15 Nisan 2009
<b>Lefkoşa</b><br>ÖYLE bir ülke düşünün ki, sadece öğretmenleri ele alırsak, zaten kariyere 1.500 dolarla giren bu meslek grubu mesuplarının dörtte biri sömest tatilini yurtdışında geçirmiştir. Öyle bir ülke düşünün ki, kısacık mesafelere rağmen heyüla silindirli ve dört çarpı dört çekişli otomobiller fing atmaktadır. Her halükarda da süper benzinin litresi 170 kuruştur.
Artı, kişi başına gelirin on dört bin dolar civarında dolaştığı yine öyle bir ülke düşünün ki, ücret artımlarında eşel mobil ve on üçüncü ay gibi sistemler ahval-i adiye sayılmaktadır.
Ve nihayet, elli yaşında emeklilik maaşı bağlayan öyle bir ülke düşünün ki, kamu sektöründe memur veya hizmetli olarak çalışmak, özel sektörde çalışmaktan bin defa evladır.
Bu "inayetli devlet" ülkesinin adı ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir!
Tabii bana sorarsanız da gerçek adı, "Ekmek Elden, Su Gölden Cumhuriyeti"dir!
* * *
ÖYLEDİR, çünkü eğri oturalım doğru konuşalım, en başta Kıbrıs Türkleri olmak üzere hepimiz biliyoruz ki, KKTC’deki değirmen o gölün o taşıma suyuyla dönüyor.
Yani, Ada’nın Türkiye’yle asla karşılaştırılmayacak orandaki yüksek refah seviyesini, Kuzey Kıbrıs’a her yıl en az 500 milyon dolar nakit para şırıngalayan Ankara finanse ediyor.
Kabul, ambargoydu, tecritti, dışlamaydı falan, tabii ki yardım boynumuzun borcu!
Ancak, her şeyin bir sınırı, bir optimum noktası, bir Rubikon çizgisi var!
* * *
EVET böyle bir çizgi var ama, buna rağmen hükümet partisi CTP’ye mal edilen ve doğruluk payı muhtemelen yüksek olan yolsuzluk iddiaları bir yana, eğer ana muhalefetteki Dr. Derviş Eroğlu’nun UBP’i önümüzdeki pazar günü yapılacak parlamento seçimlerini kazanacak gibi görünüyorsa, bunun esas nedeni, aynı CTP’nin yukarıdaki "har vurup, harmam savurma ekonomisi"ni biraz hale yola sokmak istemesinden kaynaklanıyor.
Yani, çok hafiften bir "dizgin sıkmak" girişimi dahi iktidar kaybına zemin hazırlıyor.
Zaten, bizlere çok yadırgatıcı gelse bile, halen çok yoğun biçimde sürmekte olan o seçim kampanyası sırasında ne Kıbrıs’ın siyasi geleceği, ne toplumlararası görüşmelerin kaderi, háttá ne de gündeme bomba gibi düşen "Ergenekon"un Ada ayağı gibi en hayati konular, diş kovuğuna kaçacak kadar bile yer tutuyor. Haniyse isimleri bile telaffuz edilmiyor.
Varsa yoksa "çarşı sorunu" ki, ámiyane tabirle de kabak hükümetin başında patlıyor.
* * *
NİTEKİM, Başbakan Ferdi Sabit Soyer liderliğindeki o hükümet geçmişten beri hep bol keseden ihsan eylenen tarım sübvansiyonlarına fren mi koydu, işte çiftçileri darıltmıştır.
Ondördüncü, onbeşinci maaş taleplerine "ı-ıh" mı dedi, işte sendikaları küstürmüştür.
Sebil niyetine dağıtılan elektrik ve suya fatura mı kesti, işte tüm ahaliyi kızdırmıştır.
Yani, Lefkoşa’da bugün mevcut iktidar "ayağını yorganına göre uzat" ilkesini birazcık da olsa hayata geçirmek ve reel ekonomik kurallara uymak için adım atmak cesaretini mi gösterdi, yine ámiyane tabirle, "ayvayı yemiştir".
İşin açıkçası, "Ekmek Elden, Su Gölden Cumhuriyeti"ndeki "inayetli devlet"e alışmış Kıbrıslılar o ekmeğin illá has undan francalasını ve o suyun illá Taşdelen’den pet şişelisini talep ettikleri içindir ki, bırakın peksimet somununu ve kuyu kovasını, aynı ekmeğin standart fırın çıkışlısını ve aynı suyun Terkos musluğu akıntılısını dahi reddediyorlar.
* * *
TAMAM da, zaten elindekini avucundakini Ada’ya aktaran Türkiye bu refah düzeyi hep daim olsun diye KKTC’ye daha ne kadar müddet ve ne ölçüde kesenin ağzını açabilir?
Öz itibariyle yine "çözümsüzlük, çözümdür" siyasetine dönecek bir parti Kuzey’de tekrar iktidar olursa, Ankara ilelebet "açık çek" imzalamayı sürdürecek midir?
Bu soruların cevabını yarın, Lefkoşa mahreçli son yazımda arayacağım.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2009
<b>Lefkoşa</b><br>TOPLUMSAL psikolojide "ensüler ruhiyat" diye bir deyim vardır.<br><br>Frenk kökenli ilk kelime burada, herhangi bir adada yaşayan sakinleri tanımlar. İfadenin bütünü ise etrafı denizlerle çevrili o ada insanlarına özgü hal ve oluş tarzını çağrıştırır. Onlara has bir algılama şeklini ve dışavurum uslûbunu ima etmek için kullanılır.
Yani, "ensüler ruhiyat" dediğimiz takdirde, adalıların gerek pratik hayatta, gerekse düşünce sistematiğinde kıta halklarıyla mevcut olan farklılığının altını çizmiş oluruz.
Çünkü, söz konusu adalar satıhta ister küçük, ister büyük; coğrafyada ister yakın, ister uzak; yerleşimde ise ister eski, ister yeni olsunlar, kısmen tecrit durumlarından dolayı, oralar ahalisi giderek anakara insanlarından ayrışır. Göreceli bir kopukluk doğar.
Bir anlamda, aradaki su ve mendirek onları "orijinal" kılar.
***
MALÛM, bunun en bildik örneği de Büyük Britanya’yla özdeşleşir.
Üçlü elektrik fişi kullanmaktan sağdan vasıta direksiyonu tutmaya; daha önemlisi, soğukkanlılık ve kara mizah gibi "britiş" karakterler yansıtmaya, İngilizlerin o dillere destan "orijinallik"i (!) yukarıdaki "ensüler ruhiyat"ın tá kendisini oluşturur.
Aynı şey Japonya için de, Formoza için de, Seylan için de, ne bileyim ben, Zanzibar için de geçerlilik taşır.
Háttá, bütün milliyetçiliğine rağmen Yunanistan’a hem biraz tepeden bakan, hem de her fırsatta kıta Helenleriyle olan farklılığının altını çizen Giritliler dahi bu kategoriye girerler.
Háttá ve háttá, eğer Sait Faik’in Burgaz hikáyelerini alıcı gözle okur veya Heybeli yahut Kınalı’da yaz-kış ikámet eden tek tük sakinleri dikkatlice incelerseniz, şu burnumuzun dibindeki Prens Adaları insanlarında bile yine belirli bir "ensülerlik" sezinleyeceksinizdir.
Ve tabii ki, Kıbrıs ve Kıbrıslılar için de aynı şey geçerlilik taşır. Haydi haydi taşır.
En büyük Akdeniz adasının Türkleri de, Rumları da anakaralarının; dolayısıyla anavatanlarının insanlarından farklı bir hayat pratiği ve ruh haliyle donanmışlardır.
Zaten en sıradan gözlemcinin bile bunu şıppadak saptaması işten bile değildir.
***
NİTEKİM, Cuma akşamı daha Ercan Havaalanı’na indiğimde bunu tekrar saptadım.
Hayır hayır, diğer "ensüler ülke" İngiltere’den miras o üçlü prizleri, o sağ direksiyonları, o otomobil plakalarını kastetmiyorum. Bunlar ancak ayrıntı oluşturabilirler.
Ben her şeyden önce insan faktöründen söz ediyorum.
Çünkü, kıyı Akdenizi’ne özgü geleneksel rahatlık, yumuşaklık, munislik zaten bir yana, tam seçim arifesindeki bir KKTC’de hüküm süren ve istisnasız bütün partileri ve onların yandaşlarını kapsayan demokrasi atmosferi; dolayısıyla, aslında o insanların benliğine kök salmış olan bir "hoşgörü kültürü", hiç şüphesiz ki Kıbrıs Türklerini anavatandaki soydaşlarından ayrıştıran en temel özelliği oluşturuyor.
Hele hele, "Ergenekon"un Ada ayağına ilişkin iddiaların henüz iki gün önce ortaya döküldüğü göz önüne alınırsa, yukarıdaki "sukûnet" (!) biz "kıtalılar"ı daha da yadırgatıyor.
***
AMA dikkat, "sukûnet" derken kampanyanın ruhsuz geçtiğini çağrıştırmıyorum.
Tam tersine, şu aşamada önde gittiği varsayılan ve muhalefet kurumunu oluşturan UBP başta, KKTC partileri yoğun bir seçim propagandası sürdürüyorlar.
Fakat, Mersin’le Girne arasındaki kırk deniz mili mesafe Kıbrıs Türklerini "ensüler ruhiyat"la donattığı içindir ki, onlar o yoğunluğu bizden çok daha farklı biçimde yaşıyorlar ve yukarıdaki "hoşgörü kültürü"nde de Türkiye Türklerini fersah fersah geride bırakıyorlar.
Ancak aynı "ensüler ruhiyat"ta madalyonun bir de öteki yüzü var ki, bunu Ada’daki son siyasi durum ve gelişmeler çerçevesinde yarın ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2009
SULUGÖZLÜ sayılmam. Cadaloz ağıtçılar gibi zırt pırt hüngürdediğim vaki değildir. Zaten bırakın zırt pırtını, hani o "ağla, açılırsın" denilen tarzdan ve insanı rahatlatan cinsten yarı histerik krizler bile bana hemen hiç uğramazlar.
Heyhat, zahir "Spartavari" yetiştirilme tarzımdan ve iliklerime işlemiş mantıkçı soğukluktan olacak, keder veya neşe hissiyatlarımı kolay kolay dışavurumam.
Onları gizlemeye, dizginlemeye, gemlemeye; sünnet, hadım ve iğdiş etmeye alıştığım, daha doğrususu buna şartlandırıldığım içindir ki "metin insan" (!) kategorisinde addedilirim.
Hatta, yürek acısı, yakın cenazesi, felaket haberi, ne bileyim ben, sevgili ayrılışı gibi en iki gözü iki çeşme ağlanması gereken durumlarda bile bir put donmuşluğuyla kala kalırım.
Dolayısıyla, hem kendi kendime duyarlılık skalam konusunda şüpheye düştüğüm, hem de başkalarının "herifçioğlu taş gibi" türünden bakış ve ayıplamalarına maruz kaldığım olur.
N’eyleyeyim, demek bilinçaltı korkunç biçimde bastırılmış benliğim farklı tür bir algılama süzgeci kullanıyor ki, bunun tezahürünü mendil kullanmak raddesine varamıyorum.
Halbuki, geçen Cumartesi gecesi işte o mendile ihtiyaç duydum!
***
EVET evet, daha ortada fol yok, yumurta yok, ışıklar henüz yeni sönmüş ve akordeonun ancak ilk tınıları işitilmeye başlanmıştı ki, çok acilen ihtiyaç duyduğum için, yan koltuktaki refakatçimi hayli nezaketsiz bir biçimde dürtükleyip kağıt mendillerinden istedim.
Tabii ki, Muammer Ketencoğlu Usta’nın kendisine refakat eden "Balkan Yolcuğu" topluluğuyla beraber Cemal Reşit Rey salonunda verdiği konserden bahsediyorum!
Uvertürün yapıldığı "Karanfilçe Devoyçe" adlı Sırp aşk şarkısını kastediyorum.
Ve de sakın sanılmasın ki, kendimi frenlemsem hüngürdeyecek ölçüde duygulanmam, zaten tek kelimesini anlamadığım İvo Andriç dilindeki aşka hüzünlenmemden kaynaklandı.
Aksine, o harikuláde Gagavuz türküsü "İhtiyar Kaz" dahil, Balkan’ın bütün kıvraklığıyla seyircileri ayağa kaldıran en neşeli musikilerde dahi, bendeniz mümkün mertebe göstermemeye çalışarak, refakatçimin mendil paketini bitirmeye devam ettim.
Ketencoğlu Usta, virtüoz müzisyenleri ve harikuláde vokalistleri salonu Tuna’nın, Tunc’nın, Vardar’ın, Drina’nın, Meriç’in dayanılmaz akıntılarında ve tam onbir ülkenin tam altı ayrı lisanında sallarken, ben resmen sulugöz kesildim ve de yaşlar akıtmayı sürdürdüm.
***
İHTİMAL vermiyorum ki, usta ne kelime üstád; hatta etno-müzikteki bilgeliğinden dolayı dünya çapında bir üstád-ı azam saydığım Ketencoğlu’nun onu daha ilk işittiğim andan itibaren beni böylesine etkiliyor olması, kendisinin emsálsiz musikişinaslığıyla sınırlı kalsın.
Sanıyorum ki, eğer benim gibi bir "put adamı" dahi hem CD’lerini dinlerken, hem de konserlerini izlerken ve her defasında ağlatıyorsa, bu, Muammer Ketencoğlu’nun aynı zamanda sınır, dil, din ve ırk barikatlarını akordeon notalarıyla berhava eden ve ses tınılarıyla dinamitleyen muazzam bir hümanizma yansıtmasından kaynaklanıyor.
Üstelik, bunu, hepsi Osmanlı coğrafyasına dahil olan ama "ulus devlet" mikrobunun ve milliyetçilik vebasınını bulaştığı günden bugüne dek komşunu gırtlaklamaktan çekinmemiş bütün bir Balkan sathı ahalisine yayması, onu daha da i-n-s-a-n ve i-n-s-a-n-c-ı-l kılıyor.
"Mübadele" denilen dehşet belálarla mekán değiştirmek zorunda kalmış her halk ve etnisiteyi ayırım gözetmeden ve hep birden kucaklaması, Ketencoğlu’nu sonsuz taçlandırıyor
Dolayısıyla, bana sorarsanız Muammer Ketencoğlu, edebiyat Nobel’i kazanan Büyük Orhan Pamuk’tan sonra, barış Nobel’i için ülkemizin ikinci potansiyel adayını oluşturuyor.
Hayır, hayır ! Sırf ülkemiz için değil, ortak şarkılarımızdaki ortak "hayde"nin "h"sını telaffuz eden ve etmeyen tüm bu coğrafyanın insanları için yine ortak aday niteliğini taşıyor.
O halde, hiç gizlemeden ve dizginlemeden ağlayabilim ki, "ayde bir mendil verin"!
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2009
ÖNCE, Barack Hüseyin Obama’nın Türkiye ziyareti dünya çapında bir gelişme oldu Evrensel boyut taşıdı ve ülkemizle ABD arasındaki ilişkilerin sınırını haydi haydi aştı. Çünkü, Cengiz Çandar’ın enfes saptamasını tekrarlarsak, Amerikalı başkanın ta-ri-hi TBMM konuşması, "11 Eylül paradigması"nın tamamen noktalanması anlamına geldi.
Yani, Bush defterini kapatacağını zaten ilan etmiş bir Obama son "Ankara nutku"yla bunu ilk kez uluslararası sahnede, üstelik de İslam coğrafyasında resmileştirmiş oldu.
İşin açıkçası, artık kesin taahhüt altına girdi ki, nokta!
***
DİĞER taraftan, yukarıdaki hayati mesajın Türkiye başkentinden duyurulmuş olması, hiç şüphesiz ki ülkemizin ayrıcalığını bir defa daha gözler önüne seriyor.
Zira, teorik olarak Ankara’yı ne denli o İslam coğrafyasına dahil edersek edelim, bizim başkentimiz aynı zamanda hem Türk modernleşmesindeki zirveyi, hem söz konusu coğrafyada mevcut ye-gá-ne demokratik ve laik ülkeyi simgeleştiriyor.
Dolayısıyla da, Washington liderinin uluslararası taahhüde girmek için TBMM’yi seçmiş olması, sırf Türkiye’nin ABD nezdindeki ikili "stratejik önemi"yle sınırlı kalmıyor.
Tercihin arkasında, bu defa da Birleşik Amerika’nın Müslüman dünyaya "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" şeklinde çağrıştırdığı diğer bir sembolizm yatıyor.
Ve, sahte tevazu göstermeden dobra dobra saptadığımız takdirde, Beyaz Saray önderi aynı Müslüman dünyaya yönelik olarak, "siz de burayı örnek alın" çağrısı yapmış oluyor.
O halde, kaçınılmaz zaaflarına rağmen, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan ve Kemal Atatürk’le taçlanan Türk modernleşmesinin aktörlerine burada tekrar şükran ifade edelim.
***
ÖTE yandan, siyahi önderin ziyaretindeki ikili eksene gelirsek, tabii ki kendimizi dev aynasında görmeden, fakat yine sahte tevazu göstermeden, şunun altını çizmemiz gerekiyor.
Ankara Washington nezdinde hayati önem taşımaktadır. Çok kıymetli bir göz ağrısıdır.
Yani, teker teker ayrıntıya girmeyeceğim ama, aslında dün olduğu gibi bugün de ABD bölgede güçlü ve kendisine müttefik bir Türkiye istiyor. Ve, bunun somut siyasetini yapıyor.
Nitekim, bundan iyisi can sağlığı, PKK’nın terörist niteliğini tekrarlamaktan ülkemizin bölgesel güç rolünü vurgulamaya, Amerikalı Başkan söylenebilecek olan her şeyi söyledi.
Artı, çok önemli ve orta vadede mutlaka meyve verecek bir adım, AB ufkumuzu hiçbir Beyaz Saray kiracısının cesaret etmediği bir hararetle sahiplendi. İşi, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’le kapışacak, onunla külahları değişecek raddeye vardırmaktan çekinmedi.
Öyle ki, durumun vahametini kavrayan Paris gazeteleri ünlü Fransız deyimine atıfta bulunarak, "Galiba Sarkozy şarabına su katmak zorunda kalacak" manşetini attılar.
Dolayısıyla da, "öteki" korkusuyla tir tir titreyen "ulusalcı" taifenin zaten hiçbir temele dayanmadan ve sırf paranoyak nefret körüklemek için kasten uydurduğu "Amerika bizi bölmek istiyor" hezeyanları artık tamamen berhava olmuş oldu.
***
AMA tabii, kadı kızında illá kusur bulmaya kararlıysanız, "soykırım" láfını telaffuz etmese bile 1915 Ermeni Tehciri konusunda fikir değiştirmediğini dürüstçe tekrarlamasını; veya satır aralarından, Afganistan’a asker göndermek konusunda Türkiye’nin daha angaje olması çağrışımını yapmasını Obama ziyaretinin "açıkları" (!) olarak yorumlayabilirsiniz.
Hatta, Amerikalı liderin Ankara’daki demokrasi vurgulamasını da yine, "bizi gizli gizli bölmek için liberal şekere bulanmış büyük tuzak" diye yutturmaya kalkışabilirsiniz.
Bu takdirde onlara söylenebilecek bir şey kalmıyor!
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2009
DÜN gece geç vakitte refakatçimin kızı Amsterdam’dan geldi ki, bir geldi, pir geldi.<br><br>Daha gümrükten dışarı çıktığı an, henüz annesine bile selam sabah vermeden, heybesini yere attığı gibi "Obama, Obama" diye tepinmeye başladı. Zaten de, montunun altındaki tişörtte Amerikalı başkanın çehresi seçiliyordu. Haydaa!
Tabii, acaba Felemenk diyarı baş edemedi de tımarhanelik delisini başından mı savdı diye, el álem büyük hayretle bize bakıyor. Ama çılgın aşiftemizin hiç umursadığı yok.
Kulağında i-pod aparatı, karşılayıcı kalabalığının arasında ritmik bir dansla sallanıyor.
***
MEĞERSEM, Beyaz Saray kiracısının TBMM konuşmasını tam uçağa binmeden önce öğrenmiş. Satır altlarını çizdiği "medeniyetler barışması" mesajı da pek hoşuna gitmiş.
Dolayısıyla, havai kızımız da karar vermiş ki, bunu alana adım atar atmaz, Lil Wayne adlı bir zenci rapçının lidere methiye düzdüğü müziği şakıyarak, "live" biçimde kutlayacaktır.
İşte şimdi biz de "görsel ve işitsel seyre" (!) şahit oluyormuşuz.
Nitekim derhal, "amma şanslı insanmışım, tam o buradayken İstanbul’a indim" dedikten sonra, "hadi, şimdi beni hemen Obama’ya götür" diye tutturdu.
Emriniz olur küçük hanım, zaten de kendisi süvitinden "by night" Boğaz manzarası temaşa ederek ve kahve üstüne kahve içerek, sabırsızlıkla sizin teşrif buyurmanızı bekliyor!
***
HER neyse, tabii o saatte metro ne arar, eve metazori, gece tarifeli taksiyle dönüyoruz.
Tenhalığa rağmen Tophane’den, háttá kısmen Karaköy’den itibaren yol kapatılmıştı.
Güzergah boyunca hiç konuşmamış olan ve gerek sünnet sakalından, gerekse de vasıtanın içindeki gülyağı kokusundan mütedeyyin bir insan olduğu anlaşılan sevecen şöför aniden, "Bu defa değer. Hiç şikayetçi değilim. Yarınki tıkanıklığa da razıyım" deyiverdi.
"Hayrola" diye üstelediğimde ise önce, demin mesaiyi bırakıp Obama’nın o TBMM nutkunu naklen dinlediğini ve çok beğendiğini, kendi tabiriyle "içine su serpildiği" söyledi.
Ardından da, "abi ben Müslüman insanım ve Amerika’yı severim dersem günaha girerim. Fakat Barack Hüseyin’e helál olsun, konuşmasıyla gönlümü aldı" diye ekledi.
***
ŞİMDİ her şeyden önce şunu görelim ve gerçeği saptayalım:
Birbirinden çok farklı insanları, yani zenci, yoksul ve isyankar gettolarının Amerikalı şarkıcısını kendisine rap methiye düzdürtecek; sosyal statüsü vasatın üstünde ve liberal aile geleneğinden Avrupalı lise öğrencisini o rapı Atatürk Havaalanı’nda dans ettirtecek; hayat tarzı mütedeyyin ve ABD’ye bakışı limoni İstanbullu taksi şöförünü ona "içime su serpti" dedirtecek ölçüde birleştiren bir Obama, alışılmış Washington liderlerine asla benzemiyor.
Belki belki Kennedy ve Clinton’a benzetilebilir ama, onlarda da bu şeytan tüyü yoktu
Bu takdirde demek ki, Barack Hüseyin Obama öylesine hayati hasletlerle donanmış ki; daha doğrusu, donanmış olduğu varsayılıyor ve arzulanıyor ki, sonsuz farklı ufuklardan ve sonsuz farklı dünyalardan insanları kendi şahsının ortak paydası etrafında buluşturabiliyor.
Dolayısıyla da, isyankar hip hop şarkıcı, havai Avrupalı öğrenci, mütedeyyin taksi şöförü, olağanüstü geniş bir yelpazedeki özneleri temsil ettikleri için önem arzediyorlar.
***
PEKİ, Washington lideri iktidara geldiği günden beri uyguladığı pratikle yukarıdaki beklentileri kısmen de olsa karşılıyabildi mi? Veya karşılayabileceğinin işaretlerini verdi mi?
Bu soru hayatiyet arzediyor, zira çıta böylesine yukarı konulduğunda, daha en baştan sergilenen performans veya kırılan pot, vasat çıtalarınkiyle kıyaslanmaz ölçüde önem taşır.
Ben yanıtı yarınki yazımda, ABD Başkanının ta-ri-hi TBMM konuşması çerçevesinde arayana dek siz de, Lil Wayne’nin "Obama, Obama" rapıyla dans edebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2009
CUMARTESİ öğleden sonra Kadıköy’deki "NATO’ya hayır" mitingine gittim.<br><br>Yok yok, derhal düzelteyim. Deli divane değilim, tabii ki katılımcı olarak gitmedim. Öyle dışarıdan, káh polis bariyerinin, káh da eski itfaiye binasının önünden izledim.
Pırıl pırıl güneşe rağmen poyraz uçuruyordu ve gölgede hava serinceydi ama, ne gam!
Hem "cinnet yılları"mı yád etmek, hem de içimden kıkır kıkır gülmek fırsatı buldum.
***
TÜRKİYE’de ne kadar "sol" (!) veya solumtırak fraksiyon varsa, hepsi oradaydılar.
Kızıllı bayraklar, orak-çekiçli armalar, Lenin’li kelleler filan, yarı curcuna yarı kermes atmosferindeki protesto gösterisine, devede kulak tek bir istisna hariç herkes katılmıştı.
Onu da artık pano tutacak adamı bile kalmadığından, "Ergenekoncu Maocular" oluşturuyordu.
***
MİTİNG öncesindeki onca tatavaya rağmen zaten avuç içi kadar alanın çeyreğini dahi dolduramayan tüm protestocular arasında belki biraz, gökkuşağı renkli çevrecileri sevdim.
Meydana zıplayarak girdiler. "Obama defol" diye bağırırken bile daha sevecendiler.
Ötekilerde ise bir ciddiyet, bir ciddiyet ki, sanırsınız Petrograd Şûrası Bolşevikleridir.
Darbeyi de Kışlık Saray yerine Kadıköy kaymakamlığını basarak yapacaklardır.
Sonra, mikrofonu kapıp gayet patetik "yoldaş mektubu" okuyan militan mı ararsınız; yoksa Şili şarkılarını İspanyolca şakıyan bilmem kaç bin vatlık ses tesisatı mı arzularsınız.
Ama haksızlık yok, aynasızlar mimlemesin diye kukaletası çekilen o afili sweatshirt’lerin son moda olduğunu ve üzerlerinde Amerikanca "rock" şiarlar yazdığını eklemek zorundayım.
***
İTİRAF edeyim ki, o İspanyolca bülbüllük ve o sweatshirt modacılık da hoşuma gitti.
Modernleşen ve evrenselleşen Türkiye’nin metazori ve kendileri hiç farkına varmadan, bünyesindeki "solcu"ları da modern ve evrensel kılmış olmasını, öpüp öpüp başıma koydum.
Zira, kırk yıl önce bendeniz de aynı "NATO’ya hayır" sloganını bizim "yoldaşlar"la beraber anırıyordum ama, hiçbirimiz öyle Cervantes ve Neruda lisanı şarkılar bilmiyorduk.
Kaz kafamız da tıpkı o günün Türkiye’si ölçüsünde kapalı ve "yerli" (!) olduğundan, yine yerli malı ve tek sesli ve tek sazlı bir "devrimci türkü" repertuvarıyla (!) iktifa ederdik.
En kabadayısı, Yunan komünistlerinden apartma, "Ege denizi kararınca, dağlar uykuya dalar / O karanlık ovalarda isyan ateşi yanar" cinsi bir "ithal şarkı" kullanırdık.
Hele hele, titreşimiyle Moda’yı ve Haydarpaşa’yı bile zangırdatan devasa ampifikatör ne kelime, altı üstü ve o da belki belki, pilli ve dandik bir megafona kurşun atardık.
Vakıa, bırakın yoğun propagandadan sonra bile böyle kıytırık bir mitingle yetinmeyi, o megafonla çağrı yaptığımızda dahi, Kadıköy’dekinden kat be kat fazla kalabalık toplardık.
Açtırma defteri, söyletme kötüyü, iyi halt ederdik!
***
ÖYLE, çünkü ez kaza bizim "NATO’ya hayır" sloganımız o gün tutsaydı, bugün şakacıktan da olsa, çocuklarımız aynı şiarı hala bağırmak özgürlüğüne sahip olamayacaklardı.
Hele hele, gökkuşağı renkli bayraklarla "Obama defol" diye zıplamak; "rock" yazılı sweatshirtlerle "Kahrolsun ABD" diye haykırmak; milyon vatlı hoparlörlerle İspanyolca "devrim şarkısı" söylemek l-ü-k-s’üne asla ve asla sahip olamayacaklardı.
Dolayısıyla, genelleme yaparsam, onlar tüm bunlara, avanak ebeveynlerinin de kırk yıl önce "hayır" demek gafletine düştüğü, ama tekrar bin şükür, kuruluşunun 60. yılında hálá yaşayan ve metaforik olarak da o NATO’yla bütünleşen korunganlık sayesinde kavuştular.
Evet evet, çocuklarımızın "NATO’ya hayır" diyebilmek hakkı için, "cinnet yılları"nı geride bırakarak artık çoktan kemale ermiş olan biz ebeveynlerden, "NATO’ya e-v-e-t!"
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
AVRUPA Parlemanto veya Konseyi’ni izlemek için Strasbourg’a mekik dokuduğum yıllarda, birleşim dönemi geldi miydi, bu doğu Fransa kenti milletvekilleri, "avrokrat"lar ve onların baştan çıkartılmaya hazır sekreter ve tercümanlarıyla dolup taşardı. Hálá da öyledir. Dolayısıyla, eğer tedbirsiz davranıp rezervasyon yaptırmamışsam, otel bulamazdım.
Fakat ne gám, hemen karşıya geçer ve Kehl’de kalırdım.
***
KEL değil Kehl, burası kasabadan biraz hallice bir Alaman şehridir. Ren nehrinin tam karşı kıyısında yer alır. Taksiyle beş, hadi pek yoğun trafik oldu, taş çatlasa on dakika çeker.
Zaten de iki yakayı birleştiren köprü üzerindeki hudutta kimse pasaport sormazdı.
En kabadayısı, Töton veya Fransız aynasız, láf olsun kábilinden şöyle bir göz atar.
Ama bu laçkalığa bakarak sakın sanılmasın ki, burası hep yol geçen hanı olmuştur.
***
HAYIR ve tam tersine, çünkü bütün bu havali táa Ortaçağ Şarlman’ından; daha doğrusu, muhteris torunların dede mirası Karolenj İmparatorluğu’nu üçe böldüğü 843 Verdun paylaşımından beri, kıran kırana dövüşlerin ve gırtlak gırtlağa çekişmelerin mekánı olmuştur.
Daima ve daima kan gövdeyi götürmüştür ki, güzelim Ren nehri balıkçıları efsunlayan Lorelei musikilerinde değil, kılınçların ve tüfenglerin kızıllaştırdığı nefret sularında akmıştır.
Zira, velev ki ırmağın iki yakasındaki ahali aynı Cermen kökenli Franklara uzansın ve de Alamancanın aynı taşra şivesini konuşsun, bölge tarih boyunca hep ayrı bayrak çekmiştir.
1789 İhtilal-i Kebir’i, Napolyon fetihleri, 1870 Prusya zaferi ve nihayet 1. ve 2. Harp, Alzas-Loren havzası ve mıntıkaya merkez durumundaki Strasbourg ha bre el değiştirmiştir.
Yani, tüm buralar Fransız-Alman boğazlaşmasının ana sahasını oluşturmuştur.
Dolayısıyla, yukarıda Kehl Köprü’sünden hiç de el-kol sallayarak geçilmemiştir.
***
NİTEKİM, bırakın selamsız sabahsız hudut aşmayı, bugün dahi taksi koltuğunda sınırın iki tarafını kurmay gözüyle tarayacak olursanız, şimdi harabeye dönüşen ve üzerinde hanidir ot biten gizli çıkıntıların altında devasa bunkerlerin sırıttığını fark edersiniz.
Bunlar, 2. Savaş öncesinde ve sırasında tahkim edilmiş askeri mevzi enzaklarıdır!
Yüzünüzü kuzeye, uzak Felemenk sislerine dönerseniz, sağdakiler Hitler Almanya’sının "Siegfried Duvarı"na, sol taraftakiler ise Fransızların "Maginot Hattı"na dahildir.
Vakıa, o kadar paraya ve o kadar safsataya rağmen her ikisi de hiçbir işe yaramamıştır.
Zira, hınzır Guederian’ın tankları 1940 Mayıs’ında oralara uğramadan ve "geçilmez" addedilen Arden dağlarını bir sürat aşarak aşağı inmişlerdir ki, apışıp kalan Paris pes demiştir.
1944 kışındaki rövanşta ise bu defa zıpkın Patton’un tankları o "Duvar"ı gamalı haç armalı ordunun başına yıkmıştır. Betonu yırttığı gibi, Nazilerin burnundan fitil fitil getirmiştir.
Zaten Kehl köprüsünden de taş üstünde taş kalmadığı içindir ki, yenisi yapılana dek, savaş ertesinde bile uzun süre, taarruz sırasında inşa edilmiş istihkám geçidi kullanılmıştır.
Ve tabii bütün bunlar olup biterken de, Ren Nehri’nin sağ yakasındaki Almanlar ve sol kıyısındaki Fransızlar yüzyıllar boyu, sonsuz ve sonsuz acılarda bitáp düşmüşlerdir.
***
OYSA dün, yukarıdaki o Kehl Köprüsü; yani yine yüzyıllar boyu iki düşman ulusun káh kılıçla fethettiği, káh dinamitle uçurduğu, káh tankla geçtiği, káh mülteciyle aştığı Ren Nehri üzerindeki sembolik köprü çok, ama çok önemli bir törene ev sahipliği yapıyor.
43 yıl sonra yeniden İttifak’ın askeri kanadına dönen ve de zaten iskelenin bir ayağını tutan Fransa dahil, 28 üye ülkenin devlet ve hükümet başkanları sonsuz simgesellik taşıyan bir jestle, NATO’nun altmışıncı kuruluş yıldönümünü söz konusu köprü üzerinde kutluyor.
Bunun ne anlama geldiğini ve geleceğini Salı günkü yazıma bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2009
HAYIRDIR inşallah, "ulusalcı laikçi" kesimde bir Saadet Partisi aşkı hüküm sürüyor ki, değme gitsin!<br><br>Bir zil takıp oynamadıkları kaldı, SP’nin seçim skorunu düğün bayramla karşıladılar. Duyan da sanacak ki, söz konusu parti sanki en Jakoben laikperestliğin şampiyonudur.
İktidara geldiği takdirde de önce hicáp örtünmeyi yasaklayacaktır, sonra da Darwin’in "Evrim Teorisi"ni ilkokuldan itibaren zorunlu ders olarak okutacaktır.
Evet evet, "ulusalcı laikçi" cihet şimdilerde öyle bir SP aşkı yaşıyor ki, Allah "saadetler"ine nazar değdirmesin!
***
LÁTİFE bir yana, hem gayet vahim bir sosyolojik tercihi yansıttığı, hem de sonsuz ciddi bir paradoksu ortaya koyduğu için yukarıdaki gelişmeyi doğru tahlil etmek gerekiyor.
Çünkü söz konusu "aşk" (!) seçimlerden çok daha önce başlamıştı.
O "ulusalcı laikçi" kesimin gazeteleri, dergileri, televizyonları, yazarları, çizerleri, "milli saf" ta (!) addettikleri SP’ye çiçek göndermekte birbirleriyle yarışa girmişlerdi.
Ve şüphesiz, maddenin tabiatına tamamen aykırı olması gereken böylesine inanılmaz bir gelişme, "düşmanımın düşmanı dostumdur" oportünizminden kaynaklandı.
Açıkçası, onların Saadet Partisi’ne ilánı aşk etmelerindeki neden, Numan Kurtulmuş’un lideri olduğu kurumu AKP oylarını "çalacak" alternatif olarak görmelerine odaklandı.
Tabii ki belkemiksizliğin daniskasıdır ama olabilir, fakat iş bununla sınırlı kalmıyor.
***
KALMIYOR, çünkü kör olmayanlar için SP’yle AKP arasındaki fark göz çıkartıyor.
Ve, genelleşmelerden nefret etmeme rağmen illá toplumsal kod ve sembolleri referans almak gerekiyorsa da, iki kurum arasındaki ayrışmayı tek bir cümleyle özetlemek gerekiyor:
AKP türbanın partisi ise SP de çarşafın partisidir ve nokta!
***
EVET öyledir ve tüm sancılara rağmen de AKP’nin o türbanı modernite içermektedir.
Şöyle ki, kısmen de olsa artık açılmış bir çehreyi sarmalayan eşarp renklerinde estetik uyum aranması gibi, bu parti de tedricen açılmak arayışı içindedir. İrade yansıtmaktadır.
Buna karşılık Saadet Partisi, son zamanlarda hızla yoğunlaşan ve karikatürist Cemal Nadir’in fi tarihinde "bizim penguenler" diye ti’ye aldığı kara çarşafla özdeşleşmektedir.
***
NE haddime, bunu asla bir "aşağılama" veya hakir görme olarak dile getirmiyorum.
Nesnel bir saptamanın dış tezahürü olarak simgeleştiriyorum.
Çünkü söz konusu kurum, tıpkı o çarşaftaki tecrit içgüsü gibi, "siyasi İslam" denilen geniş yelpaze içinde mevcut değişik mecralar arasında, en k-a-p-a-l-ı olanını temsil ediyor.
Nitekim de bu kapanıklılık, zaten "milli görüş" geleneğinden inen ve uç muhafazakar kutuptaki taşra kökenlilere dayanan SP’nin ideolojik söylemine bir bütün olarak yansıyor.
O SP ki, değme komünistlere taş çıkartan bir "anti-emperyalist" retoriğe ve ultra-milliyetçilere rahmet okutan bir şovenist belágate başvuruyor. Devleti fetiş kılıyor.
Yani, "bátıl Batı" addettiği AB’yi reddetmekten, bir lokma bir hırka kanaatkarlığını vaaz etmeye, yukarıdaki "siyasal İslam"ın en arkaik ve en "yerli" (!) kesimiyle özdeşleşiyor.
Dolayısıyla da, kendisiyle böylesine benzeştiği içindir ki, yukarıdaki çarşaf kodunu ve din söylemi burada hiç umursamayan "ulusalcı laikçi" cihet, "saadetli aşk"a vuruluyor.
***
HAZİN! Laiklik konusunda mangalda kül bırakmayanların, şeklen değil ama ruhen en tecrit ve en kara kapanıklığı paylaştıkları bir çarşafın eteğine tutunmaları sonsuz hazin!
Eh ne diyelim, bari Allah "saadetinize nazar değdirmesin" diye tekrarlayalım.
Yazının Devamını Oku