1 Nisan 2009
DÜNKÜ yazımda, pazar günü gerçekleşen ve "test" olarak algılanan yerel seçimleri "kimin kazandığı" sorusunu sormuştum. Kestirmeden de, bir "ana cevap" getirmiştim. Yani, "Ergenekon" sanığı generallerin aşağılamasına rağmen, "esas" muzaffer tarafın, hem demokrasi kültür ve terbiyesiyle yoğrulduğunu, hem de çok akıllı ve çok olgun olduğunu bir defa daha ispatlayan Türkiye halkı olduğunu söylemiştim.
Şimdi denklemi tersine çevirelim ve "kim kaybetti" diye soralım.
* * *
MADEM o akıllı ve olgun halk kazandı, bu takdirde de hiç şüphesiz ki, yine "esas kaybeden" tarafı onun zıddındaki kutbu oluşturuyor.
AKP ikinci, CHP bünyesindeki statükocu mihrak ise üçüncü sırada yer alıyorlar.
Zira en önce, kendi içler acısı durumuna bakmadan aynı toplumu kışla nizamına sokmaya kalkışan, yukarıdaki militarist ve otoritarist zihniyet bir defa daha hezimete uğradı.
Zaten de, yerel seçimlerin sonucu bunun en somut ispatından başka bir şey değildir!
* * *
ÖYLEDİR, çünkü iktisadi kriz, hayat tarzı kaygısı ve Kürt kimlik talebi gibi dün sıraladığım faktörlerin ötesinde, iktidar partisinin 29 Mart’ta oy yitirmesi, "görünmezlik" arzeden diğer bir hayati nedenden kaynaklandı. Muhtemelen de belirleyicilik taşıdı.
Bunu da, AKP’nin son oylamaya "mağdur" kimliğiyle girmemiş olması oluşturdu.
Oysa aynı AKP 2002 seçimlerine yasaklı bir Recep Tayyip Erdoğan’la katılmıştı. 2007 seçimleri arifesinde ise "e-muhtıra"yla milli iradeye çomak sokulmak istenmişti.
Fakat tüm bunlar tam tersi bir sonuç yarattı.
Mağduru sahiplenmek erdemiyle donanmış bir halk, illá o parti yandaşı olmasa bile, demokrasi terbiyesine saygı duyduğu içindir ki zorbaya pabuç bırakmadı ve AKP’ye yöneldi.
Ve aynı senaryolar yine tekrarlansaydı, aynı AKP şimdi belki de yüzde elliyi aşacaktı.
* * *
HALBUKİ, bin şükür, 29 Mart oylaması öncesinde hiç de zehirli hava solumadık.
Klasik siyaset demagojileri bir yana, yerel seçimler sıradan atmosferde gerçekleşti.
Bırakın halkı hakir görenlerin yeni bir herzeye yeltenmesini, aksine, Cumhuriyet tarihinin en önemli soruşturmasını oluşturan "Ergenekon" sayesinde onların ipliği, şimdiye dek hiç olmadığı ölçüde pazara döküldü. Takke düştü ve kel sırıttı.
Üstelik, "mağdur" kimliğinden yine yararlanabilmek ne kelime, aksine, çoğulculukla "çoğunlukçuluk"u karıştırdığına dair vahim sinyaller veren ve ciddi bir iktidar sarhoşluğuna kapılan Başbakan’ın kavgacı ve polemist uslûbu; artı, o iktidarın nimetlerinden yararlanıyor olmak konumu, kendisinin ve partisinin bu defa "adil terazide" tartılması için ortam yarattı.
Yani, ülke son seçimlere kimsenin dışarıdan çomak sokmaya cesaret dahi edemediği normal bir çerçevede gittiği içindir ki, böyle bir gelişme sandık tercihlerini de "normal" kıldı.
Ve, tabii ki onlar gibi dev bir bozguna uğramadı ama, yukarıdaki militaro-otoritarist güçlerden sonra, aldığı "ihtar" itibariyle AKP, 29 Mart’ta kaybeden ikinci siyasi kurum oldu.
Son kaybeden tarafı ise, "türban açılımı"yla kısmen daha geniş kitleleri kucaklamış bir CHP bünyesinde artık mevzi yitiren ve halkı "cahil" görenlerle uzlaşan ideoloji oluşturdu.
* * *
BÜTÜN bunlar sonsuz umut vericidir. Bütün bunlar "normal Türkiye"nin müjdesidir.
Çünkü, yukarıdaki ideolojik, siyasi ve kurumsal yenilgiler, "demokrasi rüştü"nü çoktan ispatlamış a-k-ı-l-l-ı ve o-l-g-u-n bir halkın kazanmış olduğu sağduyu zaferleridir!
Yeter ki o halkı hakir görenler gölge yapmasın, işte 29 Mart ispatı, aynı halk çoğulculuğun da, laikliğin de üstüne titreyecek kadar bilgin ve bilgedir!
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2009
DEMEK ki, "Ergenekon" iddianamesinde adı geçen darbeci generallerin kendi ulusunu aşağılayarak öne sürdüğü gibi, halk "cahil" (!) falan değilmiş. Demek ki, yine onların buyurduğu gibi, Türkiye’nin "bir yirmi beş yıl daha asker vesayeti altında yaşaması" gerekmiyormuş.
Nitekim, önceki günkü yerel seçimler bunun tam tersini bir defa daha ispatladı.
***
ÖYLE, zira o olgun halk son derece akıllı ve cingöz olduğu içindir ki, sağduyusuyla donandığı "demokratik refleksi" aynı oylamada tüm açıklığıyla tekrar ortaya koydu.
Bir rejim olarak çoğulcululukla, bir iktidar olarak "çoğunlukçuluk" arasındaki farkı çok iyi bildiğini yeniden gözler önüne serdi. Tercihini de birinciden yana yaptı.
Çünkü, seçimdeki ana noktayı, AKP’nin iniş trendinde bir skor elde etmesi oluşturdu.
***
AMA şüphesiz, hem o yerel niteliği, hem de iktidar yıpranmasını hesaba katarak, Başbakan Erdoğan’ın partisindeki kısmi inişi bir dereceye kadar izafileştirmek mümkündür.
Zira doğru, çoğu demokraside olduğu gibi Türkiye’de de, meclis seçimlerini izleyen mahalli oylamalarda iktidar kurumlarının nispi bir gerileme göstermesi genel kural addedilir.
Ancak bu iki faktör de, AKP’deki ciddi oran düşüşünü açıklamaya yetmiyor.
Hele hele, Davos’taki "one minute" çıkışının "sandık getirisi"ne dönüşeceği öngörülürken bunun gerçekleşmemiş olması, sebebi başka yerlerde aramamızı zorunlu kılıyor.
Dolayısıyla da, yukarıdaki olguyu diğer iki unsurla tamamlamak gerekiyor.
***
BUNLARDAN birincisi, geniş kitlelerin omuzlarında hissettiği ekonomik krizdir.
Öyle anlaşılıyor ki, "teğet geçecek" açıklamasıyla Başbakan’ın durumu küçümsemesi, en azından hafife alması, iktisadi buhranın ağırlığını yaşayan yığınların tepkisini çekmiştir.
Bundan ötürü de bir bölüm seçmen ampul amblemli kurumdan uzaklaşmıştır.
Ve, henüz kesin veriler elimizde yoksa bile, sosyolojik dağılım, bu "küskünler"in CHP’den ziyade SP’ye ve kısmen de MHP’ye yöneldiğinin sinyallerini yansıtmaktadır.
***
AKP gerilemesindeki diğer unsur ise "hayat tarzı"na ilişkin kaygılarda aranmalıdır.
Zaten de tam burada, yukarıdaki CHP devreye girmektedir.
Zira, İstanbul’daki "Kılıçdaroğlu fırtınası" bir yana, kıyı şeridinde ilerleyen Baykal’ın partisi topladığı oyları esas olarak, CHP’nin bir "laik kale" olarak algılanışına medyûndur.
Başka bir deyişle, altı oklu kurum yarattığı cazibeden dolayı değil, seçmenin başta sözünü ettiğim "demokratik refleks"i rasyonalize etmek; yani mümkün mertebe bloklaştırmak azminden ötürü kısmi bir başarı sağlamıştır.
Bu gelişme ise hem sonsuz mantıki düşünen halkın darbeci generallerin sandığı gibi "cahil" (!) olmadığını ortaya koymuştur; hem de AKP’nin "hayat tarzı" konusunda çok daha duyarlı davranması gerektiğine dair bir uyarı, hatta bir "ihtar" niteliğini taşımıştır.
***
ÖTE yandan, Kürt etnisiteden insanlarımızın yaşadığı illerde DTP’nin büyük başarı elde etmesi, pazar günkü yerel seçimlerin diğer odak noktasını oluşturmuştur.
Bu, AKP tarafından gerçekleştirilen "Kürt açılımı"nın yeterli olamadığını ortaya koyduğu gibi, çetrefil soruna daha akılcı bir şekilde yaklaşmak gerektiğini tekrar ispatlamıştır.
Yani, asla ve asla "cahil" (!) olmayan Türkiye halkının yukarıdaki "demokratik refleksi", Türk ve Kürt, bütün yurttaşlar açısından geçerlilik taşımıştır.
Evet evet, tüm partilerin yandaşları dahil, 2009 yerel seçimlerindeki ortak zaferi, çoğulcu demokrasiye ve laik cumhuriyete inanan o-l-g-u-n ve a-k-ı-l-l-ı bir halk kazanmıştır.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2009
BrükselÖNCEKİ akşam Cumhurbaşkanı uçağına kurulduk ve sözümona Ankara’dan Brüksel’e uçuyoruz ama, cismimiz burada, aklımız orada, aslında hálá Irak semalarında geziniyoruz. Şöyle ki, devlet başkanı seviyesinde AB’ye ilk kez yapılan ve de üstelik yeni "Ulusal Program"la pekiştirilmiş olan bu çok önemli ziyaret, biz gazeteci milletinin ne umurunda!
Hepimiz tek bir "fikr-i sabit"e kilitlenmiş durumdayız. Tek bir "scoop" arıyoruz.
Yani, Abdullah Gül bir gün önceki Irak seyahati sırasında şu "Kürdistan" láfını telaffuz etti mi? Yoksa etmedi mi? Yoksa sürç-ü lisán mı eyledi?
Punduna getirdiğimiz an, peşi peşine soruları patlatacağız.
***
NİTEKİM, Avusturya’dan Almanya hava sahasına girmiştik ki, dervişin fikri neyse zikri de odur hesabı, Cumhurbaşkanı’nın bizleri çağırdığı an, derhal o "saded" soruya geldik.
Ve de hava aldık!
Çankaya liderinin cevabı, "Çok önemli ve stratejik nitelikli bir Brüksel seyahatine giderken şimdi burada bambaşka şeylere değinmek, dolayısıyla da Türkiye’nin temel eksenini belirleyen ana konunun dağılmasını temenni etmiyorum" oldu.
Doğru söze ne denir?
***
EVET doğru, zira eğer "dedimdi, demedimdi" tartışmasını burada yineleyecek olsa, zerre şüphe yok, kendisinin ısrarla o "stratejik" kelimesini tekrarlayarak vurguladığı AB’yle bütünleşme atılımı "hasır altı"na gidecek. Ara ki bulasın, bilmem kaçıncı plana düşecek.
Oysa Gül, tıpkı dışişleri bakanlığını yürüttüğü dönemdeki gibi, hatta muhtemelen daha da fazlasıyla, ülkemizin Avrupa’yla "kader birliği" yaşamasını can-ı gönülden arzuluyor.
Nitekim, belki sormak isteyip de soramadığımız soruların yanıtını genel bir "şeffaflaşma" deyimiyle çağrıştırarak, dönüp dolaşıp sözü, "AB standardını yükselttiğimiz takdirde zaten her şey tedricen ve otomatikman normalleşecektir" diye bağlıyor.
Bu süreci "yatay değişim kültürü" diye tanımlanabilecek "soft power" deyimiyle adlandırdıktan sonra da, örnek olarak, TRT’nin Kürtçe yayınına geçmesinden Ankara’nın Kyoto Çevre Antlaşması’nı imzalamasına uzanan ve son "Ulusal Program" ertesinde gerçekleşen, daha önce hayal dahi edilemeyecek bir dizi "ilerleme"yi sıralıyor.
Zaten tam bu sırada araya giren ve Nazım Hikmet’e vatandaşlık hakkının iadesini de listeye ekleyen AB İşlerinden Sorumlu Bakan Egemen Bağış, "Nice şair başbakanlar gelip geçti ama, onların yapamadığını biz yaptık" diyerek, bir anlamda taşı gediğine oturtuyor.
***
SONRA, Cumhurbaşkanı AB’yi genel "stratejik vizyon" çerçevesinde algıladığını, gerçekten çok önemli olan bu ziyaret sırasında diğer somut bir yaklaşımıyla da ortaya koydu.
Gerek Brüksel Komisyonu Başkanı Barroso’yla dün gerçekleştirdiği ikili temasta, gerekse diğer hitabetlerinde, daima "çifte güvenilirlik" temasını işledi.
Çok doğal olarak, ilk "güven"i o AB’den ülkemize karşı bekliyor. Küçük hesap peşinde koşmamasını ve geçen yıl 1 milyar dolar dış yardım yapmış bir Ankara’nın geniş coğrafi etkinliğini iyicene bilerek, böyle bir Ankara’ya güvenmesini talep ediyor.
İkincisini ise "dünyaya yüksek bir standart kazandırdığını"nı söylediği aynı AB’den bizzat kendisine karşı bekliyor. Yani, mayasında zaten böylesinde olumlu bir hamur olan aynı Avrupa’nın "Türkiye’yle birlikte büyük düşünmeye güvenmesini" istiyor.
Şüphe yok, Gül, ülkemizin tüm siyaset sınıfı arasında, hem "uzun ince yol"u en ciddiye alan, hem de nihayetindeki hedefi en çok amaçlayan lider sıfatını taşıyor.
Ve aslında, son "Bağdat seferi" de dahil, mekik dokuduğu diğer bütün menzilleri, o "stratejik uzun ince yol"u tamamlayan ve ona çıkan táli patikalar olarak katediyor.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2009
ULUSLARARASI lûgate şehrimizin adını taşıyan bir terim girdi: "İstanbul konsensüsü"! Veya tam Türkçeleştirilmiş şekliyle "İstanbul uzlaşması"!
Nasıl bir uzlaşma olduğuna aşağıda geleceğim ama, önce bir parantez açıyorum.
***
GEÇEN hafta uğurlayacağım yolcu vardı, Yeşilköy’e metroyla gidip geldim.
Havaalanı’nda indik ki, terminale çıkan zemin kata sıra sıra gişeler kurulmuş.
Meğer "5. Dünya Su Forumu"nun akreditasyon işlemleri oralarda yapılıyormuş.
İyi fikir, çünkü uçaktan dışarı çıkan delegelerin işlemleri hemen orada tamamlanacak.
Sonra da kendilerine tahsis edilen vasıtalarla ya otele, ya salona teşrif buyuracaklar.
Üstelik, yabancı ajanslardan okuduğuma göre, dile kolay, yaklaşık yirmibeşbin katılımcı bekleniyormuş ki, bu sayı bir uluslararası toplantıya katılımda rekor oluşturuyormuş...
***
ÁLÁ da, eğer o yabancı basın ve tabii ki "Açık Radyo" olmasaydı; yani kendimi sırf bizim "kitlesel medya"mızla sınırlasaydım, yoğun trafik sıkışması veya "alternatif protestocular" gibi işin kısmen magazinsel yönü hariç, söz konusu "Forum"daki gelişmelerin esası hakkında ancak diş kovuğuna kaçacak ölçüde bilgi edinebilecektim.
Hiç yer vermedi demiyorum ama, eh işte, yasak savmanınn çok ötesine gitmedi.
Oysa, bütün bir insanlığın geleceğini sonsuz yakından ilgilendiren ve zaten bunun için en yüksek katılım rekoruna ulaşan bir "dünya su sorunu"ndan söz ediyoruz.
Hayatın kaynağından, özünden, ûsaresinden bahsediyoruz.
Ve, bu yıl bereketli yağan yağmurlar sayesinde barajlarımız dolunca, yukarıdaki sorun belki bizim için "çözümlenmişmiş" (!) gibi gözüküyor ama, kazın ayağı hiç de öyle değil!
Kişi başına litre tüketimimizi alın ve "sulak uygarlıklar"la bir kıyaslayın, anlarsınız.
Kaldı ki, öyle olmuş olsa bile ne değişir ki?
***
EVET, varsayalım ki her birimiz şımarık Karun zenginleriyiz. Hayal bu ya, hepimizin malikánesi önüne de sabah akşam dolup taşan yüzme havuzları inşa edilmiş.
Peki de, insanlığın ezici bölümü bir damlaya muhtaçken, oraya cumburlop atlamak aslında vicdansızlığa, insafsızlığa, bencilliğe, haramzadeliğe atlamak anlamına gelmez mi?
Biz ki cennet bahçelerini sebil sesleriyle tasvir ve minnet duygularını "su gibi aziz ol" sözleriyle takdis eden bir din ve medeniyet kültürün aidiyetini taşıyoruz, Hint’in, Habeş’in, Maçin’in çocukları kavrularak ölürken, onların kaderine böylesine kayıtsız kalabilir miyiz?
Dicle ve Fırat’ın karları dağlarımıza yağıyor, GAP ve Keban’ın vanaları ellerimizde kapanıyor diye, suyu silaha dönüştürüp, aşağı çölleri Kerbela’ya mahkum bırakabilir miyiz?
Hayır, hayır, hayır!
***
HAYIR, hayır, hayır ama, başta sözünü ettiğim o "İstanbul Uzlaşması" hiç de böylesine net, böylesine açık ve böylesine dürüst bir "hayır" cevabı getirmedi!
150 ülkeden bilmem kaç bin delege ve bilmem kaç yüz bakan dobra dobra, "su, bir insanlık hakkıdır ve asla meta oluşturamaz" demediler. Demeye yanaşmadılar.
Adı üstünde "konsensüs" (!), anan yahşi, baban yahşi pazarlıklardan sonra, ne şiş yansın ne kebap cinsinden ve tıntınlığı göz çıkartan bir "sonuç bildirgesi"yle yetindiler.
Başka bir deyişle, heyhat, zaten 1997 BM Su Antlaşması’nı da imzalamayan Türkiye dahil, "hidrolik bencili" ülkelerin kuliste ayak sürümesinden dolayı, "fiyasko" ifadesini kullanmayayım ama, "İstanbul Uzlaşması" aslında bir "İstanbul tiridi"ne tekabül etti.
Sade suya tirit bile değil, kuraktan kavrulmuş, yanmış, kahrolmuş bir kara buğdayın peksimet somununa ve kupkuru bir tirit ki, "aziz" ve cömert sakalar şehrinin kursağında kaldı.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2009
"ERGENEKON" davası bütün hayatiyetini ve bütün hassasiyetini koruyor. <br><br>Defalarca eleştirdiğim ve artık nihayete ereceğini umduğum usûl hukuku ihlallerine rağmen, söz konusu dava Türkiye’deki çoğulcu rejimi pekiştiriyor. Onu muhkim kılıyor. Yani, yukarıdaki vahim zaaf bir yana, bakış açımızı ağacın tekilliğiyle sınırlamaz ve ormanın bütününü görürsek, Cumhuriyet tarihinin en önemli soruşturmasını oluşturan süreç "öz itibariyle" ülkemiz demokrasisini ışıltılı ve yakamozlu bir viraja doğru götürüyor.
***
TABİİ buna karşılık, madalyonun bir de öteki yüzü var!
O da şu ki, "Cumhuriyet" Gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay’a ait olduğu öne sürülen ve en üst düzey komutanlarla birlikte kurulmuş darbe kumpaslarını gözler önüne seren "günlükler"den sonra, aynı dava aynı darbecileri de başka bir viraja sürüklüyor.
"Dönülmez akşamın ufku"ndaki çok derin ve çok zifiri uçurumun eşiğine getiriyor.
Ancak burada parantez açmam gerekiyor.
***
"SUÇ kesinleşmedikçe zanlı masumdur" ilkesine riayet ettiğim için yukarıda tedbirli davrandım ve "öne sürülen" ifadesini kullandım.
Ama kendi şahsi kanaatim odur ki, yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz ihtimalle söz konusu "günlükler" adı geçen şahsa aittir. Bundan zerre kadar şüphem duymuyorum.
Zaten, ömr-ü hayatı boyunca cihet-i askeriyeye oynamış olan ve aynı "günlükler"de bile, çok yakın "teşrik-i mesai" içinde bulunduğu eski Cumhurbaşkanı’na dahi "ben seçim istemiyorum" dediği zikredilen İlhan Selçuk dahil, "Cumhuriyet" Gazetesi belgelerin Balbay’ın klavyesinden çıktığını yalanlayamadı. Açık yakalayamadı.
Mesleğim adıma zül duyuyorum ama madem ki "gazeteci" (!) sıfatı taşıyor ben de öyle demek zorundayım, aynı ceride minareyi kılıfa sığdırmaya çalışarak, işte o "gazeteci"nin (!) generallere darbe ve tayin akıldáneliği yaptığı "notlar"ın "tarihe ışık tutmak için" ve otuz iki kısım tekmili birden, tefrika edilmek amacıyla tutulduğunu söylüyor.
Artı, özrü kabahatinden büyük, haber yapılmasının "suç" olduğundan dem vuruyor.
Güler misin, ağlar mısın, bırakın hukuken el konulmayı falan, sanki AB misyon şefi Fogg’un ça-lın-mış elektronik postalarına çarşaf çarşaf "ifşa eden" (!) bir başkasıydı!
Dolayısıyla, ben hem ilkeye riayet ederek, hem de yüzde sıfır virgül birlik payı açık bırakarak "ait olduğu öne sürülen" demiş olayım ama, siz aslında ne düşündüğümü bilin.
***
İŞTE, o "gazeteci"ye (!) atfedilen ve emekli paşalarınkileriyle de tastamam örtüşen "günlükler" her boy ve soydan apoletli ve apoletsiz generaller arasındaki s-u-ç ilişkisini sonsuz net biçimde gözler önüne serdiğinden, "Ergenekon" davasının "fasa fiso" üzerine oturduğu iddiası artık tamamen geçerliliğini yitirdi. Takke öyle bir düştü ki, kel tam göründü.
Artı, cüret cehaletten kaynaklanır misali, kifayetsiz muhterisliğine rağmen boyundan büyük işlere kalkışan "ulusalcı" ideolojinin ne haltlar yemeye heveslendiği tekrar ispatlandı.
Her halükárda, henüz adli karar aşamasına gelinmemiş ve fesat tablosu henüz tümüyle berraklığa kavuşmamış olsa bile, söz konusu dava, ülkemiz demokrasisinin bundan böyle sağlam temellere oturması açısından, daha şimdiden tarihi bir misyon yerine getirdi.
***
EVET evet daha şimdiden getirdi, zira ortaya dökülen kirli çamaşırların pasaklılığı ve onları pisletmiş olanların zihin ve zihniyet sefaleti anlaşıldıktan sonra, bırakın girişimini falan, bundan böyle darbenin "d"sini telaffuz etmeye yeltenen bedbaht, tükürükle boğulacaktır.
Çünkü kamu vicdanı kararını çoktan vermiştir ve o karar, teker teker zanlılardan ziyade, bütün bir "statüko zaptiyesi ideoloji"yi müebbet kürek cezasına mahkum etmiştir!
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2009
BİRİNCİ olarak, bilimde "kutsal" yoktur. Olamaz. İkinci olarak, o "kutsal"ın illá bilimle çatışacağına dair de bir kural mevcut değildir.
Ve nihayet üçüncü olarak, söz konusu bilim de "kutsallaştırılamaz".
***
BU takdirde doğru, evrenin iláhi bir el tarafından ve tamamlanmış olarak yaratıldığını vaaz eden din mitolojileriyle çeliştiği için, "bilimsel" bir "Evrim Teorisi" o "kutsal"lı sarstı
Bundan dolayı, "Türlerin Kökeni"nin yayınlandığı 1859 yılından beri tepki yağıyor.
Tabii burada dikkat, "sınanmamış veriler bilimsel olamaz" ilkesinden yola çıkan Karl Popper’in Darwin kuramını "metafizik bir araştırma programı" olarak nitelemesine rağmen, ben yine de aynı teorinin "bilimsel" olduğunu vurguladım.
***
ÖYLE, zira mikrobiyoloji, paleo-antropoloji ve paleo-arkeoloji, genetikbilim gibi son yıllarda dev hamleler yapmış olan tüm branşların daima "Evrim Teorisi"ni doğrular yönde bulgular sunması bir yana, Avusturyalı filozof "tecrübe ilkesi"ni geleceğe dayandırmıştır.
Oysa, geçmişe yönelik gözlem sınaması da bir şeyin "bilimsellik"ini doğrulayabilir.
Zaten sözünü ettiğim dalların gerçekleştirmekte olduğu şey de budur.
Kaldı ki, geçmiş-gelecek kavramını göreceli kılan "İzáfiyet Teorisi" hálá "kuantum fizik"iyle tam kesişmiyor diye bunlardan birinin "gayr-i ilmi" olduğunu söyleyecek değiliz.
***
ÖTE yandan, çoğu din mitolojisinde mevcut olan yaratılış efsanesine rağmen, oralardaki "kutsal"ın "evrimbilim"le (!) çeliştiğine dair bir kural da yoktur.
Burada belirleyici olan nokta o mitolojilerin nasıl okudunduğudur!
Eğer "Tekvin"i kesin dogma kılar ve Tanrı’nın evreni yedi günde yarattığını mutlak addederek Eski Ahid’deki metaforu görmezseniz, tabii ki Darwin’e de düşman kesilirsiniz.
Ancaak, insan ister maymundan insin, ister "Big Bang"e uzansın, "peki, ya daha öncesi ve daha ötesi" sorusunun ortadan kalkmadığını; dolayısıyla da bilimin o insanın fıtratındaki metafizik arayışları cevaplayamadığını bilerek, başta din, imani paradigmalardaki "kutsal"ı daha elástiki yorumlarsınız, "Evrim Teorisi"yle hiçbir sorununuz olmaz.
Nitekim de, önce Papa 9. Pius’un ağzından Darwin’i "Deccálin parmağı" (!) diye aforozlayan Katolik Kilisesi’nin daha sonra "teorinin ötesinde inandırıcılığı var" demesi, yukarıdaki elástikiyetle donanmış ve bu defa İsevi teolojiyi etkilemiş bir evrim değil de nedir?
Fakat buna karşılık, yobaz Amerikan Protestanlığına uzanan ve şarlatanlığı "bilim" (!) diye yutturmaya kalkışan "yaradılışçılar"ın sunduğu şey "bilim" (!) falan değildir!
Teoloji bile değildir ve ákide şekerine bulanmış en bağnaz teokrasinin tá kendisidir!
Hem Kûr’áni, hem içtihádi açıdan böyle bir sorun yaşaması gereken İslam bünyesinde de aynı familyadan "yaradılışçılar"ın peydahlanması ise akıllara sedá bir gelişmedir.
***
DİĞER taraftan, tabii ki "Evrim Teorisi" de dahil, bilim de mukaddes kılınamaz.
Onu kutsallaştırmak, tıpkı Charles Darwin karşıtı "yaradılışçılar"ın teokratik açıdan yaptığı gibi, bu defa da seküler açıdan, bilimi totaliter dogmayla donatmak olur.
Böyle bir yaklaşım ilmiyeti "ideolojileştirmek" anlamına gelir ki, sonsuz tehlikelidir.
Nitekim, hiç ilgisi yoksa bile yine de İngiliz alime mal edilen ve "sosyal Darwinizm" denilen böylesine bir "kutsallaştırma", nihayetinde, "aşağı insan" (!) katlini vácip gören bir "öjenizm"e ve ona ölüm gazı kusturmayı "doğal seçim" (!) addeden bir Hitler’e varmıştır.
Oysa tam tersine, "Evrim Teorisi"nin insanı ulaştırdığı en üst aşama hem yukarıdaki metafizik varoluş sorusudur, hem de o "aşağı olan"la (!) "dayanışma maneviyatı"dır.
Evet evet, "insanın evrimi", başta dini inaçlarla, yukarıdaki etik arayışın macerasıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2009
"TÜRLERİN Kökeni"nden sonra yazdığı "İnsanın Ecdadı ve Cinsiyet Yoluyla Seçim" kitabı dahil, Charles Darwin hiçbir yerde o insanın maymundan indiğini söylemez. Ancak, buradan yola çıkarak 19. yüzyıl doğabilimcisi "masûm" (!) olduğunu ve "maymun hikayesi"nin müritler tarafından uydurulduğunu sanmak da gerçekle bağdaşmaz.
Böyle bir yaklaşım, benim gibi "Evrim Teorisi" yandaşları için kaçak güreşmek, karşıtları için ise ucuz demagoji yapmak anlamına gelir.
***
ÖYLE, çünkü en önce, Darwin’in sonsuz püriten bir Kraliçe Victoria döneminde yaşadığını ve sosyal konumunu kollamak zorunda olduğunu göz önüne almak gerekiyor.
Dolayısıyla, toplumsal ve akademik aforoza uğramamak kaygısıyla tedbirli davrandığını ve dogmalara bodoslamadan yüklenmek yerine, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" demeye getirdiğini düşünmek en doğru varsayımı oluşturur.
Zaten aslına bakarsanız da, "Evrim Teorisi" karşıtlarının ve yandaşlarının buluştuğu belki tek ortak nokta, "maymun hipotezi"ni Charles Darwin’e mal etmekte uzlaşmalarıdır.
***
İMDİİ, üst paragrafta "varsayım" dedik, "hipotez" dedik, "teori" dedik.
Malûm, bu kelimelerin hepsi az-çok "alláme lügat"te yer alıyorlar.
Oysa bu "allámelik" onları, sözcüğün kökenini belirleyen "ilim"e dönüştürmüyor.
Başka bir deyişle, varsayımlar, hipotezler, teoriler, vs., her hangi bir savı illá "bilimsel" kılmaya yetmiyor.
Zaten örneğin, "Sevr kompleksi" veya "bölünme paranoyası" için "komplo teorisi" ifadesini kullandığımız zaman, bırakın "bilimsellik"i falan, tam tersine, o "teori"nin (!) bütünüyle afáki ve uydurmasyon olduğunu çağrıştırmış oluyoruz.
Zira, "bilimsel" sıfatıyla donanabilmek için bir dizi "olmazsa olmaz" şart gerekiyor.
Artı, Darwin’ci yaklaşımın söz konusu sıfatı hak edip etmediğini tartışabilmek için diğer bir "alláme" kelimeye, "epistemoloji" terimine de ihtiyaç duyuyoruz.
Basitleştirirsek de, söz konusu deyim aynı tartışmanın en can alıcı noktasına, yani bilgi teorilerinin doğrulanabilirliğini araştırmak uğraşına tekabül ediyor.
Nitekim, adı geçen uğraş, "bilim felsefesi" denilen ve "epistemoloji"yi zirveye çıkartan dalla bütünleşiyor ki, işte "Evrim Teorisi"ni de bu çerçevede sorgulamak gerekiyor.
***
KISMEN aşınmasına rağmen bugün hálá aşılamamış olan Avusturya kökenli Karl Popper, yukarıdaki "bilim felsefesi"nin en büyük kuramcısı addedilir. Doğrudur da!
Ve, armut piş, ağzıma düş misáli, aslında gayet kapsamlı olan o Popper kuramını çok, çok özetlersek de işin esası, "sınanmamış veriler ’bilimsel’ olamaz" noktasına odaklanır.
Eh, bırakın insanın maymundan iniyor olmasını deneyle ispatlamayı, molekül, bitki ve hayvan dönüşümleri dahi sonsuz geniş bir zamana yayıldığından, yukarıdaki "epistemolojik" yönteme göre "Evrim Teorisi"ni de "bilimsel" saymak tabii ki mümkün değildir.
Zaten, ampirik yaklışımı "gayr-i ilmi" bulan Karl Popper, İngiliz doğabilimcinin çalışmasını "metafizik bir araştırma programı" olarak nitelemekle yetinmiştir.
Açıkçası, Viyanalı filozof Darwin’e "bilimseldir" cevazını vermemiştir.
***
NİTEKİM, başta "derin Amerika"daki "yaradılışçılar", "Evrim Teorisi" karşıtları söz konusu teorinin "bilimsel" olmadığını kanıtlamak için hep Popper’e atıfta bulunuyorlar.
Ancak dikkat, yukarıda Karl Popper’in aşılamadığını, ama "aşındığını" söyledim.
Bu "aşınma"nın, "bilim felsefesi" süzgecinde "Evrim Teorisi"ne nasıl yansıdığı ve onun imanla mevcut olan ilişkisini etkileyip etkilemediği konularını cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2009
ŞU üç isme mim koyalım: Mikolaj Kopernik , Charles Darwin ve Sigmund Freud ! Bu "Üç Silahşörler" insanı sı-ra-dan-laş-tı-ran hayati dönüşümlerin öncüsü oldular.
Polonyalı gökbilimci, dünyayı, yani o insanı merkez kılan kosmos inancı berhava etti.
İngiliz doğabilimci ise söz konusu insanın yaratılışını iláhi olmaktan çıkarttı.
Ve nihayet, Avusturyalı ruhbilimci, aynı insanın bilincini iradi denetimden soyutladı.
***
FRANSIZ ve Bolşevik devrimleri solda sıfır kalır, bunların her biri birer ih-ti-lal-dir.
Çünkü Kopernik, Darwin ve Freud, insanoğlunun iki ayak üzerinde doğrulduğundan beri farklı biçimlerde ama ortak "bilinmezler" ekseninde inşa ettiği paradigmayı yıktılar.
O "bilinmez"lere yanıt getirmekle veya mevcut cevapların yanlışını ortaya koymakla, tabuların, dogmaların, "mutlak"ların sorgulanmasına zemin hazırladılar.
Yani, insanın evrende "merkez", yaradılışta "tekil" ve ruhiyatta "özgür" olmadığını ispatlamakla, aynı insanın "ego" sunu yaraladılar. Süngüsünü düşürdüler. Kibrini tahrip ettiler.
İşte, karşılaşıkları tepkilerin nedeni de onların bu "yıkıcı işlev"inden kaynaklanıyor.
***
PEKİ de, doğru mu yaptılar?
Dini inanç ve imanlar başta, "Üç Silahşörler"in "müessem nizam"ı sarsması o insanlığı daha mı "bahtiyar" kıldı? Yoksa tersine, onu daha mı "bedbahtlaştırdı"?
Güneşin Dünya etrafında değil, Dünyanın Güneş etrafında döndüğünü bilmekle; Adem’in cennetten değil ağaçtaki maymundan geldiğini öğrenmekle; "Ben" imizi kendimizin değil bilinçaltımızın denetlediğini kavramakla, acaba bugün dünkünden daha mı "mutlu"yuz?
Bunlardan haberdar olmayan Amazonya yerlileri bizlerden daha mı "mutsuz"?
***
SORULARI sordum ama, cevapları bilmiyorum. Yahut, muallakta bocalıyorum.
Çünkü, son tahlilde "modernite" kavramı içine giren ve "Üç Silahşörler"in de uzantısı olduğu "rasyonel düşünce" nin illá "mutluluk" (!) şırıngaladığına inanmıyorum.
Nitekim, Nietsche’ den Heidegger’e, söz konusu "mantıkçı modernizm"e getirilmiş olan çok ciddi ve çok somut eleştiriler asla yabana atılacak argümanlar sunmuyor.
Fakat öte yandan, belki o "modernite" yle haşır neşir olduğum içindir ki, Kopernik’siz, Darwin’siz ve Freud’süz bir iman silsilesinin beni tatmin edeceğine de inanmıyorum.
Hele hele, aynı Darwin’in "Evrim Teorisi"ni inkarcılık başta, "gayr-ı mantikilik"i baş tácı eden şu melûn "postmodern zamanlar" karşısında tam çileden çıkıyorum.
Dolayısıyla, aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık, soruya cevap getiremiyorum.
***
TAMAM da, aslına bakarsanız yukarıdaki sorunun bir anlamı var mı? Sorulmalı mı?
İnsanın hasletinde "bilinmez"e yanıt aramak olduğuna ve "Üç Silahşörler" cevapları zaten ispatladığına göre, "bahtiyarlık" ve "bedbahtlık" gibi öznellikler ne ifade eder ki?
Bizler ister mutlu, ister mutsuz olalım; ister güvendiğimiz dağlara yağan karın telaşına kapılalım; isterse de "gerçek" i keşfettiğimiz için çok sevinelim, nesnel olgu nesnel olgudur.
Korkunun ecele faydası yok, işte dünya güneşin etrafında dönmektedir!
İşte insan maymundan gelmektedir ve de işte bilincimiz denetimsiz oluşmaktadır.
Şu sıra "Evrim Teorisi"nde olduğu gibi, binbir dereden su getirerek bunları inkára kalkışmak o gerçeği değiştirmez. Dalından indiğimiz Afrika ağacını cennet bahçesine dikmez.
Fakat aynı zamanda, insanın maymuna uzandığını biliyor olmak, tabii ki dini iman da dahil, söz konusu insanın metafizik arayışlarına sekte vurmaz. Biri diğerini engellemez.
Söz konusu "Evrim Teorisi"nin niçin bilim felsefesi açısından da ispatlanmış olduğu, ama bu ispatın neden o metafizik arayışları önleyemeyeceği konusunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku