BATI düşmanlığı ve demokrasi karşıtlığıyla parsa toplamaya çalışan "ulusalcı-Kemalist" cihet istediği kadar tarihi nalıncı keseriyle yontsun, güneş balçıkla sıvanmaz.
Çünkü, tabusu arkasına sığındıkları Atatürk’ün de, ismini tekele almaya yeltendikleri Cumhuriyet’in de "esas proje"sini ve "ideal hedef"ini demokrasi oluşturuyordu.
Üstelik, "muassır medeniyet" derken de soyut bir Batı kavramı çağrıştırmıyorlardı.
O Batı’nın o demokrasiyi somut biçimde uygulayan ülke ve rejimlerini kastediyorlardı
***
EVET öyle ve de nitekim, Anglo-Sakson ve Fransız basınında çıkan ve genç cumhuriyeti "ışıltılı despotluk" olarak tanımlayan yorumlardan Gazi’nin büyük rahatsızlık duyması bir yana, birazdan Serbest Cumhuriyetçi Fırka’yı kur-dur-ta-ca-ğıFethi Bey (Okyar) Paris sefirliğinden izne geldiğinde, 1930 Temmuzunda kendisine şöyle der:
"Manzaramız aşağı yukarı bir ’dictature’ (diktatörlük) manzarasıdır.Halbuki cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Ben öldükten sonra arkamda kalacak şey bir istibdat müessesesidir.Bunu miras bırakmak ve tarihe öyle geçmek istemiyorum".
***
FAKAT hiç şüphesiz ki, kasten vurguladığım "kurdurtmak" fiilinden de anlaşılacağı gibi, zaten çok kısa bir süre sonra kendi kendini feshetmek zorunda kalacak olan aynı Serbest Cumhuriyetçi Fırka için "majestelerinin muhalefeti" dersek, büyük yanlışa düşmeyiz.
Bu açıdan da, ilk TBMM’deki "2. Grup"un devamı olarak doğan ve Kasım 1924’de kurulduktan sonra, dini veçheli bir Kürt milli hareketi olan Şeyh Sait isyanı ve Takrir-i Sukûn yasasıyla birlikte yedi ay sonra yasaklanan Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’dan farklıdır.
Birincisi gerçek, ikincisi yapay muhalefettir. İlki özde, diğeri "vitrin"de bir girişimdir.
Ama "vitrin" deyip es geçmeyelim. Zira, totaliter ve otoriter rejimlerin dünya sathında yükselişe geçtiği bir dönemde; üstelik Gazi’nin arkasında hiçbir yumurta küfesi yokken, eksik-topal da olsa böyle bir deneye ihtiyaç duyulmuş olması bile, başlıbaşına bir göstergedir.
Aktardığım "istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe öyle geçmek istemiyorum" temennisinin; artı, "demokratik Batı" hedef ve projesinin, heyhat ákim kalmış bir devamıdır.
Zira, istimi arkadan gelen böylesine yakınmalara tarihin zaten kulak asmadığı gerçeği bir yana, Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in demokrasi iyiniyeti ne olursa olsun, "Türk İnkilábı", 1925-1946 arasındaki "tek parti dönemi"nden farklı bir ortamda gerçekleştirilemezdi.
Eh, yukarıdaki TCF ve SCF’nin kısacık sürelerde dahi "devrim muhalifleri" (!) için dev bir cazibe merkezi oluşturduğu düşünülürse, dobra dobra şu saptamayı yapmamız gerekir:
***
YA söz konusu "Devrim" bizzat Gazi’nin "dictature" olarak tanımladığı "ışıltılı despotluk" altında gerçekleşecekti, ya da hiç gerçekleşemeyecekti! Bunun orta yolu yoktu!
Çok "siyah-beyaz"mış gibi görünse bile kendimizi aldatmayalım, işin özü budur.
Fakat kabul, o "Devrim"in yanlış ve aşırılıklarını tabii ki eleştireceğiz. Ama bunlar ancak aynı yanlışve aşırılıkları bugün de empoze etmeye çalışanlar karşısında geçerlilik taşır.
Yoksa, benzerleriyle kıyaslandığında eli zaten çok "hafif" kalan "Türk İnkilábı"nı şimdiki kıstaslarımızla ve üstelik, deney sonuçlarını bilerek yargılamak hakkına sahip değiliz.
Tersi redd-i mirasa girer ki, yeni zengin müsrifliğiyle har vurup, harman savuramayız.
Dolayısıyla, tek parti döneminin anti-demokratizmini bugün de dayatmaya yeltenmek; zıddında ise, yumurtadan çıkıp kabuğu beğenmeyen civciv misali, demokrasi yoksunluğundan ötürü o dönemi "öcü" ilan etmek, aynı anakronik tarih gövdesinin ayrı başlı Siyam ikizliğidir.
Kaldı ki, her şeye rağmen "istibdat müessesesi mirası"nda yaşamadığımız ortadadır.