HANGİ tarihte inşa edildiğini bilmiyorum ama, Strasbourg’daki "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi" binası "avangard" tabir edilen türden bir mimariye sahiptir.
Diyelim ki, tıpkı Paris’teki Beaubourg Kültür Sarayı, Bilboa’daki Guggenheim Güzel Sanatlar Müzesi veya Sydney’deki Şehir Operası gibi, "sıradışı" bir siluet yansıtır.
Hacimli ve geometrik yapı özellikle, kanala güz sislerinin indiği sabah vakitlerinde daha da bir cazibeli, daha da bir görkemli, daha da bir heybetli belirir.
Aslına bakarsanız da bunda yadırgatıcı bir şey yoktur.
***
YOKTUR, çünkü ilk burjuva devrimleriyle birlikte yargı mekanizması laikleşmeye başlar başlamaz, söz konusu devrimlerin haniyse birinci işi, o yargının uygulandığı mekanları hem dış, hem de iç görünüm itibariyle, yukarıdaki görkem ve heybetle donatmak olmuştur.
Zaten bunun için "adalet saray" sıfatıyla vaftiz edilmişlerdir.
Rokoko kubbeler, geniş kemerler, yüksek kürsüler, ahşap mobilyalar falan, kim ki bunları gördü, içinde en azından saygı, hatta aslına bakarsanız, endişe uyanır.
Nitekim, Roma, Brüksel veya eski Berlin’deki adalet saraylarına şöyle göz ucuyla bakmak dahi, insanın içine belirli ürperti verir ki, zaten de istenen budur!
***
BUDUR, zira yasallığı, yani kanuniyeti, yani bizim "şeriatın kestiği parmak acımaz" sözüyle metaforunu yaptığımız kavramı simgesel biçimde de yansıtmak icáp eder.
Elinde terazi tutan gözleri kapalı kadın tasviri bir yana, adaletin öyle "ahval-i ádiye"den bir şey olmadığını da sembolize etmek gerekir.
Dolayısıyla, heybet ve görkemle hem yasallık dışı eğilimlere en baştan gözdağı verildiği; hem de o parmağı kesen kurumun "sıradandışılık"ladonandığı varsayılmış olur.
Nitekim de, yukarıdaki dekor cüppeler, perukalar ve ritüellerle tamamlanır.
Başka bir deyişle, oturmuş burjuva toplumlarında, ne adalet sarayları, bizdeki gibi barakadan bozma ve ihaleden aşırma gecekondu yapılarına benzer; ne de oraların mahkeme salonlarında, çay ocağı işleten mübaşirlerle ağır ceza hakimleri birbirlerine karıştırılır.
Eh durum böyle olunca da, üstelik adı üstünde Avrupa’nın en yüksek yargı organı, Strasbourg AİHM binasındaki o "öncü" mimariyi çok doğal karşılamak gerekiyor.
***
O halde, galiba "adli mimari"yle "adli muhakeme" arasında mutlak paralellik var!
Anlaşılan, birincisinin binaları ne kadar kıtıpiyoz ve çirkin inşa ediliyorsa, ikincisinin kararları da aynı oranda baştan savma ve yarım yamalak bir içerik taşıyor.
Çünkü baksanıza, zaten Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış tüm üyeler arasında dava kaybetme "rekoru"nu (!) elinde tutan ve bütçeden "Strasbourg tazminatı" (!) bölümü ayıran Türkiye, salı günü aynı AİHM’de tekrar mahkûm edildi.
Bozcaada’daki Rum vakfı mallarını cukkadak gaspettiği ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Kürtçe ders isteyen öğrencileri şappadak cezalandırdığı için, bizzat kendisi ceza yedi.
Yani, Türk "adalet"i, evrensel kıstaslarına uymak yükümlüğü altına girdiği Avrupa adaleti tarafından, bir defa daha "sen, adaletsizsin" diye damgalandı.
Bu takdirde, tut kelin perçeminden, kelde perçem ne arar, ben o Türk "adalet"ine hálá nasıl güveneyim!
Dolayısıyla ben de soruyorum ki, o "mülk"ü, yani binaları, yani gecekondudan bozma adliyelerimizi, hálen Şişli’de inşası süren ve Avrupa’nın en büyüğü olacağı söylenen "Adalet Sarayı" mimariyle yenileyince, acaba bu defa aynı "adalet" muhakemesini yenileyecek mi?