GEÇEN akşam televizyon "zappingliyordum", kanalların birisinde Tuncay Güney’in Türkiye’deyken yaşadığı mütevazı İstanbul mahallesine ilişkin bir röportaja rasladım.
Hayır, buradan yola çıkarak "Ergenekon" davasındaki şaibeli şahsın mazisi üzerinde kalem oynatacak değilim. Hiç mi hiç yazı konuma girmiyor.
Zira esas dikkatimi çeken noktayı, programcının "off" sesle yaptığı yorum oluşturdu.
***
MEALEN aktarıyorum, sunucu söz konusu semtin ne denli yoksul olduğunu tasvir ederken, aşağı yukarı şu ifadeleri kullandı.
"Bu kenar mahalle insanlarının fakirliği sırf evlerin mütevazılığından değil, onların önüne park etmiş otomobillerin marka ve modellerinden de hemen anlaşılıyor".
Zaten de kamera bunu doğrulamak için o arabaların yakın plan çekimine geçti.
Ve, bu küçücük ve bu masumáne cümle aslında sonsuz iyimser şeyler yansıtmış oldu.
***
ÖYLE, çünkü programcının çok doğal biçimde ve gayet haklı olarak kıstas aldığı yoksulluk göstergesini, semtteki otomobillerin eski model ve ucuz marka olması oluşturuyor.
Başka bir deyişle, söz konusu taşıtların oradaki mevcudiyeti zaten üzerinde durulmayacak kadar sıradan bir olgudur ama, onların niceliği bir fukaralık yansımasıdır.
Bunun ne derin bir anlam taşıdığını fark edebiliyor muyuz?
Düşünün ki, biz daha düne kadar en külüstür "hususi"leri dahi "lüks" addeden bir toplumduk ve bugün çıtayı o "hususi"lerin model ve marka hiyerarşisine yükseltiyoruz.
Az buz şey mi? Burun kıvırmanın, mırın kırın etmenin alemi var mı?
Ebedi bir felaket tellallığı ve ezeli bir fakirlik edebiyatı gerçekle bağdaşıyor mu?
Hayır, zira bütün sosyal eşitsizliklere ve gelir dağılımındaki derin uçurumlara rağmen Türkiye öylesine devasa ve genel bir sıçrama gerçekleştirdi ki, bilinçaltımızdaki "ortalama refah" sınırınıkenar mahallelerdeki vasıtaların tevellüdü ve kaporta arması belirler oldu.
***
NİTEKİM, "Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu"nun gerçekleştirdiği ve dünkü "Hürriyet"te "Şehirlerin Karnesi" başlığıyla yayınlanan anket de bunu doğruluyor.
Çünkü her şeyden önce, soruşturmanın kıstaslarını, kişi başına düşen ADSL abonesi; yüksek öğrenim diplomalı eleman oranı veya rekabet ve markalaşma düzeyi gibi, esas olarak "tüketim toplumları"na özgü kriterler oluşturuyor. Yani, çıta tekrar yukarı çekiliyor.
Oysa daha yine düne kadar, yukarıdaki ölçekleri kanalizasyona, hatta elektriğe ulaşan hane oranı; bebek ölümlerindeki yüzde; bilemediniz, doğal gaz şebekesi dağılımı belirliyordu.
Artı, söz konusu soruşturma eskiden "mahrumiyet bölgesi" addedilen pek çok taşra kentinin de şimdi son derece ciddi atılımlar yaptığını ortaya koyuyor.
Dolayısıyla, metropollerdeki "refah yığılımı" tedricen ülke sathına yayılmış oluyor.
Ve bu trend, genel zenginleşme eğilimin Türkiye’nin çok büyük ihtiyaç duyduğu iktisadi adem-i merkeziyetçiliğe de beraberinde taşıdığı anlamına geliyor.
***
EMİNİM ve yaşarsak beraber göreceğiz, yukarıdaki kurum veya onun bir benzeri bundan onbeş-yirmi yıl sonra yeni soruşturmalar gerçekleştirdiğinde, ülkemiz şehirlerindeki "hayat kalitesi"ni sırf yukarıdaki kıstaslara göre de belirlemeyecek.
Bunlara, bugün ancak çok sınırlı sayıdaki "sanayi ötesi toplumlar" için geçerli olan, kişi başına düşen yeşil saha metrekaresi; solunan temiz hava santimetrekübü; bilinen yabancı dil sayısı veya bisikletlere ayrılan özel yol kilometresi gibi en "lüks" ölçekleri de ekleyecek.
Ve, biz ki dün en hurda "hususi"leri bile "lüks" sayarken bugün fakirlik seviyesini o "hususi"lerin model ve markasıyla açıklıyoruz, bu yeni "lüks"e ulaşmamıza da ramak kaldı.
ÖZÜR: Dünkü yazımda basiretim bağlanıp "potin" yerine "potur" diye yazdığım için özür dilerim.