17 Mart 2009
"TÜBİTAK"ın son Darwin sansürünü işittiğim an aşağıdaki anekdotu hatırladım. Gerçek midir, yoksa uydurmasyon mudur tam çıkartamıyorum ama, her halükarda çok bilinen ve tá 1859 yılına uzanan rivayet şöyledir:
***
BÜYÜK doğabilimci o sonsuz ünlü "Türlerin Kökeni" kitabını yayınladığında, insanın maymundan inmiş olabileceğini öğrenen bir İngiliz leydi dehşetlere düşmüş.
Ve de, şokun tesiriyle şakkadak düşüp bayılmış.
Histerik nedimelerin "oh, my gooood" çığlıkları falan, kendisi nihayet kolonya ve tuzruhuyla ayılttığında da, asilzade hanımın ilk söylediği cümle şu olmuş:
"Umarım doğru değildir. Fakat eğer doğruysa, sakın maymunlar duymasın."
***
EMİNİM, "TÜBİTAK" sansürcüleri de yukarıdaki anekdottan haberdardı.
Ancak, bunu tersine çevirdiler.
Yani, "aman, sakın insanlar duymasın" demeye getirdiler.
***
ÖYLE ya, "DNA" ve kromozom formüllerindeki müthiş yakınlık dahil, biz "homo sapiens" cinsi iki ayaklılarla mevcut bütün benzerliklerine rağmen, hısım türdeşimiz ve uzak akrabamız maymunlar henüz okuma yazma öğrenebilmiş değiller.
Nitekim, sizi bilmem ama ben kendi hesabıma, bilim-kurgu filmleri hariç, yamyassı burnunun üzerine "entel gözlük" taktıktan sonra, kıllı elleriyle bir yandan muz atıştırıp, diğer yandan da "Doğal Seçim Yoluyla Türlerin Kökeni, Veya Hayat İçin Mücadelede Ayrıcalıktan Yararlanan Irkların Varlık Sürdürmesine Dair" gibi çok bilgiç bir başlık taşıyan kitabın safyalarını çeviren bir şempanzeye, bir gorile, bir şebeğe hiç rastlamadım.
O kadar hayvanat bahçesi dolaştım, o kadar sirk sahnesi seyrettim, o kadar laboratuvar kafesine baktım, iláç için bir tanesinin bile Charles Darwin kıraat ettiğini görmedim.
***
VAKIA, doğru, bazılarının bir bölüm zeka testinden geçtiğine ilişkin epey şey işittim.
Lákin yine de, bunların alfabeyi sökebildiğine dair tek bir haber duymadım.
Dolayısıyla, madem ki durum böyledir, Darwin’in 200. doğum yıldönümü nedeniyle hazırlanmış olan "TÜBİTAK" dergisi maymunlara değil, insanlara hitap etmeyi amaçlıyordu.
Eh bu takdirde, sansürcülüğün arkasında "aman, sakın insanlar duymasın" tasasının yattığını söylemekle ne kimseye iftira atmış oluyorum, ne de yöneticilerin günahına giriyorum.
İngiliz asilzadenin tepkisine atıfta bulunarak, aslında nesnel bir vakıayı saptıyorum.
***
OYSA bu vakıa sonsuz vahimdir. Zira, Büyük Charles Darwin’in keşfettiği ve bilim felsefesi temelinde de ispatladığı "Evrim Teorisi"ni sumen altı etmeye kalkışmak; üstelik bunu o "bilim" kelimesiyle donanmış bir kurumun çatısı altında yapmak, Kraliçe Victoria dönemi leydisine atfedilen anektodla bile karşılaştırılmayacak ölçüde hezeyan yansıtmaktadır.
Artı, bu hezeyan Türkiye’deki "dini duyarlılıklı" iktidarla falan da sınırlı değildir!
Esas köken, çağımızı tüm dünya sathında belirleyen ve rasyonel akılcılığı aşındırmak için elinden geleni ardına koymayan şu melûn "post-modern zamanlar"a uzanmaktadır.
Diğer bir deyişle, "TÜBİTAK"ın "aman, sakın insanlar duymasın" refleksi, "derin Amerika"daki "yaratıcılık" şarlatanlığından, "derin Rusya"daki Gürciyef "ışıldakçılık"ına uzanan bir yelpazede, "gayri mantıkçılık"ın gemi azıya almasından kaynaklanmaktadır.
Ve, yukarıdaki "aman, sakın insanlar duymasın" içgüdüsüne meydan okuyarak, "Evrim Teorisi"nin bilim felsefesi açısından doğrulanmışlığı da dahil, bu "gayri mantıkçı" akımın ipliğini pazara çıkartacak nesnel gerçekleri yarın burada tekrar du-yu-ra-ca-ğım.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2009
DTP etnik kimlikli bir parti midir?<br><br>Evet, öyledir! İstediği kadar bütün Türkiye’yi kucakladığını söylesin; daha doğrusu, mevcut yasal zorunluluktan dolayı söylemek zorunda kalsın, bu siyasi yapı bir "Kürt aidiyeti" kurumudur.
Bunu "açıklamak" (!) da Bursa’daki Sağır Sultan’ın bildiği bir malûmu ilán etmektir.
***
ANCAK, sanılmasın ki yukarıdaki saptamayı yapmak ihtiyacını hissetmem, söz konusu kurumun o Kürt kimliğine karşı duyduğum rahatsızlıktan kaynaklandı. Tam tersine!
Evet tam tersine, zira ilkin, DTP’nin yasal varlığı Türkiye demokrasisini pekiştiriyor.
Sonra da, onun bir "etnik aidiyet sözcüsü" olarak legal siyaset arenasında yer alabilmesi, Kürt sorununun çözümü açısından bir şans ve fırsat oluşturuyor.
Kırdığı potlar ve sergilediği acemilikler ise bu iki temel gerçeği değiştirmiyor.
***
ÖYLE, çünkü her şeyden önce, etnisite üzerine inşa edilmiş kurumların mevcudiyetine yasal zemin sunmak, evrensel demokrasilerin olmazsa olmaz şartıdır.
Zira, onu yıkmak hariç, madem ki aynı demokrasi her türlü fikre ve akıma açıktır, bu takdirde, kavmi temeldeki siyasi gruplaşmaların varlığını da sonsuz doğal karşılamak gerekir.
Nasıl ki köylü, işçi, esnaf veya çevre partilerinin belirli bir zümre yahut duyarlılık etrafında politika forumunda yer almasını sonsuz normal karşılıyoruz, herhangi bir etnik ya da kültürel eksenin siyasi organizmaya dönüşmesi de aynı ölçüde normaldir.
***
NORMALDİR ve nitekim, hadi 2. Savaş öncesindeki ender demokrasilerden birisi olan Çekoslavakya’nın Südet Almanları partisine kadar çıkmayayım ama, bugüne ne demeli?
Britanya’da İskoç ve Gal; İspanya’da Katalan, Bask ve Galiç; Belçika’da Flaman ve Valon; Romanya’da Macar; Finlandiya’da İsveç, háttá su katılmamış İtalya ve Hollanda’da bile "Padan" (!) ve Friz farklılıklarını temsil eden siyasi kurumlar ibadullah değil mi?
Bunların hepsi de bir "etnik kimlik" adına ülke siyasetinde yer almıyorlar mı ?
Kaldı ki o kadar uzağa ne hacet, "Hak ve Özgürlük Hareketi" çatısı altında meclise girmiş olan Türkler ve Pomaklar, komşu Bulgaristan’da bakanla temsil edilmiyorlar mı?
Bu takdirde, evrensel demokrasinin ilke ve işleyişi açısından durum böyleyken, DTP’nin de bir "Kürt kimliği" partisi olarak ortaya çıkmasında yadırganacak hiçbir şey yoktur.
***
ÖTE yandan, söz konusu partinin yasallığı ister istemez illegaliteyi aşındırmaktadır.
Başka bir deyişle, subap ve aracı işlevi görerek "ehlileşme" kanalları açmaktadır.
Böyle bir olgu ise Kürt sorununun çözümü açısından hem şans, hem de fırsattır.
Çünkü, geçmişteki inkárcılığımız göz önüne alındığı takdirde, tabii ki etnik temsiliyet hakkı en başta, "dağdakiler"i (!) ovaya indirebilecek olan her şey o çözüme hizmet eder.
Zira, böyle bir hak yurttaş bilincini pekiştirir. Perçinler. Azamiyetçi pabucu dama atar.
Yani, "nefes boruları" açıldığı oranda, doğacak ferahlama, ebedi bir "astım krizi"ne kocakarı ilacı dağıtan PKK’nın reçetesini hükümsüzleştirir. Giderek de eczanesini iflas ettirir.
Nitelim, Kuzey İrlanda’daki "IRA-Sinn Fein" ilişkisine karşı Londra’nın ve İspanya ’daki "ETA-Batasuna" irtibatına karşı da Madrid’in aynı yaklaşımı aynı sonucu sağlamıştır.
Artı, illegallerinden farklı olarak, etnik kimlikli yasal kurumlar "muhatap" misyonu üstlenebildikleri içindir ki, yukarıdaki "subap" ve "aracı" işlevleri daha da çok önem kazanır.
Bu takdirde, evet, DTP veya bir başkası Kürtleri temsil ettiğini dobra dobra söyleyecek anayasal ortama kavuştuğu ölçüde hem o parti gerçekten bütün Türkiye’yi; hem de bilhassa, Türkiye bütün Kürt yurtaşlarını bizzat "Kürt kimliği"yle kucaklamış olacaktır.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2009
EĞER taşra uzantısı varsa, Büyük Ajda Pekkan’ın asli kökenini bilmiyorum. Soyunu sopunu, etnik aidiyetini, aile şeceresini, familya kütüğünü de bilmiyorum.
"DNA" şifresini, kan grubunu, kromozom formülünü ise hiç mi hiç bilmiyorum.
Zaten beni ne ilgilendirir ki? Bizi ne ne ilgilendirir ki? Üstümüze ne vazife ki?
Ajda Pekkan, "Belvü"deki sahneden ve kapısındaki "Citroen DS" otomobilden; yani "Tanrıça" anlamına gelen "dees" kavramından öğrendiğim Ajda Pekkan’dır ki, nokta!
Yukarıdaki türden "ırki meraklar" ancak ve ancak, ölüm ilánlarından "Sabetayist" keşfeden şarlatan "profesörler"e (!) ve Nazi teorilerinden "dönme" icat eden "ulusalcı tarihçiler"e (!) özgüdür ki, onların vaat ettiği yer Dachau ve Auschwitz’deki gaz odalarıdır.
***
PEKKAN’ın etnik kökenini bilmiyorum ve ilgilenmiyorum ama, yine de kalıbı basarım ki, yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz ihtimalle kendisi Kürt değildir.
Doğrusu, Fırat’ın öteki yakasıyla alákası olabileceğine bir nebze ihtimal vermiyor.
Zira insaf eyleyin, bırakın klasik "Türk"ü, "Süper Star"ın hem mecázi, hem de fiziki bağlamda "Beyaz Türk" kategoriye girdiğini saptamak için müneccimbaşı olmak gerekmiyor.
Biraz göz adabı, biraz da sosyolojik gözlemleme yukarıdaki tesbiti yapmaya yeter.
***
VE işte, söz konusu "Türklüğüne" (!); üstelik de o "Beyaz Türklüğüne" rağmen, Ajda Pekkan Kürtçe şarkı söyledi.
"Kürt Kızı" anlamına gelen "Keçe Kurdan"ı Ahmed Ceziri dilinde terennüm etti.
"Hürriyet" Gazetesi’nin "Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı" için pazartesi gecesi düzenlediği konserde, genç meslektaşı Aynur’la birlikte Kürdi lisanı kullandı.
Büyük Ajda Pekkan zaten büyüktü, şimdi devleşti!
***
PEKİ ne oldu? Dünya mı yıkıldı? Gezegen mi çıldırdı? Türkiye mi battı?
Ne münasebet, tam tersine, alkıştan ve tezahürattan salon yıkıldı!
Tıpkı, yine Kürtçe yayın yapan "TRT Şeş"in ekrana bağlanmasından sonra ülkemiz "bölünmediği" (!); tıpkı Ahmet Türk’ün TBMM kürsüsünde aynı dili kullanmasından sonra Meclis çatısı çökmediği; tıpkı söz konusu lisanın serbest bırakılmasından sonra güneş yörüngesinden çıkmadığı gibi, "Süper Star"ın "Keçe Kurdan"ı söylemesinden sonra da evrenin kozmos uyumlar ve kaos çelişkiler dinamiğinde hiçbir değişiklik olmadı.
***
HAYIR hayır, aslında oldu! Meteorlar kaydı, galaksiler doğdu, yıldızlar pırıldadı.
Zira, bırakın lisanını kabullenmeyi, varlığını dahi inkár etmek gafletine düşdüğümüz, dolayısıyla da kalbini sonsuz kırmış olduğumuz bir halkın dilinden "Kürt Kızı" şarkısını söylemekle; üstelik bunu "Beyaz Türklük"ün "dees" Tanrıçası bir "Süper Star" hançeresinden dile getirmekle, önce, henüz açıkça telaffuz etmek cesaretini bulamasak bile, geçmişteki çok vahim suç ve günahlarımıza ilişkin olarak kısmi bir özeleştiri yapmış olduk.
Sonra da, aynı kalpleri yeniden kazanmak azim ve iradesiyle donandığımızı ispatladık.
O sonsuz kırık kalpler ki, böylesine "açılımlar"a da sonsuz susamışlardır.
O sonsuz kırık kalpler ki, kendi aidiyetlerinin tescilini de sonsuz özlemişlerdir.
O sonsuz kırık kalpler ki, jestlerin simgeselliğini anlayacak kadar da sonsuz bilgedirler.
Artı, ezici çoğunluk olarak tüm bekledikleri, tüm istedikleri ve tüm arzuladıkları, "Keçe Kurdan" şarkılarının serbestçe, kompleksizce ve ayırımsızca bütün bir Türkiye ulusunun ortak ve çok sesli korosu tarafından terennüm ve tegánni edilmesidir.
Ve, kendisi "Keçe Türkan" olduğu için şoven bir tarafgirlikle söylemiyorum ama, zaten büyükken şimdi daha da devleşen Ajda Pekkan o koroda şefliğe ve assolistliğe láyıktır.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2009
OBAMA’yla birlikte ABD’de gerçekleşmekte olan değişim kozmetik değildir.<br><br>"Göz boyamak" veya "bir parmak bal çalmak" gibi ifadelerle küçümsenemez. Böylesine bir peşin hükümlülük ancak marazi "Amerikan düşmanlığı"na özgüdür.
Oysa, net bir değerlendirme yapmak için vakit tabii ki henüz erkendir ama, şu ana kadar Beyaz Saray’dan yansıyan tablo yine de belirli ipuçları vermektedir.
Başka bir deyişle, yeni Washington liderinin dönüşüm iradesi sırf uslûpla, tarzla, şekille, yöntemle sınırlı kalmamaktadır.
Özü, içeriği, yani genel olarak politika sanatının bam telini kapsamaktadır ki, nokta!
***
ÖYLE ve nitekim, "New York Times" gazetesinde Pazar günü yayınlanan son demeç de bunun somut bir göstergesini daha sundu.
Zira, Barack Hüseyin Obama "Afganistan’da savaşı kazanıyor muyuz" sorusuna, láfı hiç kıvırtmadan, hiç gevelemeden, hiç yuvarlamadan, dobra dobra "hayır" cevabı verdi.
Oysa, böylesine soğuk, net ve dolayısıyla dürüst bir yanıtı bir devlet önderinin, hele hele ABD gibi bir "ultra süper güç" önderinin ağzından duymaya hiç alışık değiliz.
Fakat daha önemlisi, Obama burada "hayır" derken, Vietnam Savaşı nihayetlerindeki Richard Nixon örneğinde olduğu gibi, Birleşik Amerika’nın Pamir ülkesinden çekilmesine "mazaret aramak" veya bunun "kapısını yapmak" gibi bir yaklaşım içinde bulunmuyordu.
***
BULUNMUYORDU ve tam tersine, "NYT"deki mülákatın devamında, zaten seçim kampanyası sırasında dile getirmiş olduğu ana temayı yineledi.
Terör odakları temizlenene dek ABD’nin Afganistan’daki kalacağını tekrar vurguladı.
Böylelikle de, belki biraz Büyük Winston Churchill’in Nazilere direnen İngiliz halkına seslenirken "size yalnız kan, gözyaşı ve ter vaad ediyorum" demesindeki gibi, Obama da nesnel gerçeği hiç gizlemeden kabullenmekle, benimsediği değişim dinamiğinin tarzın ve uslubun ötesine taşarak içeriğe yansıdığını ispatlamış oldu.
Yahut, müteveffa Sovyetler Birliği’nde Mihail Gorbaçov’un öncülük ettiği "şeffaflık" girişimine benzer bir biçimde, "açık kart" siyaseti seçtiğini ortaya koydu.
***
ÜSTELİK, Allah’ı var, Beyaz Saray kiracılığını devraldığı iki aydan beri gördük ki, Barack Hüseyin Obama’nın yukarıdaki tercihi yalnız dış politikayla sınırlı kalmıyor.
Ekonomik krizdeki durumu bütün vehametiyle gözler önüne sermesinden, dünya çevre kirliliğindeki Washington sorumluluğunu kabullenmesine, bugüne dek, değindiği hemen her konuda, sahiplendiği değişimin "söz"de değil "öz"de olacağına dair somut sinyaller verdi.
Tıkırında gitmeyen işleri ne gargaraya getirdi, ne onları demagojiyle savuşturmaya kalkıştı, ne de her devlet adamından alışık olduğumuz "áli menfaatler" nakaratını tekrarladı.
Evet evet, ABD’in siyahi lideri iki aydan beri, yukarıdaki değişimi, "derin Amerikalı ruhu"nu belirlediği varsayılan ama en azından Roosevelt’ten beri başkanlık koltuğunda esamesi okunmayan, o biraz naif "Doğrucu Davut" kimliğiyle sahiplenir bir tablo çizdi.
***
İŞTE, yukarıdaki "özde değişimci" lider nisanda Türkiye’ye gelecek ve böylelikle de Ankara, Obama’nın Avrupa’da ilk ziyaret edeceği beş "ağababa" başkentten birisi olacak.
Hiç hesapta olmayan bu "sürpriz" ziyaretin simgeselliğine ve ülkemiz için taşıdığı öneme dün değindiğim için bugün konuya tekrar dönmeyeceğim.
Ama şunu görelim ki, dünya Obama değiştiği için değişmedi. Tam tersine, o dünya ABD’yi de değiştirdiği içindir ki, Barack Hüseyin Obama aynı ABD’de iktidar oldu.
Ve, gözde ziyaretçiyi ağırlayacak olan Türkiye de "öz"de değişmekle yükümlüdür!
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2009
YENİ ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın ayağının tozuyla Türkiye’ye gelecek olması çok ama çok önemli bir gelişmedir. Hatta, ta-ri-hi’dir! Asla küçümsenemez.<br><br>"Alt tarafı bir ziyaret" diye burun kıvırmak ise ancak gaflete tekabül eder. Veya, AKP’ye muhalefetin histeri raddesine varmış olmasından kaynaklanır.
Nesnel gerçeklere gözlerini tamamen kapatmış bir körlüğü yansıtır.
Oysa, Washington liderinin Nisan ayında Ankara’ya ayak basacak olması, hem iki başkent arasındaki ilişkilerin gelecekteki perspektifi, hem de ülkemizin yeni Beyaz Saray kadrosu tarafından algılanışı açısından s-t-r-a-t-e-j-i-k sinyaller vermektedir.
Ve de tabii ki, söz konusu sinyaller sonsuz olumludur!
***
ÇÜNKÜ her şeyden önce, Obama’nın Atlantik ötesine yapacağı "selám sabah" ziyaretine Türkiye’yi katmış olması, başlı başına bir "sürpriz" oluşturuyor.
Zira unutmayalım ki, açıklanan ilk program, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi en "ağababa" üç Avrupa devletiyle, AB dönem başkanlığını yürüttüğü için Çekya’yı içeriyordu.
Ankara hiç hesapta yoktu ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton cumartesi günü yine Ankara’da aniden "müjdeyi verene" dek de, böylesine bir planı kimsenin ruhu duymamıştı.
Dolayısıyla, buradaki "sürpriz"in farklı boyutlarını ele almamız gerekiyor.
***
BİR; Türkiye’nin ilk Avrupa gezisi parkuruna katılmış olması, çiçeği burnundaki Washington yönetiminin o Türkiye’yi o Avrupa’yla bütünleştirdiğinin göstergesini sunuyor.
Başka bir deyişle, Barack Hüseyin Obama, Ankara’nın AB’yle eklemleşmesini destekleyen geleneksel Amerikan politikasını sürdüreceğini tekrarlamakla sınırlı kalmıyor.
Ayrıyeten, gerek Yaşlı Kıta kamuoyuna, gerekse "mütereddit" Paris ve Berlin’e, "ilk ziyaretimde nereyi seçtiğime bak ve ne demek istediğimi anla" sinyalini vermiş oluyor.
Artı, başta Ortadoğu’da aktif olmak isteyen aynı Paris, Obama’nın "Türkiye jesti" sayesinde tüm AB diplomasisinin Ankara’ya daha çok yaklaşacağını düşünmek gerekiyor.
Her halükárda, ABD liderinin daha ilk transatlantik ziyarette başkente uğrayacak olması, ülkemizin Avrupa’daki stratejik konum ve prestijini pekiştiren bir işlev görüyor.
***
İKİNCİ olarak, yeni Washington önderinin sürpriz uğrağı, Türkiye’nin aynı zamanda İslam aidiyeti taşımasından ve "bölgesel güç" konumu kazanmasından kaynaklanıyor.
Obama, Müslüman Áleme hitáp edeceği "din medeniyetleri buluşması" çağrısını ister İstanbul’dan yapsın, ister başka yere ertelesin, yukarıdaki olgu değişmez.
Çünkü, ilk geziye bir İslam ülkesinin katılması ve o ülkenin de İsrail karşısında "diklenmiş" bir lidere sahip olan Türkiye olarak seçilmesi, yine büyük simgesellik yansıtıyor.
Buradaki sembolizm önce Arabi-Muhammedi dünyaya yöneliktir ve çift boyutludur.
İlkin, Bush defterinin artık tamamen kapandığını ve Birleşik Amerika’nın söz konusu dünyayla "barışmak" iradesinde kararlı olduğunu yansıtmaktadır.
Sonra da, aynı Muhammedi dünyada mevcut yegáne laik ve demokratik ülkenin tercih edilmiş olmasıyla, Türkiye’nin işte o laisizm ve demokrasi sayesinde bir "güç"e dönüşebildiği çağrıştırılmaktadır. Buradaki üstü kapalı mesaj, anlayana sivrisinek sazdır.
Öte yandan, Siyonist Devlet’e "kafa tutmuş" olmasına rağmen Ankara’nın yine de Amerikan "tercihine şayan" addedilmesiyle, yine üstü kapalı ikinci mesaj İsrail’e verilmiştir.
ABD, ne Tel-Aviv politikalarını gözü kapılı desteklemeye, ne de Başbakan’ın "Davos çıkışı"ndan dolayı Türkiye’yle "külahları değişmeye" niyetli olduğunun delilini sunmuştur.
Artı, Arap kamuoyuna da yukarıdaki çağrışımı pekiştiren bir çiçek atmıştır.
Obama’nın t-a-r-i-h-i ziyaretine ilişkin diğer boyutlara yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2009
EN sonda söylenmesi gerekeni en baştan söyleyeceğim:<br><br>Biz tedaviye muhtaç bir toplumuz! Şaka maka değil, cidden ve acilen muhtacız! Bütün bir ulus olarak mutlaka kolektif terapiden geçmek zorundayız!
Psikanaliz kanepesine uzanmamız ve uzun, upuzun seanslar boyunca káh ağlamamız, káh haykırmamız, káh küfretmememiz, káh da "delirium" krizlerine girmemiz gerekiyor ki, derin bilinçaltımızı belirleyen çok vahim kompleksler, travmalar, arázlar su yüzüne çıksın.
Ancak ondan sonra, o da belki belki, kısmi bir "normalleşme"ye ulaşabiliriz.
Aksi takdirde, bütün hayatımız boyunca "öteki"nden korkmayı; dolayısıyla ondan nefret etmeyi; daha dolayısıyla da her şeyi komplo teorileriyle açıklamayı sürdüreceğiz.
Nihayetinde de, o hayatı kendimize zehir etmiş olarak mezar çukurunu boylayacağız.
***
BU başlangıcı yapmak ihtiyacım, Amsterdam’daki THY kazası nedenlerinin Hollanda makamları tarafından açıklanmasından sonraki gelişmelerden kaynaklandı.
Zira, inanılmayacak şey, bazı televizyon istasyonları ve gazetelerinki de dahil internet siteleri, yukarıdaki açıklamayı ilkin, "Hollanda kendini temize çıkarttı" diye yansıttılar.
Felemenk sözcünün sonsuz nesnellik ve ihtiyatla sıraladığı arıza verilerini ve pilot aymazlıklarını ikinci plana atıp, duyurunun arkasında yine "hinlik" (!) keşfettiler.
Breh, breh, breh!
***
EVET breh breh breh, zira yukarıdaki "temize çıkartmak" ifadesi dahi, zaten "öteki"nin suçlu olduğuna dair önyargının daha baştan beyinlere yerleştiğini ispatlıyor.
Kaz kafalı dervişin "fesat" fikri onun "komplo" zikriyle harfiyen uyuşuyor.
Eh, sen daha kaza anından itibaren binbir spekülasyon yumurtlamışsın.
Aslı astarı yokken, uçağın düşmesinden kulenin sorumlu olduğunu çağrıştırmışsın.
Üstüne üstlük de, kokpit mensuplarının nasıl davrandığı hakkında hiçbir şey bilmemene rağmen, gövdeyi çamurlu tarlaya çaktı diye pilotu "kahraman" (!) ilán etmişsin.
Ve tabii, olayın kendi ihmalkarlık ve vurdumduymazlığından kaynaklandığını ortaya koyan objektif gerçekle karşılaşınca, şapa oturduğun için, şimdi kıvırtıyorsun.
Öküz altında buzağı keşfedip, "yükselen" (!) THY’nin önünü kesmek için kumpas düzenlendiğine dair satırlar, yorumlar, açıklamalar döktürüyorsun.
Ancaak, ne bir, ne üç, ne beş, aynı THY’nin Avrupa’da en çok kaza yapmış şirket olduğu; milyon kilometrede ölü sayısı rekorunu elinde tuttuğu ve faciaların hemen hepsinin pilotaj hatasından kaynaklandığı gerçeklerini es geçerek, havaya bakıp ıslık çalıyorsun.
Mantık, istatistik, uyarı, rakkam senin neyine, sen tabii ki yine komplo uyduruyorsun.
***
YUKARIDAKİ zavallılığı görünce, derhal, Şarm El Şeyh’ten kalkan Mısır uçağının Kızıldeniz’e saplanmasından sonra Kahire’nin de aynı komplo teorilerinden medet umduğunu ve kazadaki pilot aymazlığını yapımcı firma üzerine yıkmak istediğini hatırladım.
Eh ne de olsa, ortak komplo teorilerinin hüküm sürdüğü coğrafyaların insanlarıyız.
Onlar, sevgilisi Mısır uyruklu "Dodi"dir diye Diana’yı İngiliz gizli servislerinin öldürdüğüne dair yemin billah ederler. Biz de Kürt, Ermeni veya Kıbrıs sorunlarını, "Sevr’i hortlatmak" isteyen Batı’nın "fışkıkladığına" dair kalıbımızı basarız.
Onlar her melánetin altında "İsrail parmağı" keşfederler. Biz de teknik savsaklıktan ve pilot ihmalciliğinden düşen uçağımızın "Hollanda rekabetine kurban gittiği"ne inanırız.
Evet evet, "komplo teorisi toplumları" olarak, bütün suçları, sonsuz korktuğumuz; korktuğumuz için de sonsuz nefret ettiğimiz her hangi bir bir "öteki"nin üzerine atarız.
Ey ruhbilimci, yetiş ve kolektif bilinçaltımızı deş ki deş, yegáne çare sensin!
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2009
HANGİ tarihte inşa edildiğini bilmiyorum ama, Strasbourg’daki "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi" binası "avangard" tabir edilen türden bir mimariye sahiptir. Diyelim ki, tıpkı Paris’teki Beaubourg Kültür Sarayı, Bilboa’daki Guggenheim Güzel Sanatlar Müzesi veya Sydney’deki Şehir Operası gibi, "sıradışı" bir siluet yansıtır.
Hacimli ve geometrik yapı özellikle, kanala güz sislerinin indiği sabah vakitlerinde daha da bir cazibeli, daha da bir görkemli, daha da bir heybetli belirir.
Aslına bakarsanız da bunda yadırgatıcı bir şey yoktur.
***
YOKTUR, çünkü ilk burjuva devrimleriyle birlikte yargı mekanizması laikleşmeye başlar başlamaz, söz konusu devrimlerin haniyse birinci işi, o yargının uygulandığı mekanları hem dış, hem de iç görünüm itibariyle, yukarıdaki görkem ve heybetle donatmak olmuştur.
Zaten bunun için "adalet saray" sıfatıyla vaftiz edilmişlerdir.
Rokoko kubbeler, geniş kemerler, yüksek kürsüler, ahşap mobilyalar falan, kim ki bunları gördü, içinde en azından saygı, hatta aslına bakarsanız, endişe uyanır.
Nitekim, Roma, Brüksel veya eski Berlin’deki adalet saraylarına şöyle göz ucuyla bakmak dahi, insanın içine belirli ürperti verir ki, zaten de istenen budur!
***
BUDUR, zira yasallığı, yani kanuniyeti, yani bizim "şeriatın kestiği parmak acımaz" sözüyle metaforunu yaptığımız kavramı simgesel biçimde de yansıtmak icáp eder.
Elinde terazi tutan gözleri kapalı kadın tasviri bir yana, adaletin öyle "ahval-i ádiye"den bir şey olmadığını da sembolize etmek gerekir.
Dolayısıyla, heybet ve görkemle hem yasallık dışı eğilimlere en baştan gözdağı verildiği; hem de o parmağı kesen kurumun "sıradandışılık"la donandığı varsayılmış olur.
Nitekim de, yukarıdaki dekor cüppeler, perukalar ve ritüellerle tamamlanır.
Başka bir deyişle, oturmuş burjuva toplumlarında, ne adalet sarayları, bizdeki gibi barakadan bozma ve ihaleden aşırma gecekondu yapılarına benzer; ne de oraların mahkeme salonlarında, çay ocağı işleten mübaşirlerle ağır ceza hakimleri birbirlerine karıştırılır.
Eh durum böyle olunca da, üstelik adı üstünde Avrupa’nın en yüksek yargı organı, Strasbourg AİHM binasındaki o "öncü" mimariyi çok doğal karşılamak gerekiyor.
***
O halde, galiba "adli mimari"yle "adli muhakeme" arasında mutlak paralellik var!
Anlaşılan, birincisinin binaları ne kadar kıtıpiyoz ve çirkin inşa ediliyorsa, ikincisinin kararları da aynı oranda baştan savma ve yarım yamalak bir içerik taşıyor.
Çünkü baksanıza, zaten Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış tüm üyeler arasında dava kaybetme "rekoru"nu (!) elinde tutan ve bütçeden "Strasbourg tazminatı" (!) bölümü ayıran Türkiye, salı günü aynı AİHM’de tekrar mahkûm edildi.
Bozcaada’daki Rum vakfı mallarını cukkadak gaspettiği ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Kürtçe ders isteyen öğrencileri şappadak cezalandırdığı için, bizzat kendisi ceza yedi.
Yani, Türk "adalet"i, evrensel kıstaslarına uymak yükümlüğü altına girdiği Avrupa adaleti tarafından, bir defa daha "sen, adaletsizsin" diye damgalandı.
Bu takdirde, tut kelin perçeminden, kelde perçem ne arar, ben o Türk "adalet"ine hálá nasıl güveneyim!
***
İMDİİ, malûm mahkeme salonlarımızda "adalet mülkün temelidir" yazıyor!
Dolayısıyla ben de soruyorum ki, o "mülk"ü, yani binaları, yani gecekondudan bozma adliyelerimizi, hálen Şişli’de inşası süren ve Avrupa’nın en büyüğü olacağı söylenen "Adalet Sarayı" mimariyle yenileyince, acaba bu defa aynı "adalet" muhakemesini yenileyecek mi?
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2009
"BALO", "maske", "maskara", "palyaço", "makyaj" ve de tabii ki "karnaval"!<br><br>Bu kelimelerden hiçbirinin tam Türkçesi olmadığı için, hepsini Batı dillerinden aldık. Arapça ve Farsça gibi diğer temel İslam lisanlarında da olduğunu sanmıyorum.
Çünkü, Hıristiyan, Musevi, Konfüçyüsçü veya Budist toplumlardan farklı olarak, yukarıdaki "karnaval"la benzeşen ve insanların "kurtlarını dökmesine" (!) imkan tanıyan bir eğlence adeti Müslüman kültürlerde yer almıyor.
Çehre resmetmek bile dahil, hilál simgeli din kurumlaştığı andan itibaren, böylesine "hoppalıklar"ı (!) haram kıldı.
Oysa, kökeni pagan geleneklere uzanan aynı "karnaval", zaten "ebedi günah" tabusu üzerine inşa edilmiş olan İseviliğe, en az Muhammedi imana olduğu ölçüde zıt düşüyor.
***
ZIT düşüyor ama, istavrozlu inanç pagan "karnaval"ı "ehlileştirmek" yolunu seçti.
Nasıl ki, Müslümanlığın hac farzı dahil bütün semávi dinler kendilerinden önce hüküm süren bazı ritüelleri kısmen kutsallaştırmıştı, Hıristiyanlık da aynı yönteme başvurdu.
Tıpkı, yine putperest dönemin "sevgililer günü"nü engelleyemediği için hiç yoktan bir Aziz Valantinius yortusu icat etmesi gibi, burada da pragmatik davrandı.
Özünde bir "bahar ayini" olan o "karnaval"ı Paskalya öncesindeki "günahlardan arınma orucu"yla bütünleştirdi.
Biraz, "gidi hınzırlar, hadi son kurtlarınızı dökün, fakat bilesiniz ki, yarından itibaren kapanıma sıkışacak ve kırk gün boyunca ancak nefs köreltebileceksiniz" dercesine, kasten tam perhiz arifesine denk getirdiği "karnaval"a göz yummak zorunda kaldı.
Bana sorarsanız da, Hıristiyanlık gayet akıllıca bir karar almış oldu.
***
EVET akıllıca bir karar almış oldu, çünkü "karnaval", daha doğrusu, bir yandan maskesi, makyajı, maskarası, palyaçosu; diğer yandan da alaycılığı, taklitçiliği, kahkakacılığı ve mızıkacılığıyla onun bünyesinde toplanan bilûmum in-sa-ni unsurlar, toplumların kolektif ve bireylerin ruhi ihtiyaçlarına cevap veriyor.
Nitekim, üç aşağı, beş yukarı ortak ögeler kapsayan Yahudilerin "Purim", Hinduların "Holi", Konfüçyüsçülerin "Ejderha" veya Şintoistlerin "Dadaoişi" bayramları da aynı ihtiyaçlara cevap verdikleri içindir ki, o din uygarlıklarında hüküm sürmeye devam ediyor.
***
ÖYLE, zira "karnaval" ilk baştan beri, sosyal statülerin, hiyerarşilerin, tabuların "ciddiyet ötesinde" sorgulanmasına imkán tanıdığı ölçüde, aynı zamanda da gülmek, eğlenmek, tepinmek, "çılgınlaşmak" fiilleriyle, psikolojik açıdan bir "deşarj" işlevi görüyor.
"Kralın soytarısı" tarafından dile getirilen bir gerçeği kolektif biçimde dışavuruyor.
Artı, peçe hariç İslam toplumlarının tamamen yabancısı olduğu maskenin ve yine İslam lisanlarında karşılığı bulunmayan ve aslında cinsellik dışı bir kıyafet dönüşümünü yansıtan travestiliğinin haniyse insanlık kadar eskiye uzandığı bir vakıa oluşturuyor.
Kaldı ki, "çılgınlık" (!) sırasında aynı cinselliğe atıfta bulunulması ve ona karşı nispeten daha hoşgörülü veya serbestili yaklaşılması, bastırılmış içgüdülerin ve duyarlılıkların kısmen denetimli bir biçimde dışavurumu açısından bir "emniyet sübabı" rolü oynuyor.
Başka bir deyişle, "karnaval"daki "gayrı ciddilik"i arkasında, aslında çok büyük ciddiyet arzeden beşeri ve ruhi sorunlara kismi çözüm arayışlarının ipuçları yatıyor.
***
PEKİ, İslam toplumları bu sorunlardan muaf mıdır ki hiç "karnaval" başlatmadılar?
Yoksa aksine, "karnaval" başlatmadıkları için midir ki sorun yumağında yaşıyorlar?
Bence konu hakkında uzun uzun düşünmeye değer!
Yazının Devamını Oku