Hadi Uluengin

Başlamamış karnaval (I)

3 Mart 2009
VUR patlasın, çal oynasın, işte karnaval bitti. Yeryüzü Hıristiyanlığı kurtlarını döktü. <br><br>Cümbüş, geçen hafta bugüne denk gelen "Yağlı Salı"da; yani doya doya koyun budu ve domuz sosisi kemirmenin henüz mübáh sayıldığı esas yortuda, en zirve noktaya ulaştı. Patras’tan Nice’e ve Sardunya’dan Notting Hill’e, bütün İsevi álem eğlenip durdu.

Venedik’te kızıl saçlı ve asil dilberler, erbap ustaların göz nuru ve el melekesiyle boyanmış Barok maskelerden taktılar. Önlerinde reverans yapan erkeklerin kollarına girdiler.

Binche’de önce yulaf rakısıyla kafayı çektiler ve sonra kaldırıma sızdılar.

Rio’da da, bir kalçası yerde, diğer kalçası gökte kadınlar şehvet zillerinden takındılar.

Bilûmum Cermen şehirlerinde ise Töton tanrıçalar cömertlik teşhir ettiler.

***

OYSA şimdi "arınma" dönemine girildi.

Katolikler yine geçen haftaki "Tövbe Çarşambası"ndan; Ortodokslar da "Asûde Pazartesi"den beri, Paskalya’ya kadar sürecek olan mukaddes oruca başladılar.

Eğer ibadette kusur işlemiyorlarsa, kırk gün boyunca perhiz yemeğine talim edecekler.

Tek lokma et yok, sade suya tirit çorba kaşıklayacaklar. Ancak nefs köreltecekler.

Táa ki, kilise ve katedral çanları İsa Mesih’in tekrardan göğe yükselişini müjdeleye!

Her halükarda, işte karnaval bitti.

***

BİLİYORUM, şimdi çok haklı olarak, "bize ne" diyeceksiniz.

Müslüman din kültürüne ait olduğumuzu hatırlatacak ve İsevi Karnaval’dan söz etmeme anlam veremeyeceksiniz. Háttá belki de "özenti" diye burun kıvıracaksınz.

Üstelik, daha dün sayılacak bir tarihe kadar bile olsa, "Apokria" kıyafetine bürünmüş şehrimiz Rumlarının Tatavla, Arnavutköy veya Aya Stefanos sokaklarında; "maskara" urbası giyinmiş Katoliklerinin ise Beyoğlu caddesinde resm-i geçit yaptığını hatırlayanlar hemen hiç kalmadığı için, girizgáhı karnavalla yapmış olmam daha da yadırganacak.

Zarar yok, çünkü zaten ben de bu yadırgatıcılığa işaret etmek istiyorum.

***

EN önce, yukarıda kısmen değindiğim bütün Hıristiyan ritüele rağmen, söz konusu karnaval asla istavrozlu dine ait değildir. Uzak-yakın, ikisi arasında hiçbir ilinti yoktur.

Coşkulu şölenin bilinmedik kökeni sonsuz eski bir insanlık tarihine, Kuzey Yarımküre’ye baharın yavaş yavaş gelişinin kutlandığı pagan bayramlara uzanır.

Asya ufkundan itibaren de, aynı Yarımküre’nin tüm coğrafyalarında izine rastlanır.

Şamanist, Konfüçyanist, Budist, Şintoist vs., tek tanrılı dinler öncesindeki her inançta, mutlaka Karnaval’ın benzerleri vardır.

Eh, bir yandan soğukta kıkırdayarak, diğer yandan izbelerde içiçe yaşanarak geçirilmiş kış aylarından sonra biraz feraha çıkmak ve bu feraha çıkışı da eğlenerek kutsamak; yani başta dediğim gibi, "kurtlarını dökmek", son tahlilde gayet insani bir içgüdüdür.

Başka bir deyişle, o kışın iklimi açıdan dayattığı "yasak" günlerin ılıklaşmasıyla birlikte artık aynı tahakkümü sürdüremeyeceğinden, ilkel karnaval bir özgürleşme simgesidir.

***

TABİİ, kim ki yasak tanımaz, en azından fazla "müsamahakar" bir "özgürleşme"den söz etti; artı, bunun kökenini putperestliğe uzandırdı, tüm mekanizmaları dogma üzerine inşa edilmiş olan semávi dinlerin böyle bir olguyu kabullenmesi imkansızdır.

Yani, sırf "kitábi" veya "teorik" açıdan imkánsızdır!

Zira hayatın pratiğinde ve dinin ibadetinde durum çok farklıdır ki, o "özgürleştirici" karnavalı biz Müslüman aididiyet insanlarını neden hiç başlatmadığı ve hep yadırgadığı; buna karşılık, Hıristiyanlığın niçin aynı karnavalı benimsediği konularını yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Uçak kazasından kim sorumlu?

28 Şubat 2009
AMSTERDAM’daki uçak kazasından b-e-n sorumluyum! Evet evet, kendinizi uluslararası sivil havacılık ajansı uzmanı yerine koyarak, yok pilotaj hatası, yok motor arızası, yok forteks türbülansı diye spekülasyon yapmayı bırakın. Çünkü "sanık" (!) bellidir ve THY "Boeing"inin Hollanda tarlasına saplanmasından sonra "suçlu" (!) sandalyesine oturtulacak yegáne kişi, bu satırlar yazarıdır.

***

NİTEKİM, kazanın duyulduğu andan beri elektronik posta kutum bu yönde yazılmış mektuplarla dolup taşıyor. Yarı şaka, yarı ciddi, "nazar değdirmek"le (!) itham ediliyorum.

Eh, tam olayın gerçekleştiği gün burada, THY’nın filo ve hacim itibariyle Avrupa’daki yedinci büyük havayolu şirketine dönüşmesini övmüştüm ya, vay sen misin bunu diyen!

Aynı THY’ye ait uçak aynı sabah düşünce, kabak naçiz kulunuzun başına patladı.

Yağan sayısız iletide ne "şom ağızlı" olduğum, ne "kem gözlü" baktığım kaldı.

Belki dobra dobra, "o iblis nefesinle üfleyip, sen yere çaktın" diyemiyorlar ama, çağrışımla ve dolaylı yönden, Amsterdam’daki kazadan beni sorumlu tutuyorlar.

Fesüphanallah, keşke elim kırılsaydı da iki çift methiye satırını karalamasaydım.

En azından, sütuna bir muska fotoğrafı, bir nazar boncuğu resmi, ne bileyim ben, bir "elem terefiş, kem gözlere şiş" levhası yerleştirileseydi de, makale öyle yayınlansaydı.

Böylelikle, her türlü "nazar" iddiasına karşı baştan tedbir almış olurdum.

***

İMDİİ, yukarıda musluğunu kasten fayrap açtığım soğuk şaka duşu bir yana, en önce, elim kazada hayatını yitirmiş olanlara Allah’tan rahmet, yakınlarına da sabır diliyorum.

Buradan itibaren de hemen sadede gelip şunu söylemek istiyorum.

İnsani bir metafizik boyut içeren "nazar değdirmek", "kem gözle bakmak", "şom ağızlı olmak" inançlarını zaten tartışmıyorum ama, THY’nın ni-ce-lik gelişmesini övmek ve bunu Türkiye modernitesinde bir mihenk taşı olarak bellemek bir şeydir; buradan yola çıkarak söz konusu THY’nın çok ciddi ni-te-lik zaaflarını görmezden gelmek, bambaşka bir şeydir!

Ve, Halep oradaysa arşiv buradadır, o zaaflar da bu sütunda defalarca vurgulanmıştır.

***

ÇÜNKÜ söz konusu THY aynı zamanda, tüm milli Avrupa kumpanyaları arasında, katedilen milyon kilometrede en çok ölü sayısına sahip olan ya birinci, ya ikinci şirkettir!

Başka bir deyişle, bugün "nicelik" itibariyle gelişme rekormeni olduğu ölçüde, madalyonun öteki yüzünde de, "nitelik" itibariyle "kaza rekortmeni"dir!

Hadi, "verilmiş sadakamız varmış" diye geçiştirilen binbir "vakka-ı ádiye"yi (!) hesaba katmayalım ama, dile kolay, THY son kırk yılda tam o-n ayrı felaketin aktörü oldu.

Üstelik, 1974 Paris’i hariç hepsi ya pilotaj hatasından, ya teknik arızadan kaynaklandı.

Yani, her defasında sorumluluk sandalyesine "insan alargalığı" oturdu!

Van kulesi "inme" dedi "gözüpek" (!) pilot indi. Veya Toros zirvesini Antalya alanı sandı. Yahut pistin ışıkları söndü diye Marmara’ya daldı. Ya da Ankara dağını görmedi.

Ve buna rağmen, inanılmayacak şey, otorite addedilen başka bir emekli pilot o THY’nın ne kadar "güvenli" (!) olduğunu ispatlamak için, Amsterdam sonrası spekülasyon arayan bir tv istasyonunun uzattığı mikrofona ciddi ciddi, "dokuz yıldır kaza yapmadık" diyebildi.

***

BREH breh breh, sanki kelle koltukta otobüs şirketidir de; sanki ölüm oranı "rekoru" (!) yalandır da; sanki upuzun tarihlerinde bir elin parmaklarından bile az fire vermiş şirketler orada durmamaktadır da, dokuz yıl boyunca kaza yapmamak "övünç" (!) kaynağı olmaktadır.

Eh o halde, gerçekten de tek çare olarak "nazar değmesin" demek kalıyor ki, bundan böyle THY uçağına binerken ne muskamı unutacağım, ne de "şom ağızlı" yazı yazacağım.
Yazının Devamını Oku

Üçüncü iyimser yazı

26 Şubat 2009
EKOLOJİST değilim. Hiç de olmadım. Fakat tabii ki çevre sorunlarına duyarlıyım.<br><br>Artı, ekolojist hareketlerin varlığını sanayi ve sanayi ötesi toplumların acımasızlığına karşı panzehir addediyorum. Onların mevcudiyetini bir sigorta olarak görmek gerekiyor. Ancak yine de, militan bir çevreciliği hiçbir zaman benimsemedim.

***

BENİMSEMEDİM, çünkü böylesine bir militanlığın daha ziyade, ununu elemiş ve eleğini asmış refah ülkelerine özgü bir "lüks" (!) olduğunu düşünüyorum.

Hele hele, o doğal beslenme, gübresiz tarım, genetiksiz tohum, yeldeğirmeni enerjisi gibi, benim resmen "şımarıklık" (!) addettiğim türden bazı saplantılar, naçiz kanaatime göre, yukarıdaki "lüks"ü bile haydi haydi aşmış toplumların harcı olabilir.

"İnayetli devlet"lerin koltuğu altına girmiş insan grupları için geçerlilik taşıyabilir.

Neyse, kalay yiyeceğimi bile bile işte ağzımdaki baklayı çıkarttım ve gelelim sadede!

***

TAMAM, ben ekolojist değilim ama, hem onların Türkiye’deki varlığından, hem de yukarıdaki "şımarılıklar"ın (!) bizim ülkemizde de yaygınlaşmasından; moda deyimle "trendy"ye dönüşmesinden, aslında öylesine büyük mutluluk duyuyorum ki !

Meselá, televizyon, radyo, gazete ve dergilerdeki "çevreci haberler"e; sağa sola yerleştirilmeye başlanan ve farklı cins artıkları ayrıştıran çöp kutularına; kent otobüslerinin kasasına yazılan "çevre dostu motor" ibarelerine; háttá, boynumu kör testereyle kesseler de eşiğinden içeri asla adım atmayacak olsam bile, bazı mahalle ve alışveriş merkezlerinde pıtrak gibi biten o "doğal besin" (!) dükkan ve reyonlarına, müthiş bir sevinçle bakıyorum.

Hatta ve hatta, bütün bunlara, günde bilmem kaç paket bitiren birisi olarak kendi hesabıma hiç durmadan küfrü bassam dahi, şimdi her yerde çok sıkı uygulanan cigara yasağını ve yoğun biçimde yürütülen "anti-tütün" kampanyayı da eklemem gerekiyor.

Evet evet, militan ekolojizmle hiç mi hiç aramın olmamasına; üstelik bir de kuyruk acısı çekmeme rağmen, Türkiye’de gelişen o ekolojizm beni dehşet bir iyimserlikle donatıyor.

***

HAYIR, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu değil!

Üstelik, eğer ülkemizdeki genel "çevreci akımı" büyük hoşnutlukla karşılıyorsam, bunun nedeni yukarıdaki "panzehir" rolle sınırlı kalmıyor. İşlevselliğin ötesine taşıyor.

Mevcut gelişmeden mutluluk duymam, sosyolojik bir saptamadan kaynaklanıyor.

Çünkü, başta belirttiğim gibi, söz konusu ekolojizmi esas olarak "refah toplumları"yla; en azından, belirli bir seviyeyi yakalamış olan vasat üstü toplumlarla özdeşleştiriyorum.

Başka bir deyişle, Türkiye’de ciddi ciddi oluşmakta olan "çevreci duyarlılık", aslında aynı Türkiye’nin ulaşmış olduğu ekonomik ve sosyal düzeyin somut ispatını sunuyor.

Nitekim, hadi yoksulluktan ve diğer önceliklerden ötürü inanılmaz bir doğa kıyamının gerçekleştiği Çin’i, Maçin’i, Hint’i, Afrika’yı zaten hesaba katmayalım ama, Rusya ve bazı Doğu Avrupa devletleri dahil dünyanın ezici çoğunluk ülkelerinde, o "çevreci duyarlılık" ve o "natürelci lüks", bugünkü Türkiye’nin fersah fersah gerisinde bir seyir izliyor.

Oralarda ne kadife sesli spikerler radyoda ekolojik anons yapıyor; ne çöpler artıklara göre ayrıştırılıyor; ne de zaptiye, vapur güvertesinde bile cigara yakanın yakasına yapışıyor.

***

EVET, Türkiye iktisaden zenginleştiği ve toplumsal bab’da sivilleştiği içindir ki, benim bazen "lüks" (!) addettiğim bir "doğallık"ı bile artık d-o-ğ-a-l karşılar oldu.

Başka bir deyişle, refah toplumlarına özgü "şımarıklar"la (!) donanmaya başladı.

Ve şüphesiz, böyle "şımarıklık"a can kurban ki, bunun kesintisiz sürmesi ve daha da "yüzsüz" (!) hale gelmesi için, o tatsız tutsuz "natürel besinler"e talim etmeye bile hazırım.
Yazının Devamını Oku

İkinci iyimser yazı

25 Şubat 2009
ÇOCUKTUM, "THY" pırpır dakota filosuna, biraz sonra bunlardan biriyle rahmetli Adnan Menderes’in de Londra’da düşeceği dört pervaneli "Vicount" uçakları kattı. Yer gök inledi desem yeridir. Radyolar, gazeteler ve dergiler, günlerce, haftalarca, aylarca, milli hava yolunun "muassır tayyareler"le donandığına dair tamtam çaldılar.

Oysa söz konusu "THY" o sıra, Avrupa’da, hatta belki Ortadoğu’da mevcut diğer tüm şirketler arasında, dış kapının mandalından sonra geliyordu. Esamesi bile okunmazdı.

Nitekim hatırlıyorum, tá Amerikalara bile giden Lübnan "MEA"sının "Boeing" jetleri Yeşilköy’e indiğinde, yeni çelik kuşlara meftun meftun bakardım.

Zaten de bizim kumpanyanın tek tük Batı başkentleri dışında hiçbir yere seferi yoktu.

İç hatlarda ise bir elin parmaklarını geçmeyen üç-beş şehre gidip gelirdi.

Her halükarda da, uçakla yolculuk, bu defa haniyse iki elin parmaklarıyla sınırlı kalan insanın gerçekleştirebileceği türden bir lükse tekabül ederdi.

***

YUKARIDA "tamtam" dedim de aklıma geldi.

Peki, o tamtamın anavatanı olan Afrika hakkında ne biliyorduk?

Coğrafya derslerindeki genel dağarcık; tarihteki "Barbaros - Turgut Reis - Trablus" üçlemesi ve, "bir dudağı yerde, bir dudağı gökte Arap bacı" masalları dışında, hiçbir şey!

Bir de belki belki, Ava Gardner ve Gregory Peck’li "Kilimanjaro’nun Karları" türünden filmlerle, "beyaz adam"ın süzgeçinden geçmiş bir Kara Kıta tahayyül ediyorduk.

Hatta öyle ki, aynı "tamtam" kelimesinin varlığını dahi okulda veya çevremde değil, meraklı bir çocuk olduğum için, Faik Sabri’nin "İnsanlar Álemi" kitabından öğrenmiştim.

Evet evet, Afrika bizler için, yerini bile tam işaretleyemeyeceğimiz o Fizan Çölü efsanesinden bile uzaktaydı ki, ecdámızın bu Kıta’da fink atmış olduğunu çoktan unutmuştuk.

***

ANLADINIZ, bütün bunları dün sözünü ettiğim iki ayrı haberden; yani İtalyan "Alitalia"yı bile geçen "THY"nın Avrupa sıralamasında yedinci büyük havayolu şirketine dönüşmesinden ve, şu an 235 firmayla Afrika’ya "girmiş" olan Türkiye’nin Kara Kıta’yla ticaret hacmini önümüzdeki dönem için 50 milyar dolar olarak saptamasından dolayı anlattım.

Elinizi vicdanınıza koyun, nereden nereye!

Tamam, tabii ki kendimizi dev aynasında görmeyelim!

Tamam, tabii ki daha yapacak çok, çok işimiz olduğunu bilelim!

Fakat, ne sahte tevazu göstererek, ne de felaket tellallığına soyunarak, ülkeler tarihinde bir hiç olan yarım asırlık sürede katetmiş olduğumuz muaazzam yolu da küçümsemeyelim.

***

ÖYLE, zira henüz elli yıl önce, üç tane pırpır uçak alabildik diye tamtam çalıyorduk.

Oysa bugün sayısız uçağımız dünyanın her bir yanına kalkıyor. "Ortalama vatandaş" otobüse biner gibi hava yollarıyla seyahat ediyor. Çocukken imrendiğim o Lübnanlılara ek olarak da bütün bir Ortadoğu ve Asya coğrafyası "THY"nın İstanbul aktarmasını kullanıyor.

Ve, tamtamını bile bilmediğimiz Afrika’ya teknoloji, sermaye ve eğitim ihraç ediyoruz.

Kulüplerimize Kara Kıta’dan müzisyen getiriyoruz. Nijerli kaçak işçi çalıştırıyoruz.

Dün vasatken, hatta vasat altıyken, şimdi bayağı kalburüstü bir gradoda seyrediyoruz.

Ve hayır, bu Türkiye "sıçraması" genel dünya evrimiyle sınırlı kalmıyor. Onu aşıyor.

Çünkü, yarım asır önce refah toplumlarıyla ülkemiz arasında mevcut olan mesafe, oran itibariyle, bugünküyle kıyaslanmayacak ölçüde uzaktı. Derin, depderin bir uçurum vardı.

Oysa, aradan geçen sürede o mesafeyi cidden kapattık. Gediği epey epey doldurduk

Başka bir deyişle, küresel ortalamasının hızını haydi haydi aşararak, yarın "üçüncü iyimser yazı"da değineceğim bir kavise ulaştık ki, felaket tellalarına rağmen ne mutlu bize!
Yazının Devamını Oku

Birinci iyimser yazı

24 Şubat 2009
SİZİ bilmem ama, ben kendi hesabıma pazartesileri sevmem. Asla da sevmedim.<br><br>Üstelik, dün sabah evden çıktığımda hava gerçekten berbattı. Nemli ayaza iláve olarak, ne dobra dobra kar, ne de mert bir yağmur olan o ıslak çipillik insanın iliklerine işliyordu. Kötümserlikler sarmaladı. Ruhum daha da karardı.

Artı, masasına tünediğim kahvede simidimi bitirip ilk cigarayı yaktığımda, istemeye istemeye gazetelere şöyle bir göz attım ki, iláç için tek bir iyimser manşete rastlamadım.

Varsa kriz, yoksa kriz! Sanki Deccal kapıya dayanmış da Mahşer gününü bekliyoruz.

Aynı esnada, buğulu camın arkasından seçilen caddede iki otomobil çarpışmaz mı!

"Sol ayağımla kalkmışım ki, hafta böylesine meymenetsiz başladı" diye söylendim

Sonra, náçar, yazı yazmak için, o yapışkan ıslaklığın altında gerisin geri yollandım.

***

PEKİ, ne yazacağım? Tek satır karalayacak mecálim yok!

Moda deyimle, bir nebze bile "mood"umda değilim.

Zaten eğer takvimdeki ay uygun düşse, "Mobidik"teki Herman Melville kalemine özenip, "hüzünlü ve sisli bir Kasım sabahı ruhumu kuşatmaya görsün (?), artık benim için bu limandan demir almak vakti gelmiştir" türünden bir girizgah yapacağım.

Ve, homurda homurdana bilgisayarı açtım ki, inanılmayacak şey, birden güneş doğdu.

Ne sulu sepken atıştıran kardan, ne de mahşer borazanı çalan manşetlerden eser kaldı.

***

BİLMEM daha önce de söylemiş miydim, ben "Google" arama motorunun aktüalite bölümünde, "Türkiye" kelimesinin Fransızca ve İngilizce imlálarına aboneyim.

Yani, dünyanın neresinde olursa olsun, bu iki dilde ülkemizle ilgili her hangi bir haber yayınlandığında, onun internet bağlantısı benim posta kutuma da otomatik olarak düşüyor.

Tıklayıp, ya ajans bültenini ya da gazete veya dergi makalesini anında okuyorum.

Ve işte dün sabah bilgisayarı açtığımda önüme iki ayrı Türkiye haberi geldi ki, bana Pazartesi karamsarlığını unutturanlar da onlar oldular.

***

MEALEN tercüme ediyorum, Cumhurbaşkanı Gül’ün son Tanzanya ziyaretinden yola çıkan birincisinde "Ankara’nın Afrika taarruzu" gibisinden bir başlık kullanılmıştı.

Uzun uzadıya da, Türkiye’nin Kara Kıta’ya artık ne denli önem atfettiği; taraflar arasındaki dış ticaret hacimin dört yıl içinde yüzde yüz arttığı; önümüzdeki hedefin 50 milyar dolar olarak saptandığı; bu arada, 235 Türk firmasının Ümit Burnu’ndan Fizan Çölü’ne kadar olan sahaha her türlü faaliyeti gösterdiği anlatılıyordu.

Diğer haberde ise "Türk Hava Yolları"nın yukarıdaki krize rağmen şimdi İtalyan "Alitalia"yı bile "sollayarak" hem hacim, hem yolcu, hem de filo itibariyle Avrupa’nın yedinci büyük uçak şirketi durumuna geldiği; artı, yeni uzak hatlar açan "THY"nın, rekabet kapasitesinde "en devler"le yarışa girdiği hikaye ediliyordu.

Hemen ekleyeyim ki, biri Fransız, diğeri İsviçreli sıradan gazetecilerin kaleminden çıkmış olan bu iki haber de, gizli rüşvetle yazdırtılmış "ısmarlama" kategoriye girmiyordu.

***

BEN ki asla milliyetçi olmadım ve olamam, fakat tabii ki su katılmamış bir yurtseverim, işte her bakımdan kötümser başlamış bir pazartesiyi, belki diş kovuğuna kaçmayacak gibi gözüken bu iki küçük internet haber sayesinde, aniden güneşle donatabildim.

Hayır, saf saf "Polyannacılık" oynadığım için değil, son tahlilde kısacık bir ömre sığan zaman süresi içerisinde, ülkemin ve ulusumun nereden nereye geldiğini sonsuz soğuk ve sonsuz nesnel bir biçimde saptadığım içindir ki, dünkü kara pazartesiyi ışıklarla yıkayabildim.

Nedenlerine, yarınki "ikinci iyimser yazı"da geleceğim.
Yazının Devamını Oku

Patronu sahiplenmek

21 Şubat 2009
"PATRONLAR patrondur, gazeteciler de gazetecidir" düsturunu, artık otuz yılı aşan meslek hayatımda daima etik ilke belledim. Asla da caymadım. Zaten bana sorarsanız, konumları icábı köprünün öte yakasında bulunmaları çok doğal olan yöneticiler hariç, yukarıdaki ilke bütün medya çalışanları için geçerlilik taşımalıdır.

Eh, benim böyle bir konumum olmadığına ve de tabiatım icabı hiçbir zaman olamayacağına göre, kendi şahsımı çalıştığım kurumun mülkiyet sahibiyle özdeşleştiremem.

Yani, kellemi kesseler, "işveren avukatlığı" yapmam ve yapamam. Yapmadım da!

Tersini gösterenin alnını karışlarım.

***

NİTEKİM, örneğin bir süre çalıştığım "Güneş" gazetesinin patronu Asil Nadir iflas bayrağı çektiğinde, dönemin hükümeti kendisini kurtarsın diye, kendisinin "Rum komplosu"na (!) kurban gittiğine dair sayfa sayfa yayın yaptırttı. Af buyurun, popomla güldüm.

Ve, işsiz kalıp açıktan nefesim koktu ama, ne Nadir’i, ne de yukarıdaki hezeyanı uzaktan yakından sahiplenecek tek bir virgül yazdım.

Lejyoner asker miyim ki aklıma ve vicdanıma ters düşen bir dava uğruna savaşayım?

Fakat buna karşılık, daha sonra girdiğim "Hürriyet" gazetesinin bir önceki patronu, "gurbetçilerin milli duygularını rencide ettiğim" (!) gerekçesiyle, gazetenin hálá kendi mülkiyetinde olan Avrupa baskılarında benim yazılarımı yıllar boyu yasakladı.

Ancak bu "kuyruk acıma" rağmen, gün oldu, Uzan medyası tarafından o patronun şahsına ve ailesine yönelik çirkef saldırıları karşısında kaleme sarılmakta tereddüde düşmedim.

Çünkü, yukarıdaki ilkeler bütününü böyle bir ahlaki tutumu zorunlu kılıyordu.

Burada susmak, mesleki etiğe ve vicdani muhasebeye ihanet etmek anlamına gelirdi.

Ve, bugün de aynı şey geçerlilik taşıyor!

***

BUGÜN de aynı şey geçerlilik taşıyor, zira vergi cezası diye sunulan fahiş rakamın aslında, AKP hükümetinin, ana hatlarıyla muhalif bir çizgi izleyen "Doğan Medya Grubu"nu bir "hizaya getirme operasyonu" oluşturduğunu görmemek için aptal olmak gerekiyor.

Yahut da, yukarıdaki vicdandan hiç nasiplenmemiş olmak gerekiyor!

Çünkü, eğri oturalım, doğru konuşalım, o AKP’ye hiçbir zaman hasmane yaklaşmamış birisi olarak söylüyorum ki, söz konusu gelişme çok tehlikeli bir gidişatın habercisidir.

Mazur görülecek hiçbir yanı yoktur ve oluşmakta olan "çoğunluk diktatoryası"nda, tabii ki henüz legal çerçeve dışına taşmayan bir otoritarist eğilimin ipuçları yansıtmaktadır.

***

ÖYLEDİR, çünkü o "legalite"nin, yani "kanunilik"in bazı dönemlerde uygulanış ve seçiliş tarzı dahi, gün gelir, girilmekte olan çok rizikolu rotanın göstergesini sunarlar.

Káh kağıt, káh reklam, káh anten bağımlısı olduğu için de, medya kendi doğası icábı, hükümetlerin "kitabına uyduracağı" bir yasal platform önünde en zaaf taşıyan kurumdur.

Meselá, yine tartışılmaz bir "çoğunluk meşruiyeti"ne sahip olan Venezüella’nın Hugo Chavez’i, yoğun muhalefet sürdüren ve ülkenin en büyük medya grubuna ait olan "RCTV" televizyon istasyonunu, tamamen kanuni biçimde, anten hakkını yenilemeyerek susturmuştur.

Yani, şimdi "DMG"nin cezalandırılması gibi, burada da illegal bir uygulama yoktur.

Ancak, Chavez iktidarının evrensel demokrasiyle bağdaştığını da kim söyleyebilir?

Oysa hayır, ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın popülist şarlatan Hugo Chavez’e, ne de Ankara çoğulculuğunun Karakas rejimine benzemek hakkı vardır ve olmalıdır.

Dolayısıyla, "patronlar patron ve gazeteciler de gazetecidir" düsturu tabii ki kesin etik ilkedir ama, herhangi bir mağdur patronu o mağduriyetinden ötürü sahiplenmek de, hem vicdani, hem demokratik açıdan, aynı gazeteciler için yine etik ve yine kesin diğer bir ilkedir!
Yazının Devamını Oku

Sıcak deniz soğuk rüzgár

19 Şubat 2009
EMİNİM, Türk modernleşmesinde hayati bir unsur olan Rusya kökenli milliyetçiler şimdi başlarını kaldırsalar ve ülkemizi Moskova eksenli ve "Avrasya" hayalli bir rotaya sürüklemek isteyen bugünkü "ulusalcılar"ın "Rusofil"liğini görseler, kabirde ters dönerlerdi. Ve üstelik, mecálleri olsa mezarlarından doğrulup aynı "ulusalcılar"a karşı, "sakın ’milliyetçilik’ kavramını ağzınıza almayın, çarpılırsınız" diye haykırırlardı.

Sonra da, "Slavofillerin beşinci kolu olmaktan vazgeçin" diye eklerlerdi.

***

EVET öyle, çünkü o çok önemli münevverler ki, daha en baştan itibaren, Çarlığın Rus olmayan halkları boyunduruk altına almasına karşı mücadeleye öncülük etmişlerdir.

Ötesi, yukarıdaki milliyetçi ve modernist fikirlerle donanmalarında belirleyicilik taşıyan temel unsuru dahi, "ezilen ulus" dürtüsü oluşturmuştur.

Başka bir deyişle, Rusya kökenli Türk milliyetçileri ve modernistleri, bizzat aynı Rusya’ya isyanın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır.

Nitekim, Kursavi’den Gaspıralı’ya ve "Küçük Cüz"den "Cedid" hareketine, bütün bir Avrasya Türklüğünün tarihinde daima bu isyanın farklı boyut ve varyantları mevcuttur.

Ama bunlara rağmen sen şimdi kalkacaksın ve zaten "milliyetçilik" sözcüğünden deforme ve dejenere etmiş olduğun; üstelik "ezilmişlik" edebiyatından dem vurduğun bir "ulusalcılık" adına, hem o tarih boyunca sana hep hasım olmuş, hem de daima Türk kavmine karşı genişlemiş bir Rusya’nın dümen suyuna girmek için, "strateji" (!) vaaz edeceksin!

***

BİLİYORUM, buradan itibaren bazıları, "canım, yukarıdaki durum ’milletler hapishanesi’ denilen Çarlık dönemindeydi. Oysa komünistler Rusya Türklerine yönelik baskıyı kaldırdılar ve Ankara’yla iyi ilişki sürdürdüler" mazeretini yumurtlayacaktır.

Pardon! İyi işitmedim, bir daha tekrarlar mısınız? Yoksa şaka mı yapıyorsunuz?

Hayır efendim ve tam tersine, daha Lenin’den itibaren, Bolşeviklerin Slav olmayan kavimlere karşı uygulamış olduğu asimilasyon politikası, İslam halklarını iç bünyede nispeten "rahat bırakmış" olan o Çarlığı bile mumla aratacak bir şiddetle gerçekleştirilmiştir.

Nitekim, hiçbir etnik ve tarihi temele dayanmayan tamamen yapay sınırlarla ve sırf bölmek ve yönetmek için, tüm Türkistan kağıt üstünde "devlet"lere ayrıştırılmamış mıdır?

Sultan Galiyef komünist sömürgeciliğe isyanın bedelini hayatıyla ödememiş midir?

Ve, Kırım Tatarlarından Kafkas Ahıskalarına, yüzbinleri öz be öz yurtlarından sürmek dahil, komünistler Rusya Türklerine modern tarihte hiç olmadığı kadar eziyet etmemiş midir?

***

ÖTE yandan, okka okka fazlası var ve dirhem azı yok, Çarlığın Boğazlar üzerinden "sıcak denizler"e inmek iştahını SSCB bu defa oburluğa dönüştürerek, aynen sürdürdü.

Nitekim, kızıl Stalin’in haki Hitler’le gerdeğe girdiği dönemde ve önce 1939 Moskova, ardından da 1940 Berlin müzakerelerinde, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un Nazi meslektaşı Ribbentrop’tan aynı Boğazlarda "söz hakkı" istediği bir vakıa değil midir?

Yoksa, aynı Rus isteğinin 1944 Ekim’inde Montö’yü değiştirmek; 1945 Yalta’sında, İstanbul’da ve Çanakkale’de üs kurmak; 1946 Ağustos’unda ise "Türklerle ortak denetim yapmak" (!) için müttefikler nezdinde tekrarlandığını yakın tarih yazmamakta mıdır?

Daha yoksa da, ABD’nin oluşturduğu "Truman Doktrini"nin, aynı SSCB’nin aynı oburluğa bir de Ardahan ve Kars’ı katmasından doğduğunu bilmeyen var mıdır?

Hayır, çok kör cahil değillerse tabii ki "ulusalcılar" da dahil, bunlar biraz mürekkep yalamış herkesin malûmudur ama, onların yine de "Rusofil" kesilmesinin arkasında, soğuk step rüzgarlarıyla iliklere işlemiş olan otokratik ve totaliter geleneğe duyulan hayranlık vardır.

Bu gelenekle "ulusalcı" ideoloji arasındaki kan kardeşliğini cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Step rüzgárıyla

18 Şubat 2009
MALÛM, başımıza "Rusofil" kesilen ve ülkemizi Moskova eksenli ve tamamen hayali bir "Avrasya" stepinde gırtlağına kadar balçığa gömmek isteyen bugünkü "ulusalcılar", bir de milliyetçilikten dem vuruyorlar. Aslında onların klasik Türk milliyetçiliğiyle hiçbir ilgisi yok ama, madem öyle, o halde konuyu deşmeye bu milliyetçiliğinin sözkonusu Rusya’yla olan ilişkisinden başlayalım.

***

EVET, biri Rusya, biri Rumeli olmak üzere, Türk modernleşmesinin iki ayağı vardır.

Çok milletli imparatorluktan yekpare ulus-devlete geçiş arayışlarımıza, hemen hemen hepsinin kökeni Tuna ve Volga kıyılarına uzanan münevverler öncülük etmiştir.

Üstelik, Moskofya periferisinden gelenler, Balkan coğrafyasındakilerine oranla eli daha bir kalem tutan aydınlardan oluşmuştur. Gradoları yüksek ve birikimleri dolgundur.

Diyebiliriz ki, ikinciler pratik, birinciler ise teorik yanı ön plana çıkartmışlardır.

Ve, bu gelişme tarihi süreçte gayet doğaldır.

***

DOĞALDIR, çünkü yukarıdaki Rumeli son tahlilde, ora kavimlerinin kendi milliyetçiliklerini "çeta" veya "hayduk"lar aracılığıyla fiilen hayata geçirmeye çalıştığı bir "sıcak alan" olmakla sınırlı kalıyordu. Başka bir deyişle, kilise dışında bir kuramcılık yoktu.

Nitekim, Bulgar, Sırp, háttá Helen ulusçuluğunda aman aman bir teorisyene rastlanmaz.

Fakat buna karşılık, genel bir "münevver kesim"i tanımlayan ve tamamen Rusçaya has bir deyim oluşturan "intelligentsia" kavramının dahi anavatanı olan Çarlık, Büyük Petro’nun "ışıltılı despot" reformlarından beri, çok ciddi bir düşünce geleneğine sahip olmuştur.

Sen Petersburg başkentli İmparatorluk bütün bir 19. yüzyıl boyunca ve 20. asır başında, laik bir "fikriyatlar aşuresi"ni kaynatmıştır ki, Batı’ya bile nám salmıştır.

***

İŞTE bu yüzden, sonradan muhafazakarlaşsa bile Çerkez Mizancı Murat’ı da listeye dahil ettiğimiz takdirde, başta Kırım Tatarı İsmail Gaspıralı, Azeri Ahmet Agayef ve Kazan Tatarı Yusuf Akçura beyler olmak üzere, Ziya Gökalp bir sentez oluşturana dek, Türk modernleşmesini etkilemiş olan belli başlı aydınların hemen hepsi Rus periferisine mensuptur.

Onlar gerek Batı düşüncesiyle nispeten çabuk tanıştıklarından; gerek yukarıdaki "intelligentsia"nın sekülarist ve modernist açılımıyla yoğrulduklarından; gerekse aidiyetini taşıdıkları Türk-İslam kavimlerin Slav hakimiyeti altında olmasını isyan ettiklerinden, haklı olarak "kıble" addettikleri Dersaadet’teki yenileşmeye de damga vurmuşlardır.

***

ANCAK, sözkonusu atılım çağdaşlaşma düşüncesi şırıngaladı ama aynı zamanda da, Türk milliyetçiliğini káh açıkça telaffuz edilen, káh edilmeyen bir "etnik dürtü"yle donattı.

Burada bilhassa, yukarıdaki Akçuralı Yusuf Bey’in 1905’de yayınladığı ve çeşitli alternatifler arasında "pan-Türkçülük"ü önerdiği "Üç Tarz-ı Siyaset" belirleyici rol taşır.

Tamam, ’nedámet getirdi dememek’ için özeleştiri yaptı diyeyim ve aynı Akçuralı’nın önce 1917’de, ardından da 1928’de eski fikirlerinin yanlışlığını vurguladığını ekleyeyim ama, yine şu bir gerçek ki, onun belki istemeden attığı maya tuttu.

Söz konusu "etnik dürtü", fazla sivri "Turancı" aşırılığı törpülendikten sonra, Cumhuriyet İdeolojisi’ne dahi ciddi ölçüde damga vardı.

***

O halde, şimdilerde hem Rusçu kesilen, hem de rezil ırkçılığı "Kürt bakkala gitme" veya "Yahudiler ve Ermeniler giremez, köpekler girebilir" raddesine vardıran bugünkü "ulusalcılar"ın ideolojik kökenini, yukarıdaki milliyetçiliğe mi bağlamak gerekiyor?

Hayır, büyük ölçüde hayır ki, bunun nedenlerine yarın geleceğim.
Yazının Devamını Oku