Hadi Uluengin

Gudubet ırkçılık

20 Ocak 2009
"PARİS’e ilk gittiğimde, bulvarlar üzerindeki mağaza tabelalarında ’K’, ’W’, "Z’ gibi gudubet harflerle başlayan isimleri görünce çok sarsıldım. Haniyse, yaralandım." Yukarıdaki pasajı, 1868’de doğup 1952’de ölen ve hem Annunzio ve Mussolini’den bile önceki faşist teorisyen olan, hem de ırkçı Fransız milliyetçiliğinin babası sayılan Charles Maurras’ın ünlü "Flore" kahvesine atfen yayınladığı otobiyografiden tercüme ettim.

***

HEMEN belirteyim ki, Latin kaynaklı dilin etno - lingustik gelişim süreci itibariyle, Voltaire lisanındaki özel isimler yukarıdaki "gudubet harfler"le (!) başlamazlar.

Yani, "Action Française" liderini "yaralayan" (!) o adlar Musevi esnafa aittir.

Zaten, azılı Yahudi düşmanı olan ve yıldızı ilk kez meşhur Dreyfus davasındaki "anti-semit" saldırganlığıyla parlayan akademisyen, ecdáddan ve eşraftan taşra kökenlidir.

Başka bir deyişle, 2. Savaş nihayetinde Nazi işbirlikçiliğinden de hüküm giyecek olan Maurras ruhi ortamı, aile yapısı ve yetişme tarzı itibariyle "derin Fransa"nın tá kendisidir.

Öyle ki, kendisi agnostik inanca sahip olmasına rağmen, sırf bu "derin Fransızlık"la bütünleştirdiği için, en mutassıp Katolikliği ve Kilise’yi dahi can-ı gönülden sahiplenmiştir.

İşin özeti, ırkçı aşırı sağın ilk teorisyeni tüm hayatını "öteki" düşmanlığına adamıştır.

***

PEKİ, Charles Maurras’ın Marsilya’ya bitişik memleketi olan Akdenizli Martigues kasabasıyla, Porsuk çayının geçtiği Anadolulu bir Eskişehir arasında bir ilinti kurulabilir mi?

Yahut, masalarında aşırı sağı buluşturan Parisli "Flore" kahvesiyle, parke taşlarında hiddetli kalabalık toparlayan İstanbullu Beyazıt Meydanı arasında bir bağ olabilir mi?

Evet, böyle bir ilinti kurulabilir ve böyle bir bağ olabilir!

***

ŞÖYLE ki, Eskişehir’deki Osmangazi derneğinin İsrail saldırısından yola çıkarak "Yahudiler ve Ermeniler giremez! Köpekler girebilir" sözlerini ihtiva eden rezil tabelayı asmasıyla, Fransız ırkçının Paris bulvarlarındaki "gudubet harfler" (!) karşısında "yaralanması" (!), hiç şüphesiz, aslında aynı "öteki" düşmanlığıyla bütünleşiyor.

Artı, Cuma namazı çıkışı o İsrail’i gamalı haçla protesto eden Beyazıt cemaatinin "Hitler haklıymış, Yahudi insan olamaz!" gibi korkunç bir pankart açmasıyla, Maurras ve yandaşlarının 2. Savaş’ta Nazilerle işbirliği yapması, yine aynı nefret içgüdüsünde buluşuyor.

Zaten, imkán olsa da sosyal kökenlerini enine boyuna araştırabilsek.

Çünkü eminim ki, kozmopolit kültüre sonsuz yabancı bir taşralılık yansıtan bu "nefret tacirleri", tıpkı "Action Française" liderinin "derin Fransızlığı" ve "derin Katoliklikliği" gibi, kendilerini "derin Türklük" ve "derin Müslümanlık"la bütünleştiriyorlardır.

Nitekim, meselenin özü buraya odaklanıyor.

***

BURAYA odaklanıyor, zira ister Paris’teki "derin Fransız" ve genç Maurras’ı alın; isterseniz de Yahudileri ilk kez Viyana’da keşfeden toy ve yine taşralı Hitler’e uzanın, evrensel kozmopolitizme yabancı olmak, "öteki" düşmanlığının kökeninde hayati yer tutar.

Çünkü, açı darlığı, renk griliği ve önyargı dokunulmazlığı o "öteki"ni meçhul kılar.

Meçhul olan her şey de korku salar. Harfleri "gudubet" sayar. Onlarla "yaralanır".

Buradan başlayan "sıradan ırkçılık" da aynı korkunun nefrete dönüşmesiyle birlikte, gamalı haç çizmek ve "köpekler girebilir, Yahudiler giremez" yazmak cinnetine ulaşır.

Evet evet, küçük Hitler’ler, küçük Maurras’lar, küçük bin Ladin’ler "öteki"ni bilmemek; bilmediği için korkmak; korktuğu için de nefret etmek güdüsüyle doğar ve yaşarlar

Ve, bu lánetli, bu ölümcül, bu bulaşıcı hastalığı tedavi etmenin tek bir yöntemi vardır:

Hiçbir harfin "gudubet" olmadığını ve hiçbir harfin "yaralamadığını" öğrenmek!
Yazının Devamını Oku

Ergenekonculuk korkusu

17 Ocak 2009
ERTUĞRUL Özkök önceki günkü yazısına "Korkuyorum" başlığını atarken, yerden göğe kadar haklıdır. Somut, nesnel ve elle tutulur bir gerçeği dile getirmektedir. Çünkü, "Ergenekon" soruşturmasına paralel gelişmeler bir dizi endişe yaratmaktadır.

Ortada bir "puslu hava", bir "zehirli atmosfer", bir "cadı kazanı" kokusu vardır.

Empati yoksunlarının bu kaygı atmosferini "yarası olmayan neden gocunsun" diye hafife alması ise kolay ve ucuz bir demagojiden başka bir şey değildir.

***

DEĞİLDİR, zira "Ergenekon" üç ayrı kesim tarafından üç ayrı biçimde algılanıyor.

Bir; Türkiye’deki tüm melánetleri aynı "Ergenekon"a bağlayan ve onun ekseninde "hesaplaşmak" isteyen ilk kesim, açıkça söylemese dahi, bir "rövanş" havası yansıtıyor.

İki; bunun zıddındaki takım ise illegal örgütü zaten bir "kumpas" (!) olarak görüyor.

Dolayısıyla, birincilerin aslında "rövanş"ın da ötesinde, "intikam aldığına" inanıyor.

Belki sessiz çoğunluk diyebileceğimiz üçüncü bir kesim ise soruşturmaya karşı çıktığı için değil, hem iki uçtan birisini seçmeyi reddettiği, hem de bugüne dek saptadığı zapti ve adli zaaflardan rahatsızlık duyduğu içindir ki, "bekle gör" tutumuna daha yakın duruyor.

Ve, gerek hákim havadan, gerekse de soruşturmadaki "genellemecilik"ten ötürü, bu beklenti tavrını alanlar ve zaaflara eleştiri getirenler, kendileri için k-o-r-k-u duyuyorlar.

***

YUKARIDAKİ korku meşrudur ve bunu, "Ergenekon" soruşturmasını en baştan beri destekleyen ve ülke demokrasisi için hayati kilometre taşı addeden birisi olarak söylüyorum.

Çünkü, yine baştan beri ısrarla tekrarladım ki, lumpen silahşörlerden oluşan "çekirdek kadro"yla, "ulusalcı/neo-ittihatçı" ideolojinin kifayetsiz muhterisleri aynı kefeye sığmaz.

Benim o ideolojiye kesinkes karşı çıkmam da bu doğruyu teslim etmemi engellemez.

Hısımların "gönüldaşlığı", suçu kör kör parmağım gözüne birincilerle, zanlılığı dahi varsayımdan öteye gitmeyen ikinciler arasında örgütsel bir bağ olduğu anlamına gelmez.

***

BURADA denilecek ki, "ama bunu saptamak için dahi soruşturma icab eder".

Tabii ki öyledir! Fakat bu takdirde, o soruşturmanın hoyratlığa ve spekülasyona asla meydan vermemesi gerekir. Sonsuz itinayla davranmak mutlak zorunluluk oluşturur.

İstediği kadar láfla darbe kışkırtsın, ne fiiliyata geçtiği, ne de firarilere geçeceği aşikár olan bir ayağı çukurda hazretlerin evini gece yarısı basmak; ilgisiz falancayı dün derdest edip bugün salmak; sınırlı bir medyaya haber sızdırmak falan, hiçbiri onaylanacak şey değildir!

Bunları özü değiştirmeyen "teknik hata"lar olarak mazur görmek ise çok yanıltıcıdır.

Çünkü, hem yukarıdaki zatların "mağdur" pozu takınmasına imkán sağlayan, hem de "sıra bana mı geliyor" korkusunu perçinleyen şey, işte bu "teknik hatalar"ın tá kendisidir!

Üstelik, "ne sandın ya, geliyor" türü bel altı vuruşlar gırla gidiyorsa; patolojik vakka bir ajan bozuntusu devlet televizyonunda insanlara kara çalabiliyorsa; eleştirel duranların da "Ergenekon"a sempati duyduğu satır aralarından çağrıştırılıyorsa, ipin ucu tam kaçar.

***

OYSA, kaçmasın! Asla kaçmasın!

Çünkü, yakalanan ip aslında öyle kopmaz bir palamar ki, usturuplu çekildiği takdirde, bir ucunda "ulusalcı/neo-ittihatçı" ideolojinin en "derin"e attığı o paslı demiri su yüzüne çıkartacak; diğer ucunda ise Türkiye gemisini en sağlam demokrasi rıhtımına bağlacak.

Ve, bu usturupluluğu insani yaklaşımda da, zapti tedbirde de, adli yöntemde, siyasi ortamda da göstererek bütün bir toplumu ikna etmek varken, korku yaratmak neyin nesi?

O toplumun bir bölümü "Ergenekon" melánetinin temizlenmesinden değil, zehirli molekülleri havada uçuşan "Ergenekonculuk" genellemesinden ve çağrışımından korkuyor.
Yazının Devamını Oku

İki Ergenekon evrimi

15 Ocak 2009
"ERGENEKON"da kimse kimseyi kandırmadı. Kimse ne faka bastı, ne oyuna geldi. <br><br>İdeolojik partönerler gönüllü biçimde ve bile bile ládes diyerek buluştular. Yani şunu söylemek istiyorum ki, NATO tarafından ve anti-komünist bir gizli örgüt olarak kurulmuş olan "Gladyo"nun bugün Türkiye’de karşımıza yine gizli fakat "ulusalcı neo-ittihatçı" bir yapılanma olarak çıkması, herhangi bir kumpastan kaynaklanmıyor.

Dümeni elden kaçıran ABD’nin bu defa da başka bir hinlik tasarlayıp "vatanseverleri ters istikámette kullandığı" yönündeki komplo teorileri asla gerçekle bağdaşmıyor.

"Ergenekon", sonsuz doğal bir evrimin yine sonsuz doğal sonucunu oluşturuyor.

* * *

OYSA tabii ki, ilk bakışta ortada muazzam çelişkiler varmış gibi gözüküyor.

Nasıl olur da, tüm söylemini "anti-Amerikancılık" üzerine inşa etmiş bir dizi şahıs ve kurum, bizzat o Amerika tarafından kızağa konulmuş bir örgütle birlikte anılabilirler?

Hele hele, bunlardan bazılarının geçmişte, "Gladyo"nun Türkiye ayağını oluşturan "Kontrgerilla" işkencesine maruz kaldıkları düşünülürse, bu birliktelik inanılmaz geliyor.

Üstelik, aynı "Gladyo-Kontrgerilla"nın kuruluş ideolojisi ve işlevi belli olduğuna göre, böylesine "sağcı" bir yapının "solcu" (!) kimliği ayyuka çıkmış kimselerle işbirliğine gitmesi; en azından "gönüldaşlık" kurması tahayyül edilebilir mi?

Evet, edilebilir ve soruların cevabını vermek için de ikili evrimi saptamak yeterlidir!

* * *

BİRİNCİ evrim, gizli örgütün Türkiye ayağıyla ilintilidir. Çünkü "Gladyo" Soğuk Savaş nihayetiyle birlikte Avrupa’da tasfiye edilirken, bu, ülkemizde gerçekleştirilmedi.

Hem PKK’yla mücadelenin sürmesinden; hem de bilhassa, "derin devlet" denilen tabunun dokunulmazlığından dolayı, bizdeki yapılanma "organik sürekliliğini" korudu.

"Organik süreklilik" derken, "çekirdek kadro" dahil bünyedeki elemanların zaman içinde yenilendiğini, fakat mekanizmanın aynen kaldığını vurgulamak istiyorum.

İşte, gerek yukarıdaki devr-i daim, gerekse de komünizmin çökmesi, kendi misyon vehmini devam ettirebilmesi için Türkiye "Gladyo"suna bir "fikri değişim" dayattı.

"İç düşman" üzerine kurulmuş yapının yeni iç düşmanlar üretmesi zorunlu hale geldi.

Ve, işkenceye yatırdığı vakitler dahi aslında daima totaliter olan bir kesim "sol" (!) hemen, "ulusalcı neo-ittihatçı" ideoloji aracılığıyla ona böyle bir "iç düşman"ı işaretledi.

Dolayısıyla, yerli "Gladyo"ya zaten belirleyen ve her iki durumda da yine totaliterlik arzeden "ultra milliyetçi" söylem, illá örgütsel değilse bile "manevi" bir yakınlık doğurdu.

İşte, Soğuk Savaş "Kontrgerilla"sını şimdiki "Ergenekon"a taşıyan ilk evrim budur.

* * *

İKİNCİ evrim, "Duvar"ın çökmesinden sonra bütün hezeyanları yıkılan ve Marksist ciláya rağmen hep "öteki" düşmanı kalmış olan yukarıdaki "sol"un (!) nihai çare olarak, bu düşmanlığı zirveye vardıran o "ulusalcı neo-ittihatçı" ideolojiye sarılmasıyla başladı.

En ufak bir demokrasi inancı taşımadığı için o "sol" (!), alenen darbe kışkırtmak ve en uç şovenliği ve ırkçılığı gıdıklamak dahil, tüm evrensel değerlerin iğfal etmekten çekinmedi.

Dün "faşizme ölüm" diye bağıranlar bugün en daniska faşizme övgü düzer; dün Apo’nun elini öpüp federasyon isteyenler bugün Kürtçeyi bile reddeder; dün TSK’yı kastederek "Kıbrıs’a hürriyet" diyenler bugün "Ada satılıyor" vaveylası kopartır oldular.

Yani, nasıl ki dünya değişimi misyon áczine düşen Türk "Gladyo"sunu yeni düşman ve müttefik aramaya itti, aynı ácz malûm "sol"u (!) da böyle bir viraja soktu. Ve, buluştular!

Artı, tabii ki esas saf değiştirip ceberrut özüne dönen taraf bu son kesim oldu.

Dolayısıyla "Ergenekon" son tahlilde, illá örgütsel olmayan bir buluşma arenasında, iki totaliter ruhun ve iki otoriter projenin gönüllü biçimde ayniyet kandığı en zirve noktadır.
Yazının Devamını Oku

Ergenekon: Nereden nereye?

14 Ocak 2009
EVET, "Ergenekon" tabii ki "Gladyo"nun tá kendisidir. Onun vücut uzvudur.<br><br>Kökeni de Soğuk Savaş’a ve NATO’ya uzanmaktadır. Tarihçesi altmış yıla yakındır. Yani, o Soğuk Savaş başlangıcından itibaren, Sovyet işgali durumunda iç direnişi örgütlemek için Atlantik Paktı tarafından genel bir "Stand-behind" tanımı altında kurulmuş olan ve farklı Avrupa ülkelerinde değişik adlar alan bir dizi gizli yapılanmanın yerli şubesidir.

"Kontrgerilla"dan başlamış, Susurluk’a uğramış ve de işte "Ergenekon"a varmıştır.

Bunların tümünün birden "Gladyo" diye anılmasının nedeni de, ilk kez su yüzüne çıktığı İtalya’da, söz konusu yapının bu isimle vaftiz edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Fakat burada en önce şunları söylemek gerekiyor.

* * *

ASLINA bakarsanız, "Gladyo"ların kuruluşunda fazla yadırganacak bir şey yoktur.

Baştaki hedefi ve işlevi "normal" karşılamak gerekir. En azından anlamak gerekir.

Çünkü, günün konjonktürü es geçilemez. Olaylar şimdiki değerlerimizle yargılanamaz.

Hiçbir şeyi zamandan ve mekándan soyutlayarak açıklayamayız.

Nitekim, o altmış yıl önceki zaman ki, indi inecek, yardı yaracak, zaten Avrupa’nın yarısını yutmuş olan Kızıl Ordu’nun tekrar saldırması an meselesi addediliyordu.

Artı, 5. kol durumundaki Batı komünist partilerinin, Nazi işgali sırasında direnişçilere müttefikler tarafından sevkedilmiş olan silahları "sotaya yatırdığı" bir sır oluşturmuyordu.

Sonra o mekán ki, Ardahan’daki Sovyet yığınağı ve Boğazlardaki Stalin açgözlülüğü dahil, Kafkas’tan Manş’a, bütün bir Yaşlı Kıta’yı kapsıyordu.

Dehşet rizikolu bir nükleer tırmanmaya başvurulmadığı takdirde de, Avrupa’daki ABD kuvvetlerinin ve diğer NATO ordularının Rus birliklerine dayanması mümkün değildi.

* * *

O halde, ülke bağımsızlığını korumak isteyen başkentlerin mümkün olan her türlü tedbiri alması; bu arada da, en kötü ihtimali düşünerek, bir işgal durumunda iç cephedeki direnişi yönlendirecek gizli yapılanmalar örgütlemesi son derece makûl bir önlemdir.

Ve, silah saklamak da, cephane gömmek de, kadro yetiştirmek de işin doğası icábıdır.

Aksini düşünmek abesle iştigal eder ve Soğuk Savaş gerçeğini unutmak anlamına gelir.

Ancaak!

* * *

ANCAĞI şu ki, kim ki "legal" devlet mekanizmasına paralel "illegal" bir yapı kurdu, muazzam duyarlılık göstermezse, eninde sonunda kontrolu elinden kaçırır. İpleri koyverir.

İlk amaç ne olursa olsun, "yasal dokunulmazlık", böyle bir ayrıcalıkla teçhiz edilmiş olan örgütlerin ve şahısların başıbozukluğuna zemin yaratır. Altın tepsi içinde fırsat sunar.

Üstelik, silahşörlük ve serdengeçtilik gibi raconlara sahip insan tipleri gerektiren "Gladyo" türü yapılanmalarda, "kanuni" ve "gayr-ı kanuni" dünyalar mutlaka kesişirler.

Nitekim, dün örneklediğim gibi, káh eski Nazilerden kadro oluştururlar, káh da Mafya gangsterleriyle içiçe geçerler. Lumpenlerden ve tortulardan adam devşirmek zorunda kalırlar.

Artı, iktidar ve bürokrasiler geçici ama söz konusu örgüt iskeletleri kalıcı olduğundan, zaman aşımı, yeni iktidarların ve yeni bürokrasilerin denetimi tamamen unutmasını getirir.

Dolayısıyla da, "Gladyo"lar hızla dejeneransa uğrarlar. İçerik ve kabuk değiştirirler.

Zaten önce İtalya ve sonra diğer ülkelerde yaşanan; "Ergenekon" sayesinde nihayet Türkiye’de de yaşanmakta olan şey, bu dejeneransın aydınlanmasından başka bir şey değildir.

Ve tabii evet, anti komünist ve "pro Batı" eksende inşa edilmiş olan o "Gladyo- Ergenekon" bugün zıddına dönüşmüş olarak karşımıza "ulusalcı neo-ittihatçı" ideolojinin uzantısı bir "anti Batı" yapılanma olarak çıkmaktadır ki, aslında bu da sonsuz "normal"dir!

Bile bile ládes diyen ve kaçınılmazlık arzeden yukarıdaki gelişmeyi yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Ergenekon’un 1 Numara’sı

13 Ocak 2009
SIKI durun, çünkü Ergenekon’un o pek meçhûl "1 Numara"sını ifşa ediyorum:<br><br>Otto Skorzeny! Evet, bu isme mim koyun ve başka bir lider aramak spekülasyonlarına artık son verin.

* * *

EFENDİM, 1908 yılında Viyana’da doğup 1975 yılında Madrid’de ölen ve en kalburüstü Nazi askerlerin kılı kırk yararak seçildiği "Das Reich" tümeninde komanda subayı olan bu Avusturyalı zát, 2. Dünya Savaşı’ndaki Alman ordusunun çok ünlü bir kahramanıdır.

Başardığı mucize operasyonların haddi hesabı yoktur. Aklıma ilk gelenleri sayayım:

İtalyan "Faşist Konsey"i 1943 Temmuz’unda Benito Mussolini’yi azledip dağ başına enterne ettiğinde, "Duçe"yi áni baskınla kaçırdı. Tekrar Berlin’deki "Führer"e kavuşturdu.

Ertesi yıl, Macar Kral Naibi Amiral Horty’nin oğlunu ora başkent sarayında yine baskınla rehin alıp, Budapeşte’nin Mihver’den ayrılmak kararını şantajla durdurmuş oldu.

1944 kışında da, Müttefik ilerleyişi cepheden yarmak için, İngilizce bilen Cermen erlere Amerikan üniforması giydirtti ve pili bitik Nazilerin son Arden taarruzunu örgütledi.

Bu arada ekleyeyim ki, iki metrelik bir izbandut olan Skorzeny’nin alnındaki derin yara izi savaştan değil, mühendis çıktığı ve su gibi yabancı dil öğrendiği Viyana Üniversitesi’ndeki talebe loncalarının geleneksel kılıç düellosuna katılmış olmasından kaynaklanır.

* * *

BİLİYORUM, şimdi içinizden "bu adam bizimle alay mı ediyor" demektesiniz.

Gayet hınzır ama ölmüş bir SS subayını, alt tarafı vasat lumpenlerden müteşekkil bir çekirdek kadrosu bile dökülen bizim Ergenekon’a nasıl "1 Numara" yaptığımı sormaktasınız.

Muhtemelen de bunu, "ulusalcı neo-ittihatçı" ideolojiyi daha da küçük düşürmek için kasten uydurduğum bir senaryo, bir hezeyan olarak yorumlamaktasınız.

Hayır değil ve burada ideolojiler devreye girmiyor ki, nedenini aşağıda anlayacaksınız.

* * *

DETAYI geçiyorum, Otto Skorzeny 1948 yılında, tutuklu bulunduğu Amerikan esir kampından kaçtı. Háttá belki kaçmasına göz yumuldu, çünkü hemen CIA hizmetine geçti.

Soğuk Savaş dönemi başladığından da, Sovyet işgali halinde gerideki gerilla direnişini düzenlemek için ve NATO bağlantılı olarak oluşturulan "Stay-behind" hücrelerini kurdu.

Yani, adıyla ve sanıyla, şu pek meşhur ve şu pek esrarlı "Gladyo"nun öncüsü oldu.

Eski Nazi ve aşırı sağ kadrolara dayanarak bir çok Batı ülkesinde sayısız örgüt kurdu.

Ve, aktif subayken nasıl her bir yana yetişiyordu, yeni görevinde de aynısını başardı.

Franco İspanya’sındaki Bask ayrılıkçıları "likide etti". Beteri, İtalya’da faşist darbe tezgáhlamak için 1974 yılındaki Roma havaalanı katliamını düzenledi. Oradan Afrika’ya uzandı ve Angola’nın petrol eyaleti Kabinda’yı merkezden ayıran gerilla harekatı başlattı.

Háttá öyle ki, ideolojinin devreye girmediğini vurgulamak için şu örneği de vereyim:

İsrail gizli servisi MOSSAD dahi, o sıra Mısır’da füze inşa eden sabık Nazi álimleri "devreden çıkartması" (!) için, tabii yine gamalı haç geçmişli Skorzeny’den yardım istedi.

* * *

BÜTÜN bunları söyleyerek şunu vurgulamak istiyorum:

Evet, Ergenekon özünde Susurluk’un; Susurluk "Kontrgerilla" ve "JİTEM"im; o "Kontrgerilla" ve o "JİTEM" ise "Stay-behind" hücrelerin, yani "Gladyo"nun uzantısıdır.

Dolayısıyla da, Ergenekon’un "esas 1 Numara"sı hiç şüphesiz ki Otto Skorzeny’dir!

Çünkü, tabii ki yukarıdaki örgütlenmelerden hiçbirinin "nazilik"le (!) falan ilişkisi yoktur ama, bunların tümü arasında kesintisiz ve organik bir sü-rek-li-lik vardır!

Bireysel olmayan bu "süreklilik"in nasıl ayakta kalabildiği ve "kurucu ideoloji"nin niçin káh zıddına dönüşerek, káh elástikileşerek devam edebildiği konusunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Dokuzuncu dalga Ergenekon’u

10 Ocak 2009
İLK "Ergenekon" operasyonu ertesinde ne düşünüyorsam ve ne yazdıysam, şimdiki dokuzuncu dalga sonrasında da aynı şeyi düşünüyorum. Dolayısıyla da, aynı şeyi yazacağım.

Evet, böyle illegal bir "yapılanma" mevcuttur! Varlığı mutlaktır!

İktidarı zaptetmek için darbe planlamak dahil, her türlü melánete bulaştığı da kesindir.

Genel ideolojisi ise "ulusalcı - neo-ittihatçı" temele oturmaktadır.

Ancaak!

***

ANCAĞI şu ki, söz konusu "Ergenekon", bazılarının iyi niyetle inandığı veya inatla öne sürdüğü gibi, her şeye kádir olan ve her kötülüğü düzenleyen bir "örgüt" değildir.

Çünkü, zaten daha elástiki bir ifade bulamadığım için yukarıda "yapılanma" dedim, azgın bir "çekirdek kadro" hariç tutulursa, o "Ergenekon" aslında "örgüt" de değildir!

Ortada, bu sözcük işitildiği zaman tasavvur edilen türden maddi organizma yoktur.

Programı, hedefleri ve üyeleri en azından asgari ölçüde belirlenmiş olan ve hiyerarşik bir disiplin çerçevesinde yönlendirilen herhangi bir "teşkilat"tan söz edilemez.

Evet evet, "Ergenekon" son tahlilde, káh gevşek bağlar etrafında buluşan, káh ondan bile mahrum olan kifayetsiz muhterislerin toplandığı bir ahbap çavuş tekkesidir ki, nokta!

***

ÖYLEDİR ve dolayısıyla, "Gladyo - Kontrgerilla - Jitem" artığı asker - sivil "eski tüfekler"den, her işe bulaşıp hiçbir şey beceremeyen "rate" tortulara uzanan bu hantal gövdeyi "örgüt"e değil, "magma" denilen türden bir kaynar kazana benzetmek gerekir.

Bir kaynar kazan ki, içine boca edilmiş olan her cins sıvı farklı moleküllere sahiptir.

Bu yüzden de, altındaki ateş istediği kadar fokurdasın, nihayetinde ortaya ne ortak bir alaşım çıkacaktır, ne imbikten "ab-ı hayat" şurubu süzülecektir.

En kabadayısı, şimdi olduğu gibi, fazla köpükler kepçeyle çukura boca edilecektir.

Her halükarda, dokuzuncu dalgadan sonra bile, tutuklu veya gözaltında bulunan şahısların tek bir "Ergenekon örgütü" çatısı altında organik faaliyet sürdüğü ispatlanamayacaktır.

***

YUKARIDAKİ saptamaları yapmakla, en yukarıda belirttiğim gibi, melánete bulaştığından hiç şüphe duymadığım bir dizi şüpheliyi baştan aklamış olmuyorum. Asla!

"Ergenekon" tehlikesini küçümsemeye de kalkışmıyorum. Háşá!

Kaldı ki, Ankara’daki kazıdan dün çıkan cephanelik veya son dalgaya dahil "silahtar yarbay"daki firarilik falan, soruşturmanın turnayı gözünden vurduğuna delil oluşturuyor.

Üstelik, herhalde, aynı "ulusalcı - neo-ittihatçı" cihet tarafından çoktan "listeye alınmış olan" bu satırlar yazarının o "Ergenekon"a "hoşgörüyle" (!) bakması düşünülemez.

Fakat benim sempatilerim veya antipatilerim aşağıdaki nesnel gerçeği değiştiremez:

***

BIRAKIN derin devlet darbesi başarmayı falan, gerçek "örgüt" niteliği dahi olmayan o "Ergenekon" magmasını azılı ve azınlık bir "çekirdek kadro"yla özdeşleştirmek yanlıştır.

Hele hele, "ulusalcı - neo-ittihatçı" ideolojiyi söylemsel planda sahiplenen "açık şahsiyetler"i onlara dahil ederek "tevkifata gitmek", her bakımdan çok vahim bir yanlıştır!

İnsani açıdan da, adli açıdan da, hukuki açıdan da, siyasi açıdan da yanlıştır!

Üstelik, buradaki riziko yalnız kurunun yanında yaşın da yanmasıyla sınırlı değildir.

Epey noktada "yaş tahta"ya basıldığı anlaşılacağından, bunun yaratacağı tepkiyi fırsat bilecek "kurular"ın, yani gerçek suçluların da "yanmaktan" kurtulması ihtimali mevcuttur.

Zaten bu tepkinin doğuşunu farkettikleri içindir ki de, hemen "mağdur" pozu takınan o "kurular" zeytinyağı gibi üste çıkarak, "faşizm kurbanı" (!) olmaktan dem vurmaktadırlar.

"Ergenekon" gelişmelerine böylesine soğuk ve nesnel bir açıdan bakmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Sıradan İsrail

8 Ocak 2009
İSRAİL şu veya bu "kutsal"la donatılmamıştır. Ayrıcalığı ve dokunulmazlığı yoktur. Davudi yıldızlı ülke, kendisinin pozitif, hasımlarının ise negatif yönde oluşturmuş oldukları "pathos" heyecanlara rağmen, aslında sıradan bir "ulus-devlet"tir. O kadar!

Zaten Siyonizm de, geç ve tepkisel bir milliyetçilikten başka bir şey değildir.

Kullandığı tarihi, dini ve ulvi referanslar ise, o her "ulus-devlet"in mutlaka ihtiyaç duyduğu ve tabii ki özü laikleştirilerek üretilmiş olan "kurucu efsaneler"e dahildir.

* * *

ÖYLEDİR ve nitekim, çağdaş oldukları için burada karşılaştırmalı bir örnek verelim.

Agnostik inançlı Theodor Hertz’in Siyonist ideolojiyi yaymak için "Musevilik"i işlemesi, Fransız sağına teorisyen ve ateist inançlı Charles Maurras’ın "Büyük Fransa" ruhunu şırıngılamak amacıyla "Katoliklik" öğesini kullanmasından çok farklı değildir.

Yani, her iki milliyetçi lider açısından da din ve din mitolojisi, ulusun inşasında ve bekaasında pragmatik, hattá oportünist biçimde kullanılacak bir harç işlevi görürler.

O halde demek ki, şimdi zaten oturmuş bir "ulus-devlet" olan İsrail hiç bir zaman herhangi bir "mukaddesat"la teçhiz edilmemişti.

Dolayısıyla, Yahudi kavminin uğramış olduğu korkunç soykırım, onun bugün yine bir "ulus-devlet" sıfatıyla işlediği ve işlemekte olduğu suçları asla eleştiriden muaf kılamaz.

Ve yine dolayısıyla, İsrail’i artık kesinkes "sıradanlaştırmak" gerekmektedir.

* * *

İŞTE, böylesine "sıradan" bir "ulus-devlet" olan İsrail, gayet doğal olarak, iç ve dış siyasetinde de "sıradanlık" sergiliyor. Ne "mucizeler" yaratıyor, ne komplolarla yönetiyor.

Önce iç politikada "sıradanlık" sergiliyor ve zaten, Gazze’de bir "azamiyetçi ileriye kaçış" aktörü olarak ortaya çıkan Hamas’ın ateşkes bitimi ertesindeki "roketçi gerçekçilik"ine karşı kendisinin de derhal "tankçı gerçekçilik"le cevap vermesi, bunun somut ispatıdır.

Zira, aynı Filistin örgütü dahil herkes biliyordu ki, seçim arifesindeki Yahudi Devleti’nde hiçbir iktidar, parti veya lider, Hamas’ın tekrar başlattığı saldırıları "geçiştiremez".

Bırakın böyle bir "alargalığı" (!), hangi politikacı ki, biraz alttan almayı, biraz mutedil olmayı, biraz ölçülü davranmayı şöyle kısmen önerir, oylar balıklama dibe dalar.

Çünkü, "sıradan" İsrail’de "sıradan" bir kamuoyu vardır. Vasat reflekslere sahiptir.

Hemen bütün kamuoyları gibi, kafasına roket düşmesinin nedenleri hakkında ve sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde uzun boylu kafa yormaz. Filistin sorununun derinine inmez.

Aksine, roketlerin derhal savacak kolay siyasetleri ve kolaycı siyasetçileri tercih eder.

Zaten, Gazze’de kafa göz yaran Tel Aviv hükümetinin bugün yapmakta olduğu şey de, ortadaki "sıradan talep"e "sıradan arz" sunmaktan başka birşey değildir.

* * *

ÖTE yandan, bazılarına çok "orijinal" veya çok "şeytani" (!) gelse dahi, "sıradan" İsrail’in dış politikaları da aslında son derece "sıradanlık" yansıtıyor. Vasatlık sergiliyor.

Doğrusu, Hamas’ı "sopalamak" (!) fırsatının en çok Bush’un görevi devretmediği ve Obama’nın başkanlığı üstlenmediği kısmi iktidar boşluğu sırasında doğduğunu görmek için ne "cingöz Recai" olmak, ne de Makyavel’in rahle-i tedrisinden geçmek gerekiyor.

Artı, Arap ülkelerinin o Hamas’ı zaten dışladığı düşünülürse de, dün kaydettiğim gibi, Gazze saldırısı İsrail’in kendi dış politika "gerçekliğinde" yine büyük "normallik" arz ediyor.

* * *

FAKAT, Siyonist Devlet, Filistinliler ve dünya için "normal" olmayan bir şey var:

Bütün yukarıdaki "sıradanlıklar", insani kıstaslar, ahlaki ölçüler, Yahudi etikler ve uluslararası hukuklar açısından asla "sıradan" değildirler. Asla da öyle addedilmeyeceklerdir.

"Ulus-devlet"i "sıradan" İsrail, evrensel değerlerde de "sıradanlaşmak" zorundadır.
Yazının Devamını Oku

Hamas’ın gerçeği

7 Ocak 2009
ASLINDA ne Hamas, ne de İsrail, Gazze’de ateşkesin sona erdiği 19 aralık ertesinden itibaren, şu an uygulamakta oldukları şiddet politikasından başka bir yol seçebilirlerdi. Daha doğrusu, tabii ki seçebilirlerdi ama, farklı bir tercihin devreye girmesi için her iki tarafın da dün sözünü ettiğim o radikal "zihniyet devrimi"ni gerçekleştirmiş olması gerekirdi.

Yani, birbirlerinin devlet varlığını manen ve maddeten kabullenmeleri farz olurdu.

Ancak, olmayacak duaya amin denilemeyeceğine göre, gerçekçi bakalım ve hasımların ateşkes nihayetinde neden farklı tavır takınamayacak olmalarının gerekçelerine gelelim.

İsrail’i yarına bırakıyorum ve bugün yalnız Filistin - Hamas cihetine değineceğim.

***

EN önce, hem Müslüman - Arap Álem’deki genel "İslami yükseliş"in, hem de Filistinli kitlelerin FKÖ yönetimine karşı duyduğu hoşnutsuzluğun rüzgarlarını arkasına alarak Gazze’de iktidar olmuş olan bu kurum, hiç şüphesiz ki bir "ileriye kaçış" örgütüdür.

Başka bir deyişle, İsrail’in "mutlaka yok olması gerektiğini" zaten kendi "kitabına yazmış" olan Hamas, en baştan itibaren tamamen "azamiyetçi tercihler" yapmıştır.

Daha doğrusu, Siyonist Devlet’in "körlüğü"; yahut el altından verdiği kasti ve sinsi destek, onun bu "azamiyetçilik"ine altın kova içinde zemzem suyu taşımıştır.

Şöyle veya böyle ama, her halükarda şu kesin bir vakıa ki, Hamas’ın aynı kitabında, yukarıdaki uzlaşma kelimesinine ilişkin en ufak bir deyim dahi mevcut değildir.

Belki belki, çok punduna getirdiği ve İran sinyal verdiği takdirde taktik bir uzlaşmaya yanaşabilir ama, "Yahudiyi denize dökmek" (!) üzerine kurulu ana stratejisini değiştirmez.

***

ASLINDA "değiştiremez" demeliyim, çünkü Hamas’ın maddi ve ruhi temeli, "desperados" denilen ve kaybedecek şeyi olmayan umutsuzluk kitleri üzerine oturmaktadır.

Fakat doğru, özellikle Şerid’deki sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı başarılı biçimde örgütlemiş olması, geçmişte kendisine ciddi destek sağladı. Fakat yine de, bu olgu ikincildir.

Hamas’ın esas "mucizesi" onun metafizik; daha açıkçası, dini söyleminde yatmaktadır zira, doğal veya değil ama o "umutsuzluk kitleleri" her yerde ve her zaman, intikam, şehádet, mukadderiyat gibi inanç, vaat ve fanatizmlere diğerlerinden çok daha açık olurlar.

Yaşadıkları acılara "madde ötesi"nde çözüm yahut "mükafat" aramaya meylederler.

Dolayısıyla, Hamas’ın yukarıdaki "azamiyetçi ileriye kaçış"tan kısmen çark etmesi; yani 19 aralık ateşkesi ertesinde nispeten "mülayim" beklemeyi ve makro anlamda gerçekçi davranmayı seçmiş olması, bu defa onun bizzat kendi ayağına ateş etmesi anlamına gelirdi.

Kaldı ki, Hamas’ın stratejisine sınırlandığı takdirde, aslında taktik gayet gerçekçidir!

***

GERÇEKÇİDİR çünkü bir; İsrail ambargoyu kaldırmadığından ve Mısır sınırı açmak için FKÖ şartını koştuğundan, statükonun ateşkes sonrasında da devamı halinde, Gazze’de yaşanan dev zorlukların sürüncemede kalacağı kitleler nezdinde kesinlik kazanmış olacaktı.

Dolayısıyla da, Hamas’ın tedricen destek yitirmesi rizikosu çok yükselecekti.

Gerçekçidir çünkü iki; kasten halk içine gizlenmiş "roketçiler"i vurmak için Siyonist ordunun çoluk çocuk ayırımı yapmayacağı aşikár olduğundan ve yaratacağı infial karşısında da Hamas’a hasım FKÖ ve Arap yönetimleri iki arada, bir derede kalacağından, gerilimi tırmandırmamak ve "masum" imajını güçlendirmemek, fırsatı kaçırmak anlamına gelecekti.

Ve gerçekçidir çünkü üç; hem İsrail seçimleri, hem de bilhassa, ABD yönetiminin fiilen Obama’ya geçmesi arifesinde, Hamas’a sıkı fıkı dost İran ve Suriye’nin ısrarlı arzuları doğrultusunda Ortadoğu’yu "hareketlendirmemek", diğer bir fırsatı heba etmek olacaktı.

İşte, Hamas’ın ateşkes bitiminde "roketçi gerçekçiliği" seçmesinin nedenleri bunlarda yatıyor ki, ona düşman İsrail’in aslında özü aynı "tankçı gerçekçilik"ine yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku