BURUN duyarlılığına hitab edeceğim aşağıdaki benzetme belki biraz soyut kalacak.
Çünkü şöyle bir metafora başvurmak istiyorum ki, kesin bir kural değilse bile yine de genel olarak, tarihteki pek çok devrin, dönemin, dilimin belirli bir "koku"su vardır.
Buradaki "koku" kelimesiyle esas gidişatı, ana rotayı, hakim eğilimi kastediyorum.
Örneğin, Berlin Duvarı’nın yıkılması nasıl ki "demokratizm"i öne çıkardı, bundan iki buçuk asır önce de "aydınlanma çağı" dediğimiz mantıkçı devir hüküm sürmeye başlamıştı.
Zaten, Amerikan bağımsızlığı da, Fransız Devrimi de bunun doğal uzantısıdır.
***
İŞTE, bizim Cumhuriyet’imiz ve "Türk İnkilábı"mız; dolayısıyla bunların ikisinin de pekişmesinde iktidar aracı oluşturan "tek parti dönemi", böyle bir "koku" devrine raslar.
Ancak bu yeni "koku", yukarıdaki "demokratizm"in gerilemesine ve zıddındaki otoritarizmlerin ve totalitarizmlerin yükselmesine denk gelen bir döneme tekábül eder.
Şöyle ki, felsefi kökenleri 1. Harb öncesine uzanan yukarıdaki gelişme, modernitenin ve hümanizmanın reddiyle "havaya girmişti". Esas itibariyle de Nietzche’de hayat buldu.
Sonra, Almanya’daki "muhafazakár devrimcilik"; Fransa’daki "Action Française" ve İtalya’daki "arditizm - fütürizm" akımlarıyla, iyiden iyiye siyasi bir boyut kazandı.
Ve, Avrupa tarihinde yaşanmış en büyük kábusu oluşturan o 1. Harp bittiğinde, ABD Başkanı Wilson’un adını taşıyan "naif" prensipler,korkunç arbedeyle birlikte bir varoluş krizine gömülmüş olan Yaşlı Kıta’nın derdine devá sunamayınca, teorik çerçevesi zaten aşağı yukarı çizilmiş olan otoriter ve totaliter rejimlerin pratiğe uygulanma devri başladı.
Dolayısıyla, bizim "tek parti dönemi"miz de, tüm dünya sathında burun deliği kırmış olan bu "koku"dan soyutlayanamaz. Dış dinamiklerden ayrıştırılarak değerlendirilemez.
Yok eğer bunu yapar ve "demokrasi yoktu" diye eleştirirsek de, dün belirttiğim gibi, tarihi bugünkü kıstaslarımızla yargılamaya kalkışan o "anakronik" yanılgıya düşmüş oluruz.
***
ÖYLE, çünkü genç Cumhuriyet’te "tek parti dönemi"ni iktidara "mıhlayan" 3 Mart 1925 tarihli "Takrir-i Sukûn Kanunu"ndan itibaren, dünyaya şöyle bir göz atalım.
Komşu SSCB Bolşevik bir diktatörlüktür. İtalya’da zaten faşizm iktidardadır.
Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti ise kurulduğundan beri buhranla boğuşmaktadır.
Bir yandan Nazilerin, bir yandan komünistlerin anti-parlemantarizmi yükselmektedir.
Fransa demokrasidir ama skandallar aynı anti-parlemantarist eğilime güç katmaktadır.
Polonya, Macaristan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Portekiz ve az sonra İspanya, bunların hepsi kah kraliyetçi, kah değil, diktatorya hümranlığı altındadırr.
Özetlersek, söz konusu totalitarist akımların hızla güç kazanmasına rağmen hálá çoğulculuğu koruyabilen İngiltere, İsviçre, Çekoslovakya, Benelüks ve İskandinavya ülkeleri hariç, Avrupa’daki bütün "esaslı" ve "ağır top" devletletler, Türkiye’deki "tek parti yönetimi"ni dahi mumla aratacak ceberrut rejimlerin sultasına girmiştir.
Ve çok daha önemlisi, en başta geniş halk kitleleri, filozof Heidegger’inden yazar Celine’sine, "miadı dolduğuna" hükmedilen demokrasinin geleceğine kapik yatıran yoktur !
***
O halde şunu hemen saptayalım ki, böylesine bir "koku" ortamındaCumhuriyet’ten ve "Türk İnkilábı"dan "demokratik yol" beklemek ve ummak abestir. Hayal bile edilemez.
Kaldı ki, burada bir devrim; üstelik de çok milletli bir imparatorluktan ulus-devlete ve moderniteye geçişin devrimi söz konusudur. Daha üstelik, İslami bünyede gerçekleşmektedir.
Ve, devrimlerin zaten demokratik olamayacağı vakıası bir yana, aslına bakarsanız "tek parti yönetimi" pek çok devrimle karşılaştırılamayacak oranda da "müláyim" davranmıştır.
Bunu ve "tek parti yönetimi"nin iç dinamiklerini Cumartesi günü işleyeceğim.