6 Ocak 2009
GAZZE konusunda kimse kimseyi kandırmasın. Hayretten ve infialden dem vurmasın.<br><br>Kim ki tersini söylüyor, onun Pinokyo burnu yalandan uzuyor! Çünkü, İsrail’in henüz kısmen başlattığı kara harekatı da dahil, hálen yaşanmakta olan gelişmelerin hepsi, haniyse en ince ayrıntısına dek çok önceden biliniyordu.
İlkin, hasım durumundaki Filistinliler ve Yahudiler tarafından biliniyordu.
Sonra, káh tarafsızlığa, káh partizanlığa meyleden "seyirciler" tarafından biliniyordu.
Bu ikincilerle bütün bir Arap Álemi’ni; Türkiye’yi ve İran’ı; artı ABD ve AB’yi ve nihayet, "uluslararası camia" denilen Birleşmiş Milletler bütününü katıyorum.
***
EVET her şey biliniyordu, zira Davudi yıldızlı devlet daha kasım başından itibaren, süresi 16 Aralık’ta bitecek olan altı aylık ateşkes nihayetine ilişkin tutumu defalarca açıkladı.
İsrail hem Filistin Otoritesi’ne; hem o ateşkesin mimarı durumundaki Kahire’ye; hem de Ehud Olmert’in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüşme sırasında, artık Ortadoğu’da ciddi bir aktöre dönüşmekte olan Ankara’ya resmen bildirdi ki, Gazze’de iktidarı yöneten Hamas eğer söz konusu tarihten sonra ve yine Gazze topraklarını kullanarak roket atışlarına tekrar başlarsa, fiili işgal ihtimali de dahil, kendisi buna "eli ağır" cevap verecektir.
Zaten Tel Aviv aynı açıklamaları diplomatik arenada da tekrarlandı.
Üstelik, Siyonist Devlet bir yandan sınıra tank yığarak; diğer yandan da, abluka altındaki bölgeye ilk kez "insani yardım" (!) gönderilmesine göz yumarak, blöf yapmadığını ve "kızışma durumunda" gerçekten harekete geçeceğini somut biçimde ortaya koydu.
***
HAMAS’ın buna karşı ne tür bir siyaset geliştirmeyi seçtiğini ise hepimiz biliyoruz.
"Tırmandırma stratejisi"ni benimseyen İslami karakterli Filistin örgütü, daha o ateşkesin bittiği an, yerli yapım veya İran aktarmalı roketleri karşı tarafa yollamaya başladı.
Blöf olmadığını bile bile ládes dedi ve Tel Aviv’in "restini görmekten" çekinmedi.
Yani, misilleme ve karşı-misillemelerde kim vurduya giden masumlar, her iki taraf şeflerinin açık kart oynadığı bir "oyun"un kurbanları oldular ve heyhat, daha da olacaklar
***
O halde, en önce şunu saptayalım: İsrail ve Hamas çok radikal bir "zihniyet devrimi" gerçekleştirmediği takdirde, yukarıdaki meşûm oyun süresiz biçimde devam edecektir.
Ortadoğu’da "ara yol çözümler"e umut bağlamanın artık álemi kalmamıştır.
Atmış yıllık tecrübe, geçiçi formüllerin iflas ettiğini ve edeceğini çoktan ispatlamıştır.
Zaten şu an yaşananlar, bitmeyen ve görünür gelecekte de bitmeyecek olan o "oyun" da, ebediyen dağıtılan kağıtların tekrardan açıldığı yeni bir "el"den başka bir şey değildir.
Siyonist ordu ister Şerid’i işgal etsin; ister ciddi tahribattan sonra geri çekilsin; isterse de Gazze kısmen "uluslararası" güçle donatılsın, bunlar "ana sorunu" hafifletmeyecektir.
Kısa, çok kısa bir süre sonra, káh yine Gazze’de, káh Batı Şeria’da, káh da bizzat İsrail bünyesindeki Arap yerleşim alanlarında mutlaka yeni çıbanbaşları patlak verecektir.
***
BU takdirde, yukarıda değindiğim gibi, yegáne ve yegáne kalıcı çareyi, karşılıklı gerçekleşecek ve çok radikal içerik taşıyacak bir "zihniyet devrimi"nde aramak gerekiyor
Başka bir deyişle, tek çözüm, İsrail’in mutlaka, mazlum ve mağdur Filistin halkının "yaşanabilir" bir devlete sahip olmak hakkını manen ve maddeten benimsemesinden; karşı cihette ise, başta Hamas ve fasilesinden örgütler olmak üzere, Filistinlilerin de yine mutlaka o İsrail’in aynı ölçüde "yaşanabilir" devlet varlığını ruhen ve fiilen kabullenmesinden geçiyor.
Ancak bunun şimdilik hayali bir temenniden öteye gitmediğini bildiğim içindir ki, bölgedeki muhtemel gelişmelere "reelpolitik" perspektiften bakmak işini yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2009
DEVLET televizyonunun Kürtçe yayına başlamış olması bir d-e-v-r-i-m’dir!<br><br>Evet evet, adıyla sanıyla ve koca, koskoca bird-e-v-r-i-m’dir! Kürtler açısından da bir devrimdir, Türkler açısından da bir devrimdir!
Çünkü, gün gibi ortada ki, TRT "Şeş" kanalının sadece anten dalgalarındaki varlığı dahi, bütün bir inkar politikasının bir daha geri dönmemek üzere iflas ettiği anlamına geliyor.
***
EVET öyle, zira aynı devletin aynı televizyonu, çok değil bundan daha birkaç yıl öncesine kadar, aman ağzımdan yel alsın hesabı, Kürt kelimesini dahi telaffuz etmiyordu.
Sanki bütün spikerlerin ağzına zehir zakkum biber sürülmüştü.
En kabadayısı, öyle çocuklara masal saatinde falan değil ciddi siyaset programlarda, yorumcu, "dağ Türkü" (!) diye yutturmaya çalıştığı İrani kavme Kürt denilmesinin, karda yürürken çıkan "kart-kurt" sesinin deformasyonundan kaynaklandığı "öğretiyordu" (!)
Nitekim, bu satırların yazarı da askerdeyken aynı "kışla rahle-i tedrisi"den geçmişti.
***
EH, zaten kendisi mevcut "olmayan" (!) bir halkın dili olabilir mi?
Tabii ki hayır ve dolayısıyla, "Kürtçe" diye bir lisan da yoktu!
Oysa şu işe bakın ki, gerçekler inatçıdır ve işte o devletin o televizyonu bugün, o "olmayan" (!) dilde, "Be xer hati TRT-6" diye başlayan yayın yapıyor.
Nereden nereye geldiğimizin farkında mıyız?
***
BURADA en önce, şoven Kürt milliyetçilerine iki çift láf söyleyeceğim.
Kadı kızında kusur bulup, "AB zorladığı için resmi ideoloji ağzımıza bal çalıyor" diye burun kıvırmak, hadi nankörlük demeyeyim ama, siyasi basiretsizliğin daniskasıdır.
Bu aşamada daha ne bekliyorsunuz ve beklenebilir?
"İnkarcılık paradigması" yıkıldığı için egosu cidden yara almış statükodan şimdi, hemen, derhal ve acilen "yeni şeyler" talep etmek, ancak ve ancak politik ahmaklıktır.
Kaldı ki, "resmi" mesmi ama, yayınlar eninde hem Kürt dilinin gelişim sürecine ivme kazandıracaktır, hem de aynı dilin "sivilleşmesi" açısından büyük bir şans oluşturacaktır.
Nitekim, Cengiz Çandar’ın dünkü yazısından alıntılayarak, hayatını Kürtçeye adamış Muhsin Kızılkaya’dan aktaracağım aşağıdaki saptama çok büyük önem taşıyor.
"Yayınla birlikte Kürtçenin masumiyeti kurtulacak. Dil siyaset cenderesinden çıkacak. Kürtçe hak etmediği ölçüde siyasetin aracı kılındı. Şiir, edebiyat, müzik vs. gibi alanlarda Kürtçe kullanımı ile, bir dili dil yapan özellikler Kürtçe için de geçerli olacak."
Evet, bu "devrim"den sonra Kürt şovenlerinin de ayağının yere basması gerekiyor.
***
ZIT kutuptaki şoven Türk milliyetçiliğine gelince, aslında onlara yukarıdakilerini tekrarlamaktan fazla bir şey yapamayacağım.
Bütün bir yakın tarih boyunca "Kürt yok, dağ Türkü var" dediniz. Tutmadı!
Bu defa, karda çıkan "kart- kurt" sesinden bir kavim ismi üretmeye yeltendiniz.
Artı, o "olmayan" (!) halkın yalnız kimlik aidiyetini değil, beşikten itibaren merámını anlattığı lisánın varlığını dahi inkár ettiniz.
Ve tabii yine tutmadığı içindir ki de, işte bugün kendi devlet televizyonunuzu zappinglediğininde dahi karşınıza Kürtçe konuşan kanal çıkıyor!
Evet, inatçı ve nesnel gerçekler, o asla kabul edilemez yalanlara, tükürdüğünü yalattı.
Peki de, bütün bunlara değer miydi?
Vicdanınızla başbaşa vereceğiniz cevabı bana karşı değil, ekranında "Be xer hati TRT-6" yazan televizyon karşısında verin!
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2009
"EVLİ evine, köylü köyüne"! Veya, "İslam mahallesinde salyangoz satılmaz"! Belki basit gelecek ama, kolektif hafızamıza nakşedilmiş olan ve her dilde benzerleri bulunan yukarıdaki cinsten sözler, aslında bir "medeniyetler çatışması" yansıtıyorlar.
Uzun ve bilgiç teorilere başvurmaksızın, insanların bilinçaltını ele veriyorlar.
En azından, son tahlilde bir kültür yumağı bileşkesinden oluşan farklı hayat tarzları arasında beşeri ve coğrafi bir sınır çiziyor; moda deyimle, "ötekileşme"yi dışa vuruyorlar.
*
ZATEN işin esasına bakarsanız, "uygarlık" dediğimiz soyut olgu nedir ki?
Klandan, kabileden, aşiretten itibaren başgösteren ayrışmaların bir müddet sonra madden ve manen kurumsallaşmasından ve yerleşikleşmesinden başka bir şey değildir!
Dolayısıyla, cuma günü vefat eden Samuel Huntington’un teoriye dönüştürdüğü "medeniyetler çatışması" tezi, aslında bir "mevcudu saptamak" anlamına geliyor.
Onun temel katkısı da o "mevcut"u bugün açısından tahlil etmekle sınırlı kalıyor.
Ve tabii bu takdirde de, Huntington’u, iki gündür sözünü ettiğim ve Batı düşüncesinde çok önemli bir yer tutan "karşı devrimci" fikir geleneği çerçevesine oturtmak gerekiyor.
Peki, neden "karşı devrimci"?
*
"KARŞI devrimci", çünkü Fransız Devrimi’yle pratik zirvesine ulaşan "aydınlanma düşüncesi", yukarıdakinin tersine, bir "medeniyetler uzlaşması" projesi üzerine kuruludur.
Zaten ev-ren-sel-lik iddiası da buradan kaynaklanır!
Ne var ki, söz konusu "evrensellik"in özünde Batı medeniyetini ve onun değerlerini kıstas aldığı; dolayısıyla da aslında bariz bir "yerellik" içerdiği kesin vakıadır.
İşte, bu olguyu tá başından beri saptayan ve yine dün belirttiğim gibi, 17. yüzyıl Vico’sundan 20. asır Spengler’ine uzanan bir dizi "karşı devrimci" felsefe, din ve siyaset adamı, özet olarak, "medeniyetler çatışması"nın durdurulamayacağı temasını işlemişlerdir.
Israrla, "uygarlık" denilen sonsuz çetrefil birikimin, ruhani inançlar başta, çok geniş ve çok uzun bir zaman süresine yayılan parametreler etrafında oluştuğunu vurgulamışlardır.
Dolayısıyla da, iradi ve müdahil bir "evrenselleşeme"yi hayalcilik addetmişlerdir.
Üstelik, sömürgeciliği bile "vahşilere medeniyet götürmek" (!) adına sahiplenen ve savunan pek çok "aydınlanma taraftarı"nın aksine, bu tür "anti" düşünürler, diğer mevcut uygarlıkların da en az Batı’nınki kadar "şayan-ı takdir" olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir.
Başka bir deyişle, "sol intelligentsia" tarafından yapıştırılan "gerici" (!), "sağcı" (!), muhafazakár etiketlerine rağmen, "karşı devrimci fikir geleneği"inin takipçileri aslında, özünde modern bir kavram olan ırkçılığa da bulaşmamışlardır. En fazla, teğet geçmişlerdir.
Ve işte bütün bunlar, Huntington’un "medeniyetler çatışması" tezinde de yer alıyor.
*
ÖYLE, zira geleneksel "karşı devrimci" ekole sadık olan ABD’li siyasetbilimci Batı medeniyetini sahipleniyor ama, bunu diğerleri için de evrensel kılmak iddiasını taşımıyor.
Aksine, farklı uygarlıklar da çok köklü ve güçlü bir birikimden süzüldükleri için, yukarıdaki türden "işgüzarlık"ların onlarda tepki ve direniş yarattığını söylüyor.
Üstelik, o uygarlıkların esas olarak, modernitenin sırf teknolojik boyutunu almakla yetindiğini saptıyor. Bu yeni "silah"ı da bizzat Batı’ya çevirecekleri rizikosuna işaret ediyor.
Yani "medeniyetler çatışması"nı, "ben böyleyim ve, o öyle! Bu, sonsuz doğaldır! Ama zinhar, ben onu da ’ben’ kıldığımı sanmak gafletine düşmeyeyim. İmkánsızdır! Her halükarda, ben de kendi ’ben’imi ona karşı korumak zorundayım" diye formüle ediyor.
İşte, kısmi doğruları ve kısmi yanlışlarıyla birlikte kısaca özetlediğim bu hayati tez, "medeniyetler çatışması"nın artık göz çıkarttığı şu 21. yüzyılda daha çok tartışılacak.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2008
AMERİKALI siyasetbilimci Samuel Huntington haftasonu vefat ettiği için, dünkü yazımı, onun büyük tartışma yaratan "medeniyetler çatışması" tezine ayırmıştım. Buradan hareketle de, Harvard’lı profesör tarafından geliştirilen bu tezin aslında, Batı düşüncesinde hayati bir yer tutan "karşı devrimci" gelenekten süzüldüğünü söylemiştim.
Söz konusu geleneğin öncülerine örnek olarak da 18. yüzyılın Vico’ları, Herder’leri, Maistre’leri veya 20. asrın Spengler’leri, Maurras’ları, Sombart’ları gibi, káh "gerici" (!), káh "muhafazakar"(!), káh "sağcı" (!) damgası yemiş filozof ve düşünürlerini saymıştım.
O halde, önce burada biraz duralım.
***
DURALIM, çünkü dünya entelektüel hayatında ve lûgatinde hanidir ve hanidir "sol intelligentsia"nın borusu ötüyor. "İlerici" kıstaslar yegane "mutlak referans" addediliyor.
Dolayısıyla da, yukarıdaki şahsiyetlerin sırtlarına yapıştırılmış olan bu "gerici", bu "muhafazakar", bu sağcı" yaftaları, daha ilk andan itibaren onları "şüpheli" (!) kılıyor.
Tu kaka edilmelerine, en azından, "ikinci plana" atılmalarına yol açıyor.
Oysa hiç şüphesiz ki, yeryüzünde ve Türkiye’de, aralarına tabii ki Huntington’un da dahil olduğu sonsuz önemli bir "sağ intelligentia" daima mevcut oldu. Daima da olacak.
Bunu es geçmek ve "entellokrat" denilen şu şımarık Paris aydınlarının yaptığı gibi, "solcu Sartre’yle yanılmak, sağcı Aron’la haklı çıkmaktan evládır" diye ahkám kesmek, asla, Amerikalı siyasetbilimcinin de çok ciddi katkılarda bulunduğu o "karşı devrimci" fikir birikiminin önemini ortadan kaldırmaz ve kaldıramaz.
***
DÜN belirttiğim gibi, yukarıda "karşı devrimci" derken, 18. yüzyılın "aydınlanma düşüncesi"ni çarpıtarak ikonlaştıran 1789 Devrimi’ne; dolayısıyla da, onun yarattığı modernist dinamiğe eleştiren bakan veya açıkça karşı çıkan fikirler bütününü kastediyorum.
Tabii burada "modern" sözcüğü devreye girdiği için, onun o "karşı"sına ulaşmamız için de "gelenek" kelimesine başvurmamız gerekiyor. Daha doğrusu, sosyolojik bağlamdaki uzantısını tanımlayan "geleneksel toplum" deyimini kullanmamız icáb ediyor.
Nitekim, tá en yukarıdaki 17. yüzyıl sonu Gianbattista Vico’sundan başlayın; oradan 20. asır başı Alman "muhafazakar devrimcilik"ine idelog Oswald Spengler’e uzanın; ve nihayet bugünün "medeniyetler çatışması" teorisyeni Samuel Huntington’a gelin, aralarındaki bütün fark ve nüanslara rağmen bu "karşı devrimciler"in (!) birleştiği ortak noktayı, "modern toplum- geleneksel toplum" çelişkisine yapılan vurgulama oluşturur.
***
FAKAT dikkat, bunların hepsi birden illá "azılı modernite düşmanı" falan değildir!
Aksine, örneğin diğer bir "muhafazakar devrimci teorisyen Ernst Jünger, modern mekaniği geleneksel değerlerle harmanlayarak, bir üst aşamaya sıçramak iradeciliğini yansıtır.
Fakat, tıpkı Huntigton gibi, "karşı devrimci fikir geleneği"nin tüm öncüleri, döne döne ve üstüne basa, modern toplumun mutlak evrensellik "ta-şı-MA-dı-ğı-nı ifade ederler.
Dolayısıyla da, onların esas anlaştığı noktayı şu şekide şematize etmeniz gerekir:
Din dahil, sonsuz uzun ve sonsuz farklı bir tarihi, beşeri ve kültürel kimlikten inen değişik yeryüzü uygarlıklarından, "modernite"yi benimsemeleri beklenemez ve istenemez!
İstenemez, zira o modernite yukarıdaki düşünürlerden kimine göre Hıristiyan, kimine göre anti-Hıristiyan olsa dahi yine de, son tahlide, zamanda mekánda sınırlı bir Batı’ya aittir.
Ve, evet "istenemez", zaten bunu söyledikleri içindir ki de, Samuel Huntington dahil, söz konusu "karşı devrimci" düşünürler aslında ne ırkçı, ne de "Batı merkezci"dirler.
Neden öyle olmadıklarını ve "uygarlıklar çatışması" tezinin özünde nesnel bir "durum tesbiti" ve medeni bir "korunma refleksi" anlamına geldiğini yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2008
HER şeyden önce, cuma günü ölen Amerikalı siyasetbilimci Samuel Huntington’un, hálen yaşamakta olduğumuz şu "aman ayıp kaçmasın çağı"ndaki (!) riyakar ve sahtekar "terbiye" (!) kodlarına pes etmemek cesaretini gösterdiğini kabullenmemiz gerekiyor. Sorunu "Medeniyetler Çatışması" diye dobra dobra vaftiz eden ilk şahsiyet o oldu.
Dolayısıyla, tezi doğrudur veya yanlıştır şimdilik konuya girmiyorum ama, "kral çıplak" diyen bu entelektüel namus için kendisine şükran ve rahmet borçluyuz.
Ancak, buradan itibaren hemen şunu eklemek gerekiyor.
***
HUNTİNGTON, 21. asır başlangıcına damga vuran yukarıdaki tezin mucidi değildir.
Geliştirmiş olduğu teoriyi kavramak için epey epey geçmişe uzanmak gerekir.
Artık fazlasıyla zaman aşımına uğradığı için, üç aşağı ? beş yukarı aynı savı işlemiş olan bazı Ortaçağ skolastiklerine; háttá ve háttá, tá Antik Çağ’dan beri Med ve Helen uygarlıklarının uyuşamazlığını vurgulamış olan Kádim Yunan flozoflarına dek çıkmayalım.
Ancak, en başlangıcı dahil, "modern zamanlar"ı görmezlikten gelemeyiz.
***
GELEMEYİZ ve örneğin, her üçü de rasyonel akılcılığın ve evrensel hümanizmanın uygulamadaki imkansızlığına karşı tezler geliştirmiş olan İtalyan Giambattista Vico’yu, Alman Johann von Herder’i veya Fransız Joseph de Maistre’yi unutamayız.
Bunların hepsi de bütün bir 18. yüzyıl boyunca, Amerikalı felsefecinin iki küsur asır sonra tekrarlayacağı fikirleri ana hatlarıyla, daha o zamanlar teorize etmişlerdi.
Artı, yukarıdaki isimlere mutlaka, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde itibaren geçerli olmak üzere, başta "Batı’nın Çöküşü" kitabının yazarı Oswald Spengler ve "Tacirler ve Kahramanlar" denemesinin müellifi Werner Sombart olmak üzere, yine Alman "muhafazakar devrimci" hareketinin öncülerini de eklemek gerekir.
Háttá, henüz adı konmamış bir faşizmin ilk teorisyeni olan ve bütün Avrupa aşırı sağına damga vuran Fransız Charles Maurras yer almassa, liste eksik kalmış olur.
O halde rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Samuel Huntington aslında, Batı düşüncesinde önemli bir yer tutan ve köklü bir birikimden süzülen "karşı devrimci gelenek"in uzantısıdır.
Dolayısıyla, Huntington’u bu ana çerçeve oturtmazsak, yaşadığımız asrı "açıklamak" iddiasında olan "medeniyetler çatışması" fikrini sağlıklı biçimde kavrayamayız.
***
DİKKAT, yukarıda "karşı devrimci" derken, buna mecázi bir aşağılama atfetmedim.
Devása bir entelektüel bagaj barındıran ve yansıtan bu insanlar önünde, ne háddime!
"Karşı devrimcilik" deyimini kullanırken sadece şu genellemeyi kastediyorum:
Rasyonel akılcılık ve evrensel hümanizma ekseninde gelişmiş "aydınlanma düşüncesi"ne; dolayısıyla da Fransız Devrimi’ne eleştirel bakan bir "anti fikirler bütünü"!
Ve, Nazizm hariç ama İtalyan faşizmi dahil olmak üzere bu bütüne, genelde gericilik, muhafazakarlık, sağcılık veya milliyetçilik diye tanımlanan ve yine Fransız Devrimi ertesinde ortaya çıkan, laik veya dini vektörlü bilûmum siyaset teorilerini katmak gerekiyor.
Bunları onaylamak ya da onaylamamak; yahut kısmen benimsemek, kısmen reddetmek, tıpkı Samuel Huntington’un "medeniyetler çatışması" tezi için geçerli olduğu gibi, söz konusu "karşı devrimci düşünce geleneği"nin hayati önemini ortadan kaldırmaz.
Diğer bir deyişle, "sol intelligentsia"nın hem yukarıdaki fikri bütüne, hem de ABD’li siyasetbilimciye burun kıvırıp onları küçümsemeye yeltenmesi, ancak cürmü kadar yer yakar.
Nitekim, ölümüne rağmen, Huntington’un güncel kıldığı "medeniyetler çatışması" tezi, doğru mu, yanlış mı yönündeki koskoca bir soru işaretiyle, şu an hala önümüzde duruyor.
Aynı "karşı devrimci" gelenekten yola çıkarak, cevabı aramaya yarın başlayacağım.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2008
SOSYOLOG değilim ama, bazı defalar "alan araştırması"na heveslendiğim oluyor. Eh, şu Fatih’in námı da "mutaassıp" diye yedi cihanı tutmuş ya, dolayısıyla arada bir, kasten tak takıştır ve sür sürüştür bir refakatçiyi koluma dolayıp, yallah, oraya gidiyorum.
İtfaiye, Fevzi Paşa Caddesi, Çarşamba, Yavuz Selim falan, bütün ecdádımın da nüfus kütüğüne kayıtlı olduğu mahalleyi boydan boya katediyoruz.
Tabii, "yan bakan" (!) çıkacak mı diye de gözlerim fıldır fıldır ve radarlarım fayrap!
Mahrem örtünmüş kızlar ve kadınlarla birlikte; artı, bazen onlara eşlik eden ve sünnet sakal taşıyan erkeklerle beraber, hicáp moda sergileyen dükkanların vitrinlerini yalıyoruz.
Yeşil renklerin tonları ve tünik biçimlerinin kupları hakkında yorum yapıyoruz.
***
DOĞRUSU, kim kime, dum duma! Bir Allah’ın kulu başını çevirip de, o refakatçimin omzuna düşen saçlarına veya tırnaklarına boyadığı kırmızı ojelere şöyle bir göz atmıyor dahi!
Üstelik, bu ramazan ve yine kasten, Hırka-i Şerif’ten Darüşşafaka’ya kadar dudağımda cigarayla yürüdüm. Dönüp bakanını hissetmedim. Dopdolu bir tostçuda da karın doyurdum.
Açıkçası, her defasında, o "mutaassıp Fatih"e (!) ilişkin "amatör sosyologluğumda", öyle "mahalle baskısı" diye tanımlanabilecek aman aman bir ipucu yakalayamadım.
Zaten aslına bakarsanız, söz konusu semte, Sultantepe tarafları da dahil, sık gittiğim bir Üsküdar’ı ve çok seyrek yolumun düştüğü uzak metro istasyonlarını bile ekleyebilirim.
***
SONRA, yine arada bir, bazı öğleden sonra nihayetlerinde Teşvikiye, yahut akşamüstü başlangıçlarında Nişantaşı kahvelerine oturduğum oluyor.
Bir fincan espresso veya bir kadeh şarap yudumlayarak, "krem dö la krem" tábir edilen cinsten ve "laik" olduğu varsayılan, "kaymak" tabaka burjuvaziyi seyrediyorum.
Tabii anladınız, yine "amatör sosyologluğa" heveslenip, söz konusu "mahalle baskısı"na ilişkin olarak burada da zıt bir "alan araştırması" yaptığım zehabına kapılıyorum.
Ve çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, iyi bir gözlemci olarak fark ettiğim kadarıyla, oralardaki "mahalle baskısı" da Fatih’tekinin, Üsküdar’dakinin, Bağcılar’dakinin aynısıdır!
Başka bir deyişle, ya hiç yoktur, ya da sıfıra yakındır!
***
FAKAT tamam, bu hükme varırken biraz hariçten gazel okuyor olabilirim.
Çünkü, en lüks mağazalarda alışverişe çıkmadan önce dört çarpı dört otomobillerinin anahtarını káhyaya teslim eden ve káh türbanlı, káh çarşaflı giyinen hanımlara dahil değilim.
Dolayısıyla, "laikler"in (!) kendilerine bakış açısında ciddi bir "ötekileştirme" hissedip hissetmediklerini tabii ki onlar kadar iyi duyumsayamam. Aynı ölçüde kavrayamam.
Ama olsun, bilhassa gözlemlediğim kadarıyla, başı açık hemcinsler, mahrem örtünmüş olanlara karşı asla "aşağılayıcı" bir tavır takınmıyorlar. Hiç de yukarıdan bakmıyorlar.
Belki belki, akşam vakti en güzide kahve ve barlarda aperitif içilirken, elleri "sinye" marka paketlerle yüklü türbanlı hanımların garsona çay ısmarlaması biraz yadırganıyordur.
Ama, onların oralardaki varlığı tümüyle kanıksanmıştır. İticilikten eser yoktur.
Zaten de, hicáp giyimli burjuva kadınların masalara oturuyor olması bunun ispatıdır.
Yani, Teşvikiye’deki, Nişantaşı’ndaki, Maçka’daki "laik mahalle baskısı" (!), Fatih’teki, Üsküdar’daki, Bağcılar’daki "dini mahalle baskısı"ndan (!) ne daha az, ne daha çoktur.
***
ÖYLEDİR, zira tüm bu semtlerin ortak kanı, devasa kentin ortak damarlarında akıyor.
Zaten de Türkiye’deki "mahalle baskısı" aslında "köy baskısı"ndan kaynaklanıyor.
Ve ne zaman ki o köy sırf mekánda değil ruhiyatta da çökecektir, ülkemizin bütün Fatih semtlerinde bira içilebilecek ve bütün Teşvikiye semtlerinde hicáp dolaşılabilecektir.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2008
HABER aslında hemen hemen yalnız Türkiye’yi ilgilendiriyordu ama, her nedense bizim medya tarafından şöyle üstün körü bir geçiştirmeyle yansıtıldı. Kastettiğim gelişmeyi, diplomasi icábı 1915 olayı açıkça telaffuz edilmese dahi, Ermeni Tehcir’ine "soykırım" dememenin Fransa’da cezai "suç" (!) addedilmesini öngören yasanın, bu ülke hükümeti tarafından aniden "hasır altı" edilmiş olması oluşturuyor.
Kanun tasarısı, sessiz sedasız ve yangından mal kaçırır gibi, geçen ay geri alındı.
Oysa, "ultra" lobinin hazırladığı bu tasarı Meclis’le Senato arasında mekik dokukuktan sonra nihai şeklini almış ve resmi gazetede yayınlanmasına rakam kalmıştı.
Pekiii, ne oldu da Sarkozy hükümeti "tükürdüğünü yalamak" zorunda kaldı?
***
ŞÜPHESİZ, yukarıdaki "mutlu son"da (!) Paris’in Ankara’ya sürdürmek zorunda olduğu "realpolitik" ilişkilerin payı vardır. Bu, inkár edilmez bir vakıadır.
Ancak, çok daha da önemlisi, "sürpriz"in bir de "entelektüel boyutu" mevcuttur.
Ve, geleneksel olarak o boyutun her zaman çok önemli yer tuttuğu Fransa gibi bir ülkeyi sarsan ve silkeleyen gelişmenin esas "kahramanları" da bir bölüm Türkiyeli aydındır.
Üstelik de, kendi ülkelerinde "vatan haini" (!) ve "Ermeni satılmışı" (!) diye hayasızca suçlanan insanların tá kendisidir!
***
EVET öyledir ve Fransa’daki tartışmayı izlemiş olanlar şunu çok iyi bilmektedir.
Paris "intelligentsia"sındaki "sorgulama; dolayısıyla da siyaset sınıfına yansıyan "kırılma", dokuz Türkiye aydınının "Liberation" gazetesinde bu ülke kamuoyuna hitáben yayınladığı "açık çağrı" ertesinde ortaya çıktı. "Fay hattı" buradan itibaren netlik kazandı.
Çünkü, "tarihi kanunlaştırmak sizin parlamenterlerinizin üzerinize vazife değil! Böyle bir gaflete düşmeyin" diye özetlenebilecek olan bu çağrının imzacıları aynı zamanda, "Ergenekoncu" saldırganlık altında ve binbir baskıya maruz kalınarak İstanbul’da gerçekleştirilen ilk "Ermeni Konferansı"nın öncü isimlerinden oluşuyordu.
Yani, soru işareti yaratarak Fransa’yı "kendine getiren" Türkiye aktörleri, o Türkiye’deki "resmi söylem"in dışında kalan "muhalif "şahsiyetleri kapsıyordu.
Buradan itibaren Paris’teki tartışma alevlendi ve, "Ankara tezlerini onaylamayanlar bile böyle dediğine göre, kraldan fazla kralcı davranmanın álemi ne" görüşü ağır bastı.
Ve, bunun böyle olması da sonsuz doğaldır!
Zira, muhataplarıyla ortak bir dil konuşmaktan bile áciz olan ve daima üç maymunları oynayan bizim "resmiciler"in, aynı muhtaplarla masa etrafında buluşmak şansı dahi yoktur.
Nerede kaldı, karşısındaki ikná edip Paris Parlemantosu’ndan yasa geri çektirmek?
***
BU sonsuz gerçek ve sonsuz somut örneği, dünkü makalemde sözünü ettiğim gibi,1915 Tehcir’i için Ermeni kardeşlerimizden özür dileyen imza kampanyasının aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından dahi bir fırsat oluşturduğunu vurgulamak için verdim.
Çünkü, o devlet biraz "kurnaz" ve "kıvrak" olsa, lánet okumak yerine, söz konusu girişimi dış dünyaya, "bakın, biz hür bir demokrasiyiz ve serbest biçimde özür dileniyor. Ama 300 Ermenistanlı aydın, Ankara-Erivan ilişkilerinin normalleşmesini ’soykırım’ şartına bağlıyor" gibisinden bir diskurla sunmak "açıkgözlülüğünü" gösterebilirdi.
Artı, farkına varırdı ki, Fransa tecrübesinin de ispatladığı gibi, tabii ki karşı tarafta da mevcut olan nefretleri ve aşırılıkları törpüleyecek uzlaşmalara doğru kavis kırmanın yöntemi, yukarıdaki tür "muhalif söylemlerin" hazırlayacağı bir "orta yol"u aramaktan geçmektedir.
Ve o "muhalif söylemler" de özünde, "resmiler"i dahil, ülkenin nefes borularıdır.
Ah ah, kapalı devlet gözünü biraz kıpırdatsa, açık imzadaki ufkun derinliği görebilirdi.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2008
DOĞRUSU, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bazı konularda öylesine katılaşmış ki, kendi resmi politikalarını uygulamak konusunda dahi hiçbir elástikiyet gösteremiyor. Asla esnek davranamıyor ve eline geçen fırsatları bile boşu boşuna heba ediyor.
Nitekim, eğer ben onun; háttá "derin devleti"nin yerinde olsaydım, girişimcilere ateş püskürmek ne kelime, tam tersine, 1915 Tehciri’nin acıları için Ermeni kardeşlerimizden bireysel olarak özür dileyen sivil imza kampanyasını sonsuz memnuniyetle karşılardım.
***
EVET evet, sonsuz memnuniyetle karşılardım, fakat tabii ayıp kaçar ve bilhassa da bir çuval inciri berbat eder, bu hoşnutluğumu minare şerefesine çıkarak duyurmazdım.
Ama, gayet "realpolitik" ve son derece pragmatik bir yaklaşımla yan cebime atardım.
Ve, bizzat kendi "resmi tezi"mi uluslararası arenada savunmayı sürdürebilmek için de, söz konusu inisyatifi harikuláde bir "diplomatik koz" olarak kullanırdım.
Ancak heyhat, "derin"i veya "sığ"ıyla nerede öyle "kurnaz" ve "kıvrak" devlet?
Bunun nasıl böyle olabileceği konusuna yarın değineceğim, çünkü bugün çok rezil ve çok demagojik bir iftira ve çarpıtmanın ipliğini pazara çıkartmak gerekiyor.
***
HAYIR, imza kampanyasında herhangi bir "soykırım" için falan özür dilenmiyor!
Bunu iddia edenler yalan söylüyorlar. Göz göre göre gerçeği tahrif ediyorlar.
Zira 1915 Tehcir’i söz konusu metinde, Ermenilerin ta o tarihten beri "Metz Yegern" diye adlandırdığı olayın Türkçe tercümesi olan "Büyük Feláket" ibaresiyle zikrediliyor.
Oysa bu deyim hiçbir şekilde "jenosid" anlamına gelmez! Gelmiyor! Gelemez de!
Zira, "soykırım" kelimesi kılı kırk yaran hukuki bir terimdir. Boşboğazlık kaldırmaz.
Ağızda sakız çiğnenir gibi telaffuz edilmez. Kesin müeyyideleri vardır.
Artı, o "jenosid" sözcüğü uluslararası lûgate ancak 1948 yılında; yani "Metz Yegern"in kullanılmaya başlanmasından çok sonra girmiştir.
***
HALBUKİ, söz konusu hukuki deyimin yegáne tescil mekanizmasını oluşturan Birleşmiş Milletler Tehcir’i bir "soykırım" olarak nitelendirmedi. Böyle bir karar falan yok!
Ne New York Genel Kurul’u, ne de Lahey Adalet Divanı bu yönde bir tutum belirledi.
Zaten de, Yahudilerin Tevrat’a uzanan "shoah" veya "holocaust" deyimleri aynı BM organları nezdinde hiçbir kıymet-i harbiye taşımaz. Tek geçerli kavram "jenosid" terimidir.
Üstelik, Ermeni kardeşlerimizin acısını insani planda paylaşsak dahi, bu, bu satırların yazarı da dahil, eminim ki, bildiriyi imzalamış ve imzalayacak olanların ezici çoğunluğunun "Büyük Felaket"i bir "soykırım" addettiği anlamına gelmez ve gelmiyor!
***
KALDI ki, özür dilemek ahláki ve vicdáni bir iç hesaplaşma sonunda varılmış olan ve sadece o kişiyi ilgilendiren bireysel bir kararın dış tezahürüdür. Tamamen şahsidir.
Ama, mazideki olaylar hakkında jenosittir veya değildir türünden bir "yargı hükmü" imzalamak, tarihçi ve hakimlerin dışında kimsenin üstüne vazife değildir. Haddi de değildir.
Nitekim, böyle bir hükme yer vermediği içindir ki, Ermeni diasporası bünyesindeki "ultra"ların imza kampanyası karşısındaki tutumu aşağı yukarı, "dostlar alışverişte görsün kabilinden adam mı kandırıyorsunuz? Alın, özrünüzü başınıza çalın" şeklindedir.
Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranan ve zaten kimseye yaranmak kaygısı taşımayan girişim, bizim "ultra"ların aksine, onların "ultra"ları tarafından "oportünist" (!) addedilmektedir.
Artı, güler misin, ağlar mısın, aynı diaspora "ultra"ları Türkiye Devleti’ni çok kurnaz sandıklarından, inisyatifin arkasında "TC parmağı" (!) olduğundan şüphelenmektedirler.
En başta sözünü etmiş olduğum bu konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku