internet sitesinde 1915 Ermeni Tehciri için kişisel özür dileme kampanyası başlatmış olan insanları en seviyesiz ve en saldırgan uslupla hedef aldığı ve gösterdiği makalesini dün şöyle bitirdi:
"Bazı sütübozuklar, bu yazıdan sonra beni faşist ilan etmeye kalkışacaklardır".
Estağfurullah ama, hem öyle olsa ne farkeder ki?
Güzel zaten "sizler aydınsanız ben aydın değilim" demekle aslında sırf kendisinin ve kendisi gibi düşünenlerin "aydın" olduğuna, diğerlerinin ise olmadığına çoktan hükmemiş.
Dolayısıyla, "sütübozuklar"ın onu "faşist" ilán etmesi veya etmemesi anlam taşımaz.
Madem ki en totaliter, en egemen, en ceberrut ideolojilerden yana yapılan tercihler bile bazı hasletlere sahip insanların "entelektüel" niteliğini silmez, o halde ne değişecek?
Biraz tevazu gösterip "aydın benim" demeseydi dahi, "kendisi için bilmek" şevkiyle donandığı net ve açık olan bir Hasan Celál Güzel’in bu kimliği tabii ki inkár edilemez.
Ha, "aydın"larda ruhi, manevi, vicdáni ve etik diğer bir hasleti oluşturan o "muhalif huzursuzluk" sorgulamasından mı söz ediyorsanız? Bu, ancak bir beklentidir. Kaide değildir.
"Entelektüel" sonsuz çetrefil bir mahluktur ve pekala, ruhsuzluk, maneviyatsızlık, vicdansızlık ve etiksizlik karşısında huzurunu zerre kadar bozmayanlar da "aydın" olabilir.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2008
GEÇEN akşam televizyon "zappingliyordum", kanalların birisinde Tuncay Güney’in Türkiye’deyken yaşadığı mütevazı İstanbul mahallesine ilişkin bir röportaja rasladım. Hayır, buradan yola çıkarak "Ergenekon" davasındaki şaibeli şahsın mazisi üzerinde kalem oynatacak değilim. Hiç mi hiç yazı konuma girmiyor.
Zira esas dikkatimi çeken noktayı, programcının "off" sesle yaptığı yorum oluşturdu.
***
MEALEN aktarıyorum, sunucu söz konusu semtin ne denli yoksul olduğunu tasvir ederken, aşağı yukarı şu ifadeleri kullandı.
"Bu kenar mahalle insanlarının fakirliği sırf evlerin mütevazılığından değil, onların önüne park etmiş otomobillerin marka ve modellerinden de hemen anlaşılıyor".
Zaten de kamera bunu doğrulamak için o arabaların yakın plan çekimine geçti.
Ve, bu küçücük ve bu masumáne cümle aslında sonsuz iyimser şeyler yansıtmış oldu.
***
ÖYLE, çünkü programcının çok doğal biçimde ve gayet haklı olarak kıstas aldığı yoksulluk göstergesini, semtteki otomobillerin eski model ve ucuz marka olması oluşturuyor.
Başka bir deyişle, söz konusu taşıtların oradaki mevcudiyeti zaten üzerinde durulmayacak kadar sıradan bir olgudur ama, onların niceliği bir fukaralık yansımasıdır.
Bunun ne derin bir anlam taşıdığını fark edebiliyor muyuz?
Düşünün ki, biz daha düne kadar en külüstür "hususi"leri dahi "lüks" addeden bir toplumduk ve bugün çıtayı o "hususi"lerin model ve marka hiyerarşisine yükseltiyoruz.
Az buz şey mi? Burun kıvırmanın, mırın kırın etmenin alemi var mı?
Ebedi bir felaket tellallığı ve ezeli bir fakirlik edebiyatı gerçekle bağdaşıyor mu?
Hayır, zira bütün sosyal eşitsizliklere ve gelir dağılımındaki derin uçurumlara rağmen Türkiye öylesine devasa ve genel bir sıçrama gerçekleştirdi ki, bilinçaltımızdaki "ortalama refah" sınırını kenar mahallelerdeki vasıtaların tevellüdü ve kaporta arması belirler oldu.
***
NİTEKİM, "Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu"nun gerçekleştirdiği ve dünkü "Hürriyet"te "Şehirlerin Karnesi" başlığıyla yayınlanan anket de bunu doğruluyor.
Çünkü her şeyden önce, soruşturmanın kıstaslarını, kişi başına düşen ADSL abonesi; yüksek öğrenim diplomalı eleman oranı veya rekabet ve markalaşma düzeyi gibi, esas olarak "tüketim toplumları"na özgü kriterler oluşturuyor. Yani, çıta tekrar yukarı çekiliyor.
Oysa daha yine düne kadar, yukarıdaki ölçekleri kanalizasyona, hatta elektriğe ulaşan hane oranı; bebek ölümlerindeki yüzde; bilemediniz, doğal gaz şebekesi dağılımı belirliyordu.
Artı, söz konusu soruşturma eskiden "mahrumiyet bölgesi" addedilen pek çok taşra kentinin de şimdi son derece ciddi atılımlar yaptığını ortaya koyuyor.
Dolayısıyla, metropollerdeki "refah yığılımı" tedricen ülke sathına yayılmış oluyor.
Ve bu trend, genel zenginleşme eğilimin Türkiye’nin çok büyük ihtiyaç duyduğu iktisadi adem-i merkeziyetçiliğe de beraberinde taşıdığı anlamına geliyor.
***
EMİNİM ve yaşarsak beraber göreceğiz, yukarıdaki kurum veya onun bir benzeri bundan onbeş-yirmi yıl sonra yeni soruşturmalar gerçekleştirdiğinde, ülkemiz şehirlerindeki "hayat kalitesi"ni sırf yukarıdaki kıstaslara göre de belirlemeyecek.
Bunlara, bugün ancak çok sınırlı sayıdaki "sanayi ötesi toplumlar" için geçerli olan, kişi başına düşen yeşil saha metrekaresi; solunan temiz hava santimetrekübü; bilinen yabancı dil sayısı veya bisikletlere ayrılan özel yol kilometresi gibi en "lüks" ölçekleri de ekleyecek.
Ve, biz ki dün en hurda "hususi"leri bile "lüks" sayarken bugün fakirlik seviyesini o "hususi"lerin model ve markasıyla açıklıyoruz, bu yeni "lüks"e ulaşmamıza da ramak kaldı.
ÖZÜR: Dünkü yazımda basiretim bağlanıp "potin" yerine "potur" diye yazdığım için özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2008
O enfes "kelimebaz"lığıyla "Taraf"ta sözcüklerin cemaziyelevvelini soyup soğana çeviren Sevan Nişanyan’ın işine karışmak gibi olmasın ama, "pabuç" Farsça kökenlidir. Ama bunu sonra öğrendim. Uzun müddet, Arabiden indiğini sanmak gafletine düştüm.
Yanılgımın nedeni de şundan kaynaklanmıştı:
Frenkler, özellikle de Fransızlar, hayli manidar biçimde ve ikide bir, "babuş" derler.
Ben de hep düşündüm ki, bu deforme şekil o lûgate sömürgecilikle birlikte girmiştir.
Eh olur a, Napolyon’dan itibaren coğrafyasına tecavüz edilen Mağribi ahali "pabuç"a benzer bir ifade kullanıyordur da, terim oradan Voltaire lisanına arz-ı endám eylemiştir.
***
TABİİ neden sonra farkettim ki, yukarıdaki mantığım baştan sona kadar yanlıştır!
Be adam, o sömürgecilikten önce yazılmış ilk "oryantalist" seyyahları okumadın mı?
Káh bizim payitahtımızı, káh Acem diyarını ballandıra ballandıra anlatan onca kitapta da "babuş" ifadesi geçmiyor mu?
Bu takdirde, demek ki, kelimenin ne Mağrib’le, ne de kolonyalizmle ilişkisi olabilir.
Belli ki, Türki veya İrani álemlerden kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla, yukarıdaki olgu neden sonra akılsız başıma dank edince kökeni araştırmak ihtiyacını hissettim ve de sözcüğün Farsçadan indiğini nihayet öğrenmiş oldum.
***
TAMAM Farsçadan iniyor ama, yine de ayan beyan ortada ki biz bu kelimeyi hanidir ve hanidir kendimize maletmişiz. Hem de şöyle böyle değil, etle kemik gibi birleşmişiz.
Nitekim, epey unuttuklarım da çıkacaktır ama, şimdi aklıma ilk gelenleri sıralıyorum:
"Papucu dama atılmak?" "Pabuç bırakmamak?" "Pabucu ters giydirmek?" "Pabuç kadar dili olmak?" "Pabucu eline vermek?" "Pabucu pahalıya satmak?"
Say Allah say, deyimlerin sonu bir türlü gelmiyor.
Tabii bunlara bir de, başına her hangi bir isim getirildikten sonra "... pabucu yarım / Çık dışarı oynayalım" diye temposu tutulan çocuk tekerlemesini eklemek gerekir.
Sanıyorum ki, o Farsça dahil "pabuç"un bu kadar çok kullanıldığı diğer bir dil yoktur.
***
HER neyse, tabii ki anladınız, bütün bunları, Iraklı gazeteci Muntazır El Zeydi’nin yaradana sığınıp, Bağdat’taki basın toplantısı sırasında, anlı şanlı ABD Başkanı George Walker Bush’un kafasına pabuç fırlatmasından dolayı düşündüm.
Kabul, isabet etmedi ve Bush hiç beklenmedik bir bedeni ve ruhi atiklik gösterdi.
Hem başını eğerek hedef olmaktan kurtuldu; hem de "42 numaraydı" diye devam ederek gayet "spirituel" (!); háttá soğukkanlı İngilizler gibi "flegmatik" davrandı.
Ama hiç şüphesiz, bu "vukuat" modern tarihe yazılan ikinci "pabuç eylemi" oldu.
Evet evet, bunun bir de birincisi vardı ki, isterseniz onu da hatırlatayım.
***
EFENDİM, benim de "radyo günleri"nden hayal meyal anımsadığı bu ilk "pabuç eylemi"nin kahramanı, dönemin Sovyet lideri Nikita Kruşçov’tur.
1960 güzündeki BM oturumu sırasında Filipin delegesine çok kızmış ve ayağından poturunu çıkarttığı gibi, onu kürsüye vura vura "sus emperyalist uşak" diye tempo tutmuştu.
Sümerbank tipi Rus imálatından o pabuçun sarı olduğunu da hatırlıyorum ama, Bush’ un yaptığı türden bir açıklama gelmediği için, hazretin kaç numara giydiğini bilemeyeceğim.
Ve tabii yine aynı dönemde, tıpkı şimdiki Bağdat olayı ertesinde olduğu ve olacağı gibi, "Mister K" lákaplı sempatik Ukraynalının jesti haftalarca gündemden düşmemişti.
Lákin Kruşçov azledildi ve hem kendisinin, hem de skandalın "pabucu dama atıldı".
Eh, zaten "pabucu eline verilmiş" olan Bush’un vukuatı için de aynı şey geçerlidir.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2008
CUMARTESİ, kestirme olsun diye Galatasaray’dan Turnacıbaşı’na saptım ve Ağahamamı’na iniyorum ki, Yunan Konsolosluğu’nun önü vızır vızır Çevik Kuvvet kaynıyor. Sevincimden uçacaktım. Doğrusu, bir polislerin boynuna sarılmadığım kaldı!
Öyle, çünkü, eh aktüaliteyi az - çok takip ediyorum. Dolayısıyla, güvenlik birimlerinin bu defa oraya herhangi bir "kahrolsun palikarya" veya "Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır" nümayişi engellemek amacıyla konuşlandırılmadığını tabii ki anladım.
Aksine, belli ki ekipler Konsolosluk önüne, bizim anarşistlerin yahut "protest" eğilim taşıyan diğer gençlerin, Helen yaşıtlarıyla dayanışma gösterisini önlemek için yerleştirilmişler.
Ve, açıklamasına sonra geleceğim, bundan daha büyük bir mutluluk düşünülebilir mi?
***
ASLINA bakarsanız, böyle bir rüzgarın esmekte olduğunu salı günü sezinledimdi.
Zira sağda solda, üzerinde Atina polisi tarafından öldürülen Aleksis Grigopulos’un siyah - beyaz kontrastlı bir fotoğrafı bulunan ve üzerinde hiçbir örgüt imzası olmadan sadece, "Kardeşimsin Alexis" ibaresinin yazılı olduğu küçük afişlere rastlamaya başladım.
Şüphesiz ben kendi hesabıma, o "Alexis" yerine, sedásı bize çok daha yakın olan ve genç afişçilerin tanımadığı bir İstanbul kültürüyle bütünleşen "Aleko" kısaltmasını yeğlerdim.
Ama olsun, kadı kızında kusur arayacak kadar müşkülpesent davranmayacağım.
***
DAVRANMAYACAĞIM, çünkü böyle bir haykırışın varlığı; onun tasarlanmış ve yapıştırılmış olması dahi, en az Yunan Başkonsolosluğu önündeki polisler kadar hoşuma gitti.
Üstelik, dosya kağıdı boyutundaki beyannámenin o siyah - beyaz sadeliği, asilik yıllarımdaki teksir veya serigraf afişlerini hatırlattığı için beni daha da çok mest etti.
Ancak, bu zahiri görünüme aldanmadım. Zira belli, portre ya internetten "indirilmiş", ya da gazetelerin birindeki fotoğraftan önce "skan", sonra "print" edilmiş.
Eskisi gibi, stensile zar zor kazındıktan sonra, kola kuvvet, merdane döndürülmemiş.
Fareyi tıkla, klavyeye dokun, düğmeye bas ve işte, "kardeşimsin Alexis"!
***
AMA evet "Alexis" veya benim tercihimle "Aleko", tabii ki kardeşimsin!
Hayır, bunu söylerken, ne Yunanistan’daki olaylar hakkında kesin hükme vardığımı, ne de asilerin yanında saf tuttuğumu beyan ve ilan ediyorum.
Derinlemesine bir tahlil yaparak, nihayetinde böyle bir sonuca ulaşmadım.
"Kardeşimsin Aleko" derken benim esas vurgulamak istediğim noktayı, Türkiye’nin bugün yakalamış olduğu evrensel modernizm düzeyi ve refah toplumu seviyesi oluşturuyor.
***
ÖYLE, çünkü Yunan Konsolosluğu’nun şoven gösterilere karşı değil, Helen yaşıtlarıyla dayanışma içinde olan Türkiyeli protestoculara karşı korunması dahi, başlı başına bir "evrensellik beyannamesi" oluşturuyor. Artı, belirli bir ekonomik zenginliği yansıtıyor.
İnternet indirmeli fotoğraflarla İstanbul sokaklarına yapıştırılan "kardeşimsin Alexis" afişleri; Ege’nin iki kıyısı arasında süregiden "blog" trafiği; "sms" mesajlarıyla cep telefonlarına gönderilen nümayiş çağrıları, bunlar az buz şeyler mi? Es geçilebilirler mi?
Türkiye toplumunun ne denli evrenselleştiğini ispatlayan belgeleri sunmuyorlar mı?
Aslında "refah ülkeleri"ne özgü yeni tür bir "muhalif söylem"i yansıtmıyorlar mı?
Ve buna "marjinal" diye burun kıvırmak, dönüşümü kavrayamamak anlamına geliyor.
Zira aksine, o "muhalif söylem"in bile buraya ulaşması o "marjinal"i sıradan kılıyor.
Sivil değerlerin genelleşmekte ve iktisadi tabanın genişlemekte olduğunu müjdeliyor.
Evet, "kardeşimsin Aleko", çünkü kozmosu ve kaosu; hayatı ve ölümü; anarşisti ve polisiyle, bizim de ortak olduğumuz yeni modernitenin, heyhat, pisipisine düşmüş çocuğusun.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2008
BATI düşmanlığı ve demokrasi karşıtlığıyla parsa toplamaya çalışan "ulusalcı-Kemalist" cihet istediği kadar tarihi nalıncı keseriyle yontsun, güneş balçıkla sıvanmaz. Çünkü, tabusu arkasına sığındıkları Atatürk’ün de, ismini tekele almaya yeltendikleri Cumhuriyet’in de "esas proje"sini ve "ideal hedef"ini demokrasi oluşturuyordu.
Üstelik, "muassır medeniyet" derken de soyut bir Batı kavramı çağrıştırmıyorlardı.
O Batı’nın o demokrasiyi somut biçimde uygulayan ülke ve rejimlerini kastediyorlardı
***
EVET öyle ve de nitekim, Anglo-Sakson ve Fransız basınında çıkan ve genç cumhuriyeti "ışıltılı despotluk" olarak tanımlayan yorumlardan Gazi’nin büyük rahatsızlık duyması bir yana, birazdan Serbest Cumhuriyetçi Fırka’yı kur-dur-ta-ca-ğı Fethi Bey (Okyar) Paris sefirliğinden izne geldiğinde, 1930 Temmuzunda kendisine şöyle der:
"Manzaramız aşağı yukarı bir ’dictature’ (diktatörlük) manzarasıdır. Halbuki cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Ben öldükten sonra arkamda kalacak şey bir istibdat müessesesidir. Bunu miras bırakmak ve tarihe öyle geçmek istemiyorum".
***
FAKAT hiç şüphesiz ki, kasten vurguladığım "kurdurtmak" fiilinden de anlaşılacağı gibi, zaten çok kısa bir süre sonra kendi kendini feshetmek zorunda kalacak olan aynı Serbest Cumhuriyetçi Fırka için "majestelerinin muhalefeti" dersek, büyük yanlışa düşmeyiz.
Bu açıdan da, ilk TBMM’deki "2. Grup"un devamı olarak doğan ve Kasım 1924’de kurulduktan sonra, dini veçheli bir Kürt milli hareketi olan Şeyh Sait isyanı ve Takrir-i Sukûn yasasıyla birlikte yedi ay sonra yasaklanan Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’dan farklıdır.
Birincisi gerçek, ikincisi yapay muhalefettir. İlki özde, diğeri "vitrin"de bir girişimdir.
Ama "vitrin" deyip es geçmeyelim. Zira, totaliter ve otoriter rejimlerin dünya sathında yükselişe geçtiği bir dönemde; üstelik Gazi’nin arkasında hiçbir yumurta küfesi yokken, eksik-topal da olsa böyle bir deneye ihtiyaç duyulmuş olması bile, başlıbaşına bir göstergedir.
Aktardığım "istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe öyle geçmek istemiyorum" temennisinin; artı, "demokratik Batı" hedef ve projesinin, heyhat ákim kalmış bir devamıdır.
***
HEYHAT dedim ama, aslına bakarsanız bu yakınma anlam taşımıyor. Abes kaçıyor.
Zira, istimi arkadan gelen böylesine yakınmalara tarihin zaten kulak asmadığı gerçeği bir yana, Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in demokrasi iyiniyeti ne olursa olsun, "Türk İnkilábı", 1925-1946 arasındaki "tek parti dönemi"nden farklı bir ortamda gerçekleştirilemezdi.
Eh, yukarıdaki TCF ve SCF’nin kısacık sürelerde dahi "devrim muhalifleri" (!) için dev bir cazibe merkezi oluşturduğu düşünülürse, dobra dobra şu saptamayı yapmamız gerekir:
***
YA söz konusu "Devrim" bizzat Gazi’nin "dictature" olarak tanımladığı "ışıltılı despotluk" altında gerçekleşecekti, ya da hiç gerçekleşemeyecekti! Bunun orta yolu yoktu!
Çok "siyah-beyaz"mış gibi görünse bile kendimizi aldatmayalım, işin özü budur.
Fakat kabul, o "Devrim"in yanlış ve aşırılıklarını tabii ki eleştireceğiz. Ama bunlar ancak aynı yanlış ve aşırılıkları bugün de empoze etmeye çalışanlar karşısında geçerlilik taşır.
Yoksa, benzerleriyle kıyaslandığında eli zaten çok "hafif" kalan "Türk İnkilábı"nı şimdiki kıstaslarımızla ve üstelik, deney sonuçlarını bilerek yargılamak hakkına sahip değiliz.
Tersi redd-i mirasa girer ki, yeni zengin müsrifliğiyle har vurup, harman savuramayız.
Dolayısıyla, tek parti döneminin anti-demokratizmini bugün de dayatmaya yeltenmek; zıddında ise, yumurtadan çıkıp kabuğu beğenmeyen civciv misali, demokrasi yoksunluğundan ötürü o dönemi "öcü" ilan etmek, aynı anakronik tarih gövdesinin ayrı başlı Siyam ikizliğidir.
Kaldı ki, her şeye rağmen "istibdat müessesesi mirası"nda yaşamadığımız ortadadır.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2008
BURUN duyarlılığına hitab edeceğim aşağıdaki benzetme belki biraz soyut kalacak. Çünkü şöyle bir metafora başvurmak istiyorum ki, kesin bir kural değilse bile yine de genel olarak, tarihteki pek çok devrin, dönemin, dilimin belirli bir "koku"su vardır.
Buradaki "koku" kelimesiyle esas gidişatı, ana rotayı, hakim eğilimi kastediyorum.
Örneğin, Berlin Duvarı’nın yıkılması nasıl ki "demokratizm"i öne çıkardı, bundan iki buçuk asır önce de "aydınlanma çağı" dediğimiz mantıkçı devir hüküm sürmeye başlamıştı.
Zaten, Amerikan bağımsızlığı da, Fransız Devrimi de bunun doğal uzantısıdır.
***
İŞTE, bizim Cumhuriyet’imiz ve "Türk İnkilábı"mız; dolayısıyla bunların ikisinin de pekişmesinde iktidar aracı oluşturan "tek parti dönemi", böyle bir "koku" devrine raslar.
Ancak bu yeni "koku", yukarıdaki "demokratizm"in gerilemesine ve zıddındaki otoritarizmlerin ve totalitarizmlerin yükselmesine denk gelen bir döneme tekábül eder.
Şöyle ki, felsefi kökenleri 1. Harb öncesine uzanan yukarıdaki gelişme, modernitenin ve hümanizmanın reddiyle "havaya girmişti". Esas itibariyle de Nietzche’de hayat buldu.
Sonra, Almanya’daki "muhafazakár devrimcilik"; Fransa’daki "Action Française" ve İtalya’daki "arditizm - fütürizm" akımlarıyla, iyiden iyiye siyasi bir boyut kazandı.
Ve, Avrupa tarihinde yaşanmış en büyük kábusu oluşturan o 1. Harp bittiğinde, ABD Başkanı Wilson’un adını taşıyan "naif" prensipler, korkunç arbedeyle birlikte bir varoluş krizine gömülmüş olan Yaşlı Kıta’nın derdine devá sunamayınca, teorik çerçevesi zaten aşağı yukarı çizilmiş olan otoriter ve totaliter rejimlerin pratiğe uygulanma devri başladı.
Dolayısıyla, bizim "tek parti dönemi"miz de, tüm dünya sathında burun deliği kırmış olan bu "koku"dan soyutlayanamaz. Dış dinamiklerden ayrıştırılarak değerlendirilemez.
Yok eğer bunu yapar ve "demokrasi yoktu" diye eleştirirsek de, dün belirttiğim gibi, tarihi bugünkü kıstaslarımızla yargılamaya kalkışan o "anakronik" yanılgıya düşmüş oluruz.
***
ÖYLE, çünkü genç Cumhuriyet’te "tek parti dönemi"ni iktidara "mıhlayan" 3 Mart 1925 tarihli "Takrir-i Sukûn Kanunu"ndan itibaren, dünyaya şöyle bir göz atalım.
Komşu SSCB Bolşevik bir diktatörlüktür. İtalya’da zaten faşizm iktidardadır.
Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti ise kurulduğundan beri buhranla boğuşmaktadır.
Bir yandan Nazilerin, bir yandan komünistlerin anti-parlemantarizmi yükselmektedir.
Fransa demokrasidir ama skandallar aynı anti-parlemantarist eğilime güç katmaktadır.
Polonya, Macaristan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Portekiz ve az sonra İspanya, bunların hepsi kah kraliyetçi, kah değil, diktatorya hümranlığı altındadırr.
Özetlersek, söz konusu totalitarist akımların hızla güç kazanmasına rağmen hálá çoğulculuğu koruyabilen İngiltere, İsviçre, Çekoslovakya, Benelüks ve İskandinavya ülkeleri hariç, Avrupa’daki bütün "esaslı" ve "ağır top" devletletler, Türkiye’deki "tek parti yönetimi"ni dahi mumla aratacak ceberrut rejimlerin sultasına girmiştir.
Ve çok daha önemlisi, en başta geniş halk kitleleri, filozof Heidegger’inden yazar Celine’sine, "miadı dolduğuna" hükmedilen demokrasinin geleceğine kapik yatıran yoktur !
***
O halde şunu hemen saptayalım ki, böylesine bir "koku" ortamında Cumhuriyet’ten ve "Türk İnkilábı"dan "demokratik yol" beklemek ve ummak abestir. Hayal bile edilemez.
Kaldı ki, burada bir devrim; üstelik de çok milletli bir imparatorluktan ulus-devlete ve moderniteye geçişin devrimi söz konusudur. Daha üstelik, İslami bünyede gerçekleşmektedir.
Ve, devrimlerin zaten demokratik olamayacağı vakıası bir yana, aslına bakarsanız "tek parti yönetimi" pek çok devrimle karşılaştırılamayacak oranda da "müláyim" davranmıştır.
Bunu ve "tek parti yönetimi"nin iç dinamiklerini Cumartesi günü işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2008
BİZİM de ara sıra kullandığımız "anakronik" sözcüğü eski Yunancadan türetilmiştir. Sondan başa; yukarıdan aşağıya; ileriden geriye dönmek durumunu çağrıştıran "ana" takısıyla, takvim, tarih, dizin anlamına gelen "kronos" kelimesinin bileşiminden oluşmuştur.
Ve, felsefede, siyasette, iláhiyatta vs. "anakronik" deyimini veya onun yöntemsel kavramını adlandıran "anakronizm" terimini kullandığımızda, şu yanlışı kastetmiş oluruz:
*
GEÇMİŞTE mevcut olmayan veya henüz genel kabul görmeyen ve ancak bugün geçerlilik taşıyan değerleri ve ölçekleri kıstas alarak, o geçmiş hakkında hüküm vermek.
Örneğin, şimdiki "insani ahlakçılık"ımızdan yola çıkar ve dönemin mutlakiyet kavramını ve sultanlar arası iç savaşlarını görmezden gelerek, Osmanlı padişahlarının kardeş öldürtmesini "vahşet" diye tanımlarsak, işte bu türden bir yanlışa sürüklenmiş oluruz.
Yahut, çağın köleci toplum gerçeğini unutup, esirlerin Atina forumundan dışlanmasını "sahte demokrasi" diye eleştirmeye kalkarsak, yine "anakronizm"e düşmüş sayılırız.
Çünkü, mutlak anlamda "normatif" bir tarih yoktur. Olmamıştır ve de olmayacaktır.
Her "normal" belirli bir mekánda; bilhassa da belirli bir zamanda; yani Yunani sözcüğün içindeki "kronos"tan oluşmuş olan kronolojide geçerlidir. Göreceli ve değişkendir.
Dolayısıyla da, "ana" türü geri sayımla "son"dan "baş"a dönüp, bizim o táa "baş"tan itibaren edindiğimiz birikimle aynı "baş"ı "yargılamaya" kalkışmamız, abesle iştigal eder
Tıpkı, "tek parti dönemi"ne ilişkin hem methiye, hem de eleştirilerde olduğu gibi.
*
ÖYLE, zira her şeyden önce, ben de dahil, yukarıdaki dönemin demokrasi eksikliğini; "Ebedi Şef" ve "Milli Şef" otoritarizmini; Jakoben dayatmacılığını; Türkleştirme aşırılığını; müdahil laikçiliğini vs. saptarken, bütün bir tarihi birikimi arkamıza almış durumdayız.
Başka bir deyişle, "kronos" kronoloji önümüzde durduğundan, bizim işimiz kolay.
Oysa, "Mütareke"den sonra bizzat o tarihi yapmış olanların böyle bir "lüks"ü yoktu.
Başta Büyük Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın, Cumhuriyet’in ve Türk Devrimi’nin kadroları söz konusu tarihte el yordamıyla ilerlediler. Káh yenildiler, káh yendiler.
Üstelik de çok milletli ve çok dinli bir imparatorluğun tasfiyesi ertesi İslam Álemi’ndeki ilk modern ulus-devleti inşa ederken, tek bir örnekten ve tek bir deneyden yoksundular.
O halde, yanılgıya düşmeleri, aşırıya yönelmeleri, zigzaglar çizmeleri sonsuz doğaldır.
Artı, bugün bunları saptıyor ve inkarcılığa kaçmadan eleştiriyor olmamız da doğaldır.
Doğal olmayan ve tamamen "anakronik" çerçeveye giren iki vahim şey ise şudur:
*
BİR; kendilerine "ulusalcı" veya "Kemalist" diyenlerin yaptığı gibi, o yanılgıların ve aşırılıkların varlığını yok sayarak ve tarihin birikimden süzülen şimdiki durumu ve kıstasları reddederek, "tek parti dönemi"ni ve dayatmacı ideolojisini bugün de uygulamak istemek!
Burada hem köhne ve kokuşmuş bir "nostaljiya" mevcuttur, hem de dünden kopamadığı için bugünü de anlayamayan, ters yönlü bir "anakronizm" söz konusudur.
Laiklerine "liberal", din hassasiyetlilerine de "İslami intelligentsia" denilen ve zıt kutupta yer alan öteki "anakronik" yanılgı sahipleri ise, o "dün"ü o "bugün"ün terazisinde tartarak, geçmişi tu kaka etmektirler. Veya eleştirelliği inkárcılık raddesine vardırmaktırlar.
Dolayısıyla da, bunların birincisi "duragan" ve "arkaik"; diğeri ise "idealist" ve "mükemmeliyetçi" bir "anakronizm"e tekabül eden tarih anlayışını benimsemektedirler.
Oysa her iki de aynı ölçüde yanlıştır ve her ikisi de aynı ölçüde gerçekçilikten uzaktır.
Ne "normal"i ebedi, ne de bugünkü "normal"i dün de geçerli olan bir tarih vardır.
Ve şimdi tabii ki "anormal" olan ve öyle olması gereken "tek parti dönemi" ve onun ideolojisi aslında dün sonsuz n-o-r-m-a-l’di ki, bunun nedenlerini yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku