BİZİM de ara sıra kullandığımız "anakronik" sözcüğü eski Yunancadan türetilmiştir.
Sondan başa; yukarıdan aşağıya; ileriden geriye dönmek durumunu çağrıştıran "ana" takısıyla, takvim, tarih, dizin anlamına gelen "kronos" kelimesinin bileşiminden oluşmuştur.
Ve, felsefede, siyasette, iláhiyatta vs. "anakronik" deyimini veya onun yöntemsel kavramını adlandıran "anakronizm" terimini kullandığımızda, şu yanlışı kastetmiş oluruz:
*
GEÇMİŞTE mevcut olmayan veya henüz genel kabul görmeyen ve ancak bugün geçerlilik taşıyan değerleri ve ölçekleri kıstas alarak, o geçmiş hakkında hüküm vermek.
Örneğin, şimdiki "insani ahlakçılık"ımızdan yola çıkar ve dönemin mutlakiyet kavramını ve sultanlar arası iç savaşlarını görmezden gelerek, Osmanlı padişahlarının kardeş öldürtmesini "vahşet" diye tanımlarsak, işte bu türden bir yanlışa sürüklenmiş oluruz.
Yahut, çağın köleci toplum gerçeğini unutup, esirlerin Atina forumundan dışlanmasını "sahte demokrasi" diye eleştirmeye kalkarsak, yine "anakronizm"e düşmüş sayılırız.
Çünkü, mutlak anlamda "normatif" bir tarih yoktur. Olmamıştır ve de olmayacaktır.
Her "normal" belirli bir mekánda; bilhassa da belirli bir zamanda; yani Yunani sözcüğün içindeki "kronos"tan oluşmuş olan kronolojide geçerlidir. Göreceli ve değişkendir.
Dolayısıyla da, "ana" türü geri sayımla "son"dan "baş"a dönüp, bizim o táa "baş"tan itibaren edindiğimiz birikimle aynı "baş"ı "yargılamaya" kalkışmamız, abesle iştigal eder
Tıpkı, "tek parti dönemi"ne ilişkin hem methiye, hem de eleştirilerde olduğu gibi.
*
ÖYLE, zira her şeyden önce, ben de dahil, yukarıdaki dönemin demokrasi eksikliğini; "Ebedi Şef" ve "Milli Şef" otoritarizmini; Jakoben dayatmacılığını; Türkleştirme aşırılığını; müdahil laikçiliğini vs. saptarken, bütün bir tarihi birikimi arkamıza almış durumdayız.
Başka bir deyişle, "kronos" kronoloji önümüzde durduğundan, bizim işimiz kolay.
Oysa, "Mütareke"den sonra bizzat o tarihi yapmış olanların böyle bir "lüks"ü yoktu.
Başta Büyük Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın, Cumhuriyet’in ve Türk Devrimi’nin kadroları söz konusu tarihte el yordamıyla ilerlediler. Káh yenildiler, káh yendiler.
Üstelik de çok milletli ve çok dinli bir imparatorluğun tasfiyesi ertesi İslam Álemi’ndeki ilk modern ulus-devleti inşa ederken, tek bir örnekten ve tek bir deneyden yoksundular.
O halde, yanılgıya düşmeleri, aşırıya yönelmeleri, zigzaglar çizmeleri sonsuz doğaldır.
Artı, bugün bunları saptıyor ve inkarcılığa kaçmadan eleştiriyor olmamız da doğaldır.
Doğal olmayan ve tamamen "anakronik" çerçeveye giren iki vahim şey ise şudur:
*
BİR; kendilerine "ulusalcı" veya "Kemalist" diyenlerin yaptığı gibi, o yanılgıların ve aşırılıkların varlığını yok sayarak ve tarihin birikimden süzülen şimdiki durumu ve kıstasları reddederek, "tek parti dönemi"ni ve dayatmacı ideolojisini bugün de uygulamak istemek!
Burada hem köhne ve kokuşmuş bir "nostaljiya" mevcuttur, hem de dünden kopamadığı için bugünü de anlayamayan, ters yönlü bir "anakronizm" söz konusudur.
Laiklerine "liberal", din hassasiyetlilerine de "İslami intelligentsia" denilen ve zıt kutupta yer alan öteki "anakronik" yanılgı sahipleri ise, o "dün"ü o "bugün"ün terazisinde tartarak, geçmişi tu kaka etmektirler. Veya eleştirelliği inkárcılık raddesine vardırmaktırlar.
Dolayısıyla da, bunların birincisi "duragan" ve "arkaik"; diğeri ise "idealist" ve "mükemmeliyetçi" bir "anakronizm"e tekabül eden tarih anlayışını benimsemektedirler.
Oysa her iki de aynı ölçüde yanlıştır ve her ikisi de aynı ölçüde gerçekçilikten uzaktır.
Ne "normal"i ebedi, ne de bugünkü "normal"i dün de geçerli olan bir tarih vardır.
Ve şimdi tabii ki "anormal" olan ve öyle olması gereken "tek parti dönemi" ve onun ideolojisi aslında dün sonsuz n-o-r-m-a-l’di ki, bunun nedenlerini yarına bırakıyorum.