Hadi Uluengin

Rusya himmeti

17 Şubat 2009
RUSYA gezisinde Cumhurbaşkanı’na refakat eden İsmet Berkan, söz konusu ülkenin hazin durumunu özetledikten sonra, önceki günkü "Radikal"de şu nefis saptamayı yapıyordu:<br><br>"Rus ekonomisinin bu halinde Avrasya hayali kurmak komik kaçar. Küresel kriz, bizim ’ulusalcılar’ımız için Demirperde’nin ikinci kez yıkılması işlevini gördü". ***

ASLINA bakarsanız, o "ulusalcılar"ın ha bire ısıttığı, háttá aynı familyadan MGK paşasının dahi kelám buyurduğu şu Rus eksenli "Avrasya" hayali, krizden önce de komikti.

Hayal ne kelime, böylesine bir "seçenek" (!), olsa olsa Fizan çölünde seraptı!

Çünkü, belki on senedir döne döne yazıyorum ki, müteveffa SSCB’nin mirasçısı olan devlet, devasa fakat kof cüssesiyle, iktisadi açıdan ancak bir cücedir. Mujik gömleği pırtıldır.

Esas döviz girdisini oluşturan petrol ve gaz tesislerindeki köhne altyapı başta, tekno-askeri nitelikli ve çok sınırlı birkaç sektör hariç, Rusya ekonomisi kocca bir sıfırdır.

Zira, komünizmden devraldığı hantal gövdeyi 1991 ertesinde yenilememiştir.

***

NİTEKİM de, işte böyle bir kabuk değiştirme gerçekleştiremediği içindir ki, sözkonusu petrol ve gaz fiyatlarındaki fahiş artış sayesinde belirli bir süre "mucize" (!) yaşayan o Rusya, buhranla birlikte yelkenleri derhal mayna etti. Şişirme balon anında patlayıverdi.

İnekten sağdığı sütü büyük oburlukla ve hemen hortumlayan, ama ne yoğurt, ne de peynir yapmak basiretini gösteren Moskova, krizden etkilenen başkentlerin en birincisi oldu.

Bugün gırtlağına kadar borca gömülüdür. Akaryakıt dışında da can simidi yoktur.

Dolayısıyla, "kendisi muhtac-ı himmet bir dede / nerde kaldı gayriye himmet ede" hesabı, "rusofil" kesilmiş bizim "ulusalcılar"ın ülkemize "Avrasya" rotası vaaz etmesi, daha en baştan itibaren, komikliğin de ötesinde, aslında traji-komik bir vahamet arz ediyordu.

Eh, şimdi umalım ki, Berkan’ın dediği gibi, yukarıdaki gerçek nihayet dank etsin de, kriz, onların kurduğu hayalleri tekrardan yıkan için ikinci bir "Demirperde" işlevi görsün!

***

ÖTE yandan, aynı "ulusalcılar"ın o "Avrasya" serabı da başlıbaşına bir hezeyandır.

"Demirperde" statükosunun yıkılışından beri istikrarsızlık yaşayan ve henüz yeni statüko doğuramayan dünyamızda, Avrupa ve Asya kıtalarını bütünleştiren bir kutup yoktur.

Çünkü her şeyden önce, böylesine afáki bir "Avrasya"ya dahil olduğu veya olacağı varsayılan bir Çin veya Hindistan açısından bile, yukarıdaki Rusya "stratejik odak" değildir.

ABD’yle mevcut kısmi çelişkilere rağmen Konfüçyüsçü bir kapitalist model seçmiş olan Pekin ana ufkunu Pasifik havzasına, yani Amerikan Kaliforniya’sına dönmüştür.

Daha önemlisi, Washington’un bütçe açığını haniyse tek başına finanse etmektedir.

Bu karşılıklı bağımlılık önümüzdeki orta-uzun vadede de geçerliliğini koruyacaktır.

Artı, steplerde büyük faaliyet gösteren sarı diasporadan ve sermayeden ötürü, Sibirya’yı "elden kaçırmak" korkusuyla, Moskova o Pekin’den sonsuz ölçüde işkillenmektedir.

ABD’yle zaten yakınlaşmış olan Yeni Delhi’nin "Rus kartı" ise tümden pragmatiktir.

***

İŞTE, başkasına ne kelime, bizzat Rusya’nın himmete muhtaç olduğunu iyi bilen Çin, Hindistan, vs. bizim "ulusalcılar" gibi hayal kurmadığından, yukarıdaki siyasetleri üretiyorlar

Onlar, olsa olsa "fasulyeden" ve táli bir stratejik güç saydıkları Moskova’yı alternatif, hayali bir "Avrasya"yı da seçenek addedecek ölçüde, akıllarını peynir ekmekle yemiyorlar.

O halde insaf eyleyin, soğuk ve totaliter steplerde bu akıllara sedá "seçenek"i (!) keşfetmek, kala kala, Batı’ya eklemli, NATO’ya üye ve AB’ye aday bir Türkiye’ye mi kaldı?

Tabii ki asla ama, hiç şüphesiz, "ulusalcılar"ın Rusya himmetine ihtiyaç duymasının çok ciddi ruhi ve ideolojik kökenleri var ki, bunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Stratejideki Rusya

14 Şubat 2009
MODERN jeo-stratejinin ilk kuramcısı addedilen ve "eksen saha" diye tercüme edebileceğimiz "heartland" kavramını lûgate sokan Sir Halford Mackinder, 20’nci yüzyıl başındaki siyasi haritadan yola çıkarak, Rusya’yı bu "heartland"ın tá kendisi olarak zikreder. İngiliz teorisyen, coğrafi devasalığından dolayı, Baltık’tan Pasifik’e ve Kutup’tan Pamir’e uzanan muazzam Avrasya yekpareliğinin "yenilemezliğini" vurgular.

Dolayısıyla da, Londra’ya esas rakip gücün Çarlık başkenti olduğunu kaydeder.

***

SONRA, 1917 Bolşevik darbesiyle Kremlin’deki rejim değişir ama, aynı "Mackinder ekolü"ne mensubiyetini sürdüren, fakat bu defa Alman bir jeo-stratejist olan Karl Haushofer, Rusya’yı yine "yenilmez temel kuvvet" addeden diğer bir teori geliştirir.

Şu farkla ki, Haushofer, "Cermen etki alanı" diye adlandırdığı ve Berlin’in merkez olacağı yeni Avrupa gücünün mutlaka Moskova’yla ittifak kurması gerektiği tezini savunur.

Nitekim, aşırı Alman milliyetçiliğine rağmen bu "rusofil"liğinden dolayıdır ki, 1941 yazında Stalin’e karşı taaruza geçen Hitler’le bozuşur ve hayatı Nazi kampında son bulur.

***

ÖTE yandan, muharebe teknolojisinin gelişimine paralel olaran "eksen saha"nın artık ikincilleştiğini vurgulayan ilk teorisyen, bu defa modern ABD jeo-stratejisinin babası sayılan Nicholas Spykman’dır.

Spykman, küresel denetimin yukarıdaki "yenilmez" Rusya "heartland"ından değil, "rimbland" diye tanımladığı, sahillere bitişik "ara bölgeler"den geçtiği tezini işler.

Söz konusu yeni yaklaşım da, yine Amerikalı ünlü politolog George Kenman tarafından, kitabi teoriden siyasi pratiğe dönüştürülmüştür.

O Kenman ki, önce, Soğuk Savaş boyunca aynı Rusya’yı frenlemek için Washington tarafından uygulanan "containment", yani "göğüsleme" stratejisinin mimarı olmuştur.

Sonra da, "heartland"ın genişleyememesi durumunda, iç bünyedeki çelişkilerin yaratacağı dinamikten dolayı, SSCB’nin kaçınılmaz olarak çözüleceğini öngörmüştür.

Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 dönemeci de bunu zaten fiilen ispatlamıştır.

İmdii?..

***

İMDİSİ şu ki, eğer yukarıda uzun uzadıya jeo-stratejiden bahsettiysem, bunun nedenini, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önceki gün başlayan Rusya ziyareti oluşturdu.

Çünkü hiç şüphesiz, Gül’ün resmi Çankaya temsilcisi sıfatıyla ilk kez gerçekleştirdiği bu dört günlük ziyaret stratejik bir çerçeveye oturuyor. Hafta nihayetinde de ispatlanacak.

Ve, söz konusu "stratejik olgu" sırf Ankara-Moskova; yani yukarıdaki terminolojiyi kullanırsak, "heartland" bir Rusya’yla, "rimbland" bir Türkiye arasındaki ilişkilerinin tá Osmanlı ve Çarlık dönemlerinden beri zaten hep bu boyutu taşımış olmasıyla sınırlı kalmıyor.

Aynı zamanda, bizzat o "heartland"ın şimdilerde genel bir hamleye kalkışmasından; en azından, kalkışmak azmini beyan etmesinden kaynaklanıyor.

Zira, Kafkas’tan işe koyulan Putin-Medvedev ikilisinin, eski "arka bahçeyi" tekrar denetlemek için, artık Orta Asya coğrafyasında da "atağa geçtiği" göz çıkartıyor.

Nitekim, Türki bölge ülkelerini kapsayan askeri paktın "canlandırılması" girişimine paralel olarak, Kırgızistan’ın Kremlin’den iki milyar dolar "kopartır kopartmaz" Manas’taki ABD üssünü kapatmak kararı alması, tabii ki bir tesadüf oluşturmuyor.

Başka bir deyişle, "eksen saha" Rusya, Sir Mackinder’in 20’nci yüzyıl başındaki teorisini yeniden hayata geçirmek için, jeo-stratejik atılımlar gerçekleştirmeye çalışıyor.

Bunun hayata geçip geçmemek ihtimalini, hem Cumhurbaşkanı’nın ziyaret sonuçlarını değerlendirerek, hem de Ankara-Moskova ilişkileri tabloya katarak, Salı günü işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Yahudilik kimlik ve İsrail

12 Şubat 2009
"BENİM Almanlığımı kimse elimden alamaz! Almanlar bile! Zaten Siyonizmin ırkçılığını da Nazizmin ırkçılığıyla aynı kefeye koyuyorum."

***

1939
tarihli bu paragrafı, Dresden Üniversitesi’nde Yahudi kökenli bir profesör olan Victor Klemperer’in bütün 2. Savaş boyunca tutmuş olduğu devása "jurnal"dan aktardım.

Protestanlığa geçmiş ve "ári" ırktan bir kadınla evlenmiş olan o Klemperer ki, ayrıca, 1. Harp siperlerinde gösterdiği kahramanlıktan dolayı "demir salip" madalyasına sahiptir.

Ne var ki, Musevi asıllı olduğu için daha 1934’te kürsüsünden ve evinden kovulur.

1941’den itibaren de, Davudi yıldız takılarak fabrika işçiliğine gönderilir.

Tam ölüm kampına yollanması talimatının geldiği 13 Şubat 1945’te ise, aynı gece gerçekleşen Dresden bombardımanının yarattığı kaos sayesinde, "gaiplere karışır".

Fakat tüm bu dışlamaya rağmen, Klemperer’in "Almanlık aidiyeti" değişmemiştir.

Saklandığı Bavyera köyünden "jurnal"e bu defa da, "Hayır, Cermenliğinden asla taviz vermeyeceğim. Siyonistlerden nefret eden fikirlerim de değişmedi. Ama yine de, olan bitenlerden sonra belki onları biraz daha müsamahayla anlamam gerekecek" diyerek devam eder.

***

YUKARIDAKİ
satırlarda, ruhi, beşeri ve siyasi açılardan zaten muazzam çetrefil bir olgu olan Yahudiliğin hem bütün tragedyası, hem de bütün hümanizması yatıyor.

Hep kendi Yahudiliğine atıfta bulunmuş bir Sigmund Freud’ün psikanaliz masasında Musa’nın Musevi olmadığını ispatlaması gibi, aidiyet sorununu burada da zirveye çıkartıyor.

Kabul, o aidiyet sorunu tabii ki her zaman ve her yerde sancılıdır. Fakat, dini ve tarihi geçmişten dolayı İbramoğullarında varolan veya dayatılan sancı hepsinden de daha ağırdır.

Şöyle ki, yukarıdaki Victor Klemperer gibi, bırakın kendinizi Musevi hissetmeyi, yaşadığınız toplumla tamamen özdeşleşmiş bir Cermen, bir Fransız veya bir Türk olabilirsiniz.

En kabadayısı, Museviliği bir alt kültür gelenek ve zenginliği olarak sürdürebilirsiniz.

Ancak, o Cermen, o Fransız, o Türk sizi hálá "öteki" addettiği; yahut, "ulusalcı" ırkçılar "Sabetayist" keşfettiği müddetçe, siz size rağmen Yahudilikten "kurtulamazsınız".

"Kurtulamazsınız" kelimesini kasten vurguladım, zira bu fiil klasik "antisemitizm"deki tüm önyargıları içerdiği gibi, açıkça telaffuz edilmese bile bir de, İsrail’in 1948’indeki kuruluşundan beri, Siyonist devlet hesabına çalışan dahili bir "5. kol" çağrışımını yansıtıyor.

***

BURADA ilkin şunu söyleyeyim ki, dev fırsatları heba ettiklerini bile bile yine de on altı yaşından beri mağdur ve mazlum Filistin halkının yanında saf tutan; ama en sert biçimde eleştirdiği İsrail’in devlet varlığını da kesinkes sahiplenen bu satırlar yazarı, asla onaylamasa bile, diaspora Yahudilerinin Siyonist ülkeye "müsamahalı" bakmasını anlamaktadır.

Çünkü arada, milyonlarca insanın katledildiği bir "Shoah" soykırımı vardır!

Başka bir deyişle, böylesine korkunç bir travma geçirmiş ve de üstelik, buna rağmen bile kendi ülkelerinde bugün dahi "Yahudiler giremez, köpekler girebilir" diye aşağılanan bir kavmin, "yine başımız sıkışır ve bıçak kemiğe dayanırsa kaçabileceğimiz tek yer" içgüdüsüyle İsrail’e hoşgörüyle yaklaşması, insani açıdan açıklanabilecek bir zaaftır.

Zaten aslında, Bulgaristan, Yunanistan veya Kerkük Türklerinin Türkiye’ye yaklaşımı da çok farklı değildir. Onlar ne kadar "5. kol"sa (!), Museviler de o kadardır. Yani değildir!

O halde, tıpkı Yahudi kimliğine rağmen nefret ettiği Siyonistleri Nazilerle eş tutan yukarıdaki Klemperer’in aynı "Shoah" ertesinde, "olan bitenden sonra belki onları biraz daha anlayışla karşılamam gerecek" diye göreceleştirmek ihtiyacını hissetmesi gibi, dünya Museviliğindeki İsrail duyarlılığını da bu çerçevede değerlendirmek en mantıki yaklaşımdır.

"Öteki" duvarını yıkmak için en önce, o "öteki"nin empatisinde düşünmek gereklidir.
Yazının Devamını Oku

Dini antisemitizm

11 Şubat 2009
UZUN açıklamalara girişecek değilim ama yine de şu kesin ki, Hıristiyan teolojideki düşmanlık kadar olmasa bile, İslamın da Museviliğe karşı önyargılar beslediği bir vakıadır. Örneğin, sadece Máide sûresinin 55’den 60’a kadar olan áyetlerini okumak yeterlidir.

Ancak, Müslüman dogmadaki Yahudi husumeti, İsa Mesih’in kendi kavmi tarafından çarmıha gerilmesini asla affetmeyerek, tábir caizse "kuyruk acısı" çeken ve intikam güden o Hıristiyan alemdeki nefrete ulaşmadığı içindir ki, dışlamacılık da oradaki düzeye varmamıştır.

***

VARMAMIŞTIR ve Müslümanlıktaki Musevi karşıtlığı daha ziyade, kendilerini "seçilmiş halk" addeden İbramoğullarının diğer bütün inanç sahiplerine karşı, yine tábir caizse, "tepeden bakmasına" duyulan tepkiyle sınırlı kalır.

Dolayısıyla da, Muhammedi tarihte Avrupa tipi katliam ve pogromlara pek rastlanmaz.

Ve malûm, Dar-ül İslam’da yaşayan Davudi yıldız imanlıları, diğer bütün Kitap dinleri mensupları gibi, cizye vergisini ödeyerek zımmi statüsüyle donatılmışlardır.

Üstelik de aynı Museviler, Emevi, Endülüs veya Osmanlı gibi parlak Müslüman uygarlıklar altında, İsevi coğrafyayla karşılaştırılmayacak ölçüde ön plana çıkmışlardır.

Nitekim, engizisyon ertesi İmparatorluğumuza göç etmiş İberya Yahudileri ortadadır.

Pekii, hal böyleyken, yani İslam áleminde Batı tipi bir "antisemitizm" pek mevcut değilken, Türkiye dahil, Yahudi düşmanlığı Müslüman dünyada şimdi niçin yükselmiştir?

***

İLKİN, cevabı Türkiye’yle sınırlarsak, yukarıdaki nispeten "olumlu" tabloya rağmen, kolektif hafızamızda Musevi karşıtlığının her zaman olmuş olduğunu kabullenmemiz gerekir.

Ne Karagöz’deki "Bezirgán Yasef" tiplemesi, ne ağzımızdaki "ödlek Yahudi" aşağılaması, ne de dilimizdeki "havra yaygarası" deyimi, gökten zembille düşmüşlerdir.

Ancak, "popüler antisemitizm" diyebileceğimiz bu olgunun açıkça "dini" veçhe kazanması, çelişkili gözükecek ama, hem moderniteye, hem de modernite karşıtlığına uzanır.

Buradaki dönüm noktası da Türk milliyetçiliğinin doğum sancılarına odaklanır.

***

BUNA odaklanır, çünkü söz konusu milliyetçilik; yani "aydınlanma düşüncesi" ve pozitivizm İmparatorluk’a esas olarak Rumeli ve Rusya kökenli münevverler aracılığıyla; özellikle de, Musevi ve Dönmelerin faal olduğu Selánik mason locası vasıtasıyla girmiştir.

Böyle bir "laikleşme" de muhafazakar kesimde "Yahudi komplosu" addedilmiştir.

Çünkü, Batı karşıtı olmasına rağmen bizzat o kesim dahi, 19. yüzyıl boyunca aynı Batı’da geliştirilen ve tezlerini yine "Yahudi komplosu" ve "mason fesádı" ekseninde oluşturan "aydınlanma muhalifleri"nden dolaylı biçimde ve önemli ölçüde etkilenmiştir.

Artı, kapitülasyonların Avrupa Yahudi sermayesiyle özdeşleştirilmesi; Musevi kökenli Baron Hirsch’in Şark Ekspresi demiryolunun inşasında vurgun vurması; Teodor Hertz’in Filistin’de Yahudi yurdu kurmak talebinin 2. Abdülhamit dönemine raslaması; o 2. Abdülhamit’i 1909 Nisan’ında halleden heyete İttihatçı liderlerden Emmanuel Karasu Paşa’nın dahil edilmesi, "İslami taban"deki yeni "antisemitizm"in tohumlarını ekmiştir.

Giderek de, zaten varolan popüler antisemitizm bir "softa geleneği"ne dönüşmüştür.

Ve, Necip Fazıl’lar dahil "dindar intelligentisia"yı ciddi ölçüde etkileyen bu gelenek bir de, bugünkü "ulusalcı" şarlatanların mirasını devraldığı ve Rıza Nur’dan Nihal Atsız’a uzanan "laik" (!) ve ırkçı, Batı tipi "antisemitizm"le de dirsek teması içinde olmuştur.

***

AMA
bunlara rağmen ülkemizdeki "dini" veçheli Yahudi düşmanlığı özünde ithaldir.

Hitler etkisi çok ikincildir ve esas olarak 1948 İsrail’ine, háttá 1967 Savaşı’na uzanır.

Bu önemli konuyu yarın Yahudi kimliği çerçevesine oturtarak ele alacağım.
Yazının Devamını Oku

Sıradan antisemitizm

10 Şubat 2009
TABİİ ki onurumuzdur ama, Cumhuriyet Türkiye’sinde "antisemitizm"in olmadığını ispatlamak için, çok münferit birkaç olumlu olayı ha bire temcit pilavı gibi ısıtmayalım. Çünkü, benim gibi bir şeytanın avukatı çıkar ve açtırma kutuyu, söyletme kötüyü diyerek madalyonun öteki yüzünü de sergileyiverir ki, apışıp kalacağımızın resmidir! ***

DOĞRU, Dar-ül Fünûn reformu ertesinde öğretim görevlisine ihtiyaç duyulduğu için, Hitler Almanya’sından kaçan Musevi profesörlere üniversitelerimizde kürsü tahsis edilmiştir.

Yine doğru ve yattıkları mekán cennet olsun, başta Rodos konsolosumuz olmak üzere, sayıları çok sınırlı tek tük diplomatımız tamamen ki-şi-sel inisiyatifle, kökeni ülkemize uzanan bazı Avrupa Yahudilerinin Nazi soykırımından kurtulması için onlara pasaport sağlamıştır.

Ancak, yukarıdaki madalyonun olumsuz yüzü bunlara haydi haydi fark atar!

***

ÖYLE ve meselá, Gelibolu’dan Çorlu’ya, yaklaşık 50 bin Yahudi yurttaşa ait ev ve işyerinin yağmalanarak, onları zorla ya İstanbul’a, ya da Filistin’de göç ettirten 1934 Trakya olayları, Rusya, Ukrayna veya Polonya’dakileri hatırlatan cinsten bir "pogrom" değil midir?

İnsani açıdan çok daha korkuncu, Romanya’dan kaçan İbramoğullarını taşıyan ve 1941 Aralık’ında İstanbul’a gelen "Struma" gemisinin iki buçuk Sarayburnu açığında bekletildikten sonra gerisin geri gönderilmesi ve Karadeniz’e çıkar çıkmaz da, içindeki 765 biçáreyle birlikte bir Alman denizaltısı tarafından batırılması, hangi "olumlu" (!) kategoriye girer?

Veya yakın tarihimiz, Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi’nin 1942 Mayıs’ında, Ankara’daki Nazi elçisi von Papen’in talimatıyla işten kovulduğunu yazmamakta mıdır?

Ve de tabii, aynı yılın Kasım’ında çıkartılan ve Selánik dönmeleri dahil bütün gayrimüslim azınlıkların mal ve servetini gaspeden "Varlık Vergisi"siyle Yahudilerin de Aşkale’de taş kırmaya yollanmaları, aynı tarihimizin diğer bir kara sayfasını oluşturmamakta mıdır?

Artı, halen bile geçerli olan gizli kanunla, yine öteki gayrimüslimler gibi, Musevilere de memurluğun ve subaylığın yasaklanmış olması, ayırımcılığın daniskası değil de nedir?

Evet evet, "antisemitizmden muaf olduğumuz" tezi koskoca bir efsanedir ve nokta!

***

ANCAK tabii ki, bunlardan yola çıkarak ülkemizde sistematik ve resmi bir biçimde cadı kazanı kaynatıldığını söylemek, gerçekle bağdaşmaz. İftiracılık ve haksızlık olur.

Mezarlarda "Sabetayist" keşfeden ve Nazilere taş çıkartan "ulusalcı" şarlatanların; artı, yarın işleyeceğim dini kökenli ve popüler önyargılı Yahudi nefreti bir kenara bırakılırsa, bizdeki "sıradan antisemitizm", tüm gayrimüslimlerde potansiyel bir "iç düşman" keşfettiği için onlardan hep işkillenmiş olan, bütüncül bir "öteki" kuşkuculuğuyla özdeşleşir.

Yani, özel bir Musevi düşmanlığı değil, o "öteki"ne yönelik genel husumet ağır basar.

Háttá, belirli bir Yahudi intelligentsia gerek Türk milliyetçiliğinin oluşumuna, gerekse Cumhuriyet’in kısmen devraldığı İttihatçılık’a kısmi damga vurduğundan; artı, hem Türkiye Musevileri Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’yı desteklediğinden; hem Lozan’daki ayrıcalığı gönüllü olarak terk ettiklerinden; hem de İsrail’in kuruluşunu aynı Ankara memnuniyetle karşılamış olduğundan, diyebiliriz ki, Davudi din kökeninden inen yurttaşlar, yukarıdaki gayrimüslim ekalliyet arasında en az baskıya ve ayrımcılığa maruz kalan kesimi oluşturmuştur.

***

AMA yukarıdaki saptama ne o baskının, ne o ayrımcılığın olmadığı anlamına geliyor.

Tam tersine, ülkemizdeki "sıradan antisemitizm" bir yandan "laik" (!) "ulusalcılar"ın "Sabetayist" avına; diğer yandan Ortadoğu’daki İsrail saldırganlığının ayyuka; öte taraftan da kökeni "dinci" ve önyargısı popüler Yahudi düşmanlığının zirveye çıkmasıyla birlikte hızla tırmandırılıyor ki, en az birincisi kadar tehlikeli olan bu son şıkkı yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Yeni antisemitizm

7 Şubat 2009
BREH breh breh, Türkiye’de "antisemitizm", yani Yahudi düşmanlığı yokmuş!<br><br>Çocuk mu kandırıyoruz? Yoksa, kendin pişir, kendin ye usulü yalana mı inanıyoruz? Hayır, Türkiye’de Yahudi düşmanlığı vardır ve iniş ve çıkışla, her zaman da olmuştur.

***

EVET vardır, olmuştur ve konu hayati bir önem taşıdığı için kronolojisine ve ayrıntısına daha sonraki yazılarda geleceğim ama, en önce döne döne şunu söyleyeyim:

Daha beteri, yukarıdaki Yahudi düşmanlığı son yıllarda, Cumhuriyet tarihimizde hiç olmadığı ölçüde tırmandırılmıştır. Sonsuz tehlikeli bir boyut kazanmıştır.

Üstelik de, söz konusu tırmandırma Gazze olaylarından çok önce gerçekleşmiştir.

Geçen ayki İsrail saldırganlığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen yerlidir.

Ve, bu nefreti körükleyenler dinci, muhafazakar veya klasik milliyetçi kesim değildir!

Ama tabii ki kabul ve inkárı ne mümkün, onlarda da böylesine vahim ve böylesine ciddi bir saplantı mevcuttur. Bunun kökenlerine de gelecek hafta değineceğim.

Fakat, ülkemizdeki "yeni antisemitizm"in elebaşıları "ulusalcı" provokatörlerdir!

***

ONLARDIR ve başta cenaze ilánlarında "İbranilik" (!) keşfeden "profesör" (!) lákaplı o şarlatan müneccim olmak üzere, hanidir fokur fokur kaynatılan ve şimdi patlamak raddesine varan çadı kazanının tetikçileri, "Sabetayist" (!) avına çıkmış olan meczuplardır.

Hem geleneksel Yahudi düşmanlığı bu hazretlere az geldiğinden, hem de böyle bir "klasisizm" (!) genelde "dincilik"le özdeşleştiğinden, "ulusalcı" hezeyana bel bağlayanlar zırvayı ve kışkırtıcılığı, topu topu 300 - 500, hadi bilemediniz 1000 aileyle sınırlı kalan Selánik kökenli dönmelerden, tamamen hayali bir "Sabetayizm" uydurmaya vardırmışlardır.

Eh, sosyolojik vasatlığı gözümüze sokuyor, Türkiye’de komplo teorilerine tav olmaya hazır müşteri zaten ibadullah olduğundan da, tapon mallarını gayet güzel pazarlamışlardır.

Nitekim, kitaplardaki, gazetelerdeki, ekranlardaki, afişlerdeki isimlere şöyle bir bakın!

***

YUKARIDAKİ "Sabetayist"leri (!) "keşfederek" (!) en rezil ırkçılığı fütursuzlukla körükleyenler, káh açıkça, káh sinsice "ulusalcı" yafta taşıyanlar değil de kimlerdir?

Adolf Hitler’in Nürenberg Yasalarını bile mumla aratan ve tümüyle asparagas olan bir şecere dökümüyle yaz-dır-tı-lan; artı, en üst düzey AKP yöneticileri dahil, dindar ve mütedeyyin kanaat önderlerini bile, üç buçuk asır önce ölmüş bir Sabetay Zvi’nin "müritliği"yle (!) suçlayan kitaplar, market kasalarının önünde yok satmıyorlar mı?

Yahut, aynı doğrultuda yapılmış diziler ve filmler, Türkiye’deki "yeni antisemitizm"i kitlesel biçimde körükleyen ortak ideolojinin ortak "eser"lerini oluşturmuyorlar mı?

***

TABİİ ki öyle ve de tüm bunların zehri, zaten her zaman ve her yerde evrensel "antisemitizm"in bilinçaltı kökenini oluşturmuş olan "öteki" nefretiyle dışarı saçılıyor.

Bir nebze mantıki düşünen birisi için de, ürettikleri komplo teorilerinin, tá Edouard Drumont’un "Yahudi Fransa" kitabından; tá Çarlık ajanı Mathieu Golovinski’nin "Sion Bilgeleri Protokolü" sahtekárlığından; tá Nazi sinemacı Veit Harlan’ın "Yahudi Süss" filminden veya, tá merhum Nihal Atsız’ın "çıfıt" aşağılamalı makalelerinden beri daima ve daima o Yahudi düşmanlığını beslemiş olan komplo teoriyle tıpatıp benzeştiği göz çıkartıyor.

Evet evet, Türkiye’deki gizli Yahudi düşmanlığının Gazze’den çok önce kışkırtılması ve "yeni antisemitizm"e dönüşmesi, "laik" kimlikli "ulusalcılık"ın marifetini oluşturuyor.

Artı, salı günü değineceğim bir "gayr-ı resmi antisemitizmle" de örtüşüyor.

Ve, enayiliklerine doymasınlar, zaten aynı dertten fazlasıyla muzdarip olan bir bölüm "dinci" kesim derhal tongaya basanların en başında geliyor ki, bunu da salıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Monşerden çıkan cin

5 Şubat 2009
EĞER Başbakan’ın "monşer" kináyesine bu konuyu üç gün işleyecek kadar eleştirel bakıyorsam, sanılmasın ki, iğnelediği Hariciye bürokrasisine özel sempati besliyorum. Hayır ! Hayır ve üstelik tam tersine, söz konusu bürokrasi esas ideolojik yapısı itibariyle, benim fikir ve inançlarımın zıddındaki bir bütününü temsil eder ve ediyor.

Zaten, istisnaları tabii ki tenzih ederim, Dışişleri’nin Türkiye’deki en statükocu ve en muhafazakar iki kurumdan biri olduğuna dair görüşlerimi burada defalarca dile getirdim.

Nitekim, hepsi emekli diplomat, ne rahmetli Gündüz Aktan’ın Carl Jaspers totalitarizmini örnek vermesi; ne CHP’deki "ulusalcı" sözcü Onur Öymen’in seçim yenilgisini "halkın mantiki davranmamasıyla" (!) açıklaması; ne de Ermenilerden özür kampanyasına karşı yine emekli elçilerin anti?kampanya yürütmesi, birer tesadüf oluşturuyor.

Meslek loncası özelliği ağır basan Hariciye’miz de kendisine "devlet geleneğine" bekçilik misyonunu vehmettiğinden, değişime direniş mihraklarından birisi olarak sivriliyor.

* * *

ANCAK bütün bunlar, Başbakan’ın "monşer" iğnelemesini; háttá popülist politikacı ağzıyla, tábir caizse "belden aşağı vurmasını" haklı kılmaz ve kılamaz.

Çünkü ilkin, kendisinin "monşer nezaketine sahip olmadığını" söylemek sokağı fetheder ama, hem gerçeği yansıtmaz, hem de içinde zehirli yılan olan Pandora kutusunu açar.

Zira o nezaket, uluslararası ilişkilerin ve asırlık birikimlerin deneyinden süzülmüştür.

En az Kasımpaşa raconu kadar geçerlidir. Başka bir raconu, yani "yöntem"i oluşturur.

Ve, bu evrensel lisana her zaman ihtiyaç vardır. Hep de olacaktır. Tû kaka edilemez.

Kaldı ki, "kadife eldiven içinde çelik yumruk" deyimi boşa söylenmemiştir.

Zaten, yukarıdaki statükocu tabiatı itibariyle de Türk hariciyesi tam buna uygun düşer.

İlk baştan beri "çetin çeviz" olmak dürtüsüyle yoğrulduğundan, diplomasimizin en elzem yerlerde bile elástikiyet gösteremeyecek ölçüde tavizsiz ve katı davrandığı bir vakıadır.

Dolayısıyla, eğer eleştirecek bir yan varsa, Başbakan’ın okları doğru ve usulünde bir dil olan o diplomatik "yöntem"e değil aksine, bu kemikleşmiş "öz"e yönlendirmesi gerekir.

Üstelik ne kadar da çabuk haksızlık yapıyoruz, daha düne kadar İsrail’e kasten elçi göndermeyen ve ilişkileri maslahatgüzar seviyesinde tutan bizzat o Dışişleri değil miydi?

* * *

ÇOK daha önemlisi ve bu defa Hariciye’den tamamen bağımsız olarak, Erdoğan’ın "monşer" kináyesi, arkasında sonsuz rizikolu şeyler saklayan bir demir kapıyı araladı.

Gerçeği görelim, Başbakan’ın "Davos resti" ve onu izleyen popülist çağrışımı eğer böylesine geniş kitler nezdinde böylesine büyük prim yaptı ve yapıyorsa, bunun geri planında tabii ki, aynı oranda geniş ve aynı oranda derin bir "sosyal ruhiyat travması" yatıyor.

Yani, iki jestin yansımaları, bilinçaltı kuluçkasına yatmış arázları iyicene açığa çıkardı.

* * *

BU arázlar duruma ve konuma göre, káh Batı’ya, káh İsrail’e, káh "monşer"lere; káh dindarlara, káh laiklere yönelen; veya hepsini harmanlayan; ama her halükarda mutlaka bir "öteki"ne husumet ve düşmanlık ekseninde gizlenen, "latan" dediğimiz türden içgüdülerdir.

Uyarıldıkları, hele hele bir hükümet lideri tarafından uyarıldıkları an, 6 - 7 Eylül 1955 ’leri tekrarlarlar. Hrant Dink’leri katlederler. "Yahudiler giremez" pankartlarını çoğaltırlar.

Artı, şişeden çıkan cin, aynı "öteki" nefreti ve aynı mağduriyet duygusuyla beslenen "ulusalcılık" ve "dincilik" arasındaki çizgiyi daha da muğlak kılar. Zaten Çin seddi yoktur.

"Ergenekon"dan "El Kaide"ye atlamak veya tersini yapmak, milimlik bir meseledir.

Ortak travmalar farklı biçimde tezahür etse bile hastalar aynı kompleksten muzdariptir.

O kompleks ki, herkesin kendi ürettiği bir "monşer"e duyduğu nefrete yansımaktadır.

Oysa çare hayali "monşer"i değil, kinli "öteki" kompleksini yenmekten geçmektedir.
Yazının Devamını Oku

Aman monşer, eyvah azizim (II)

4 Şubat 2009
BİLDİĞİM kadarıyla, Seyyit Mustafa Efendi’den bile biraz önce, Fransızca olarak kitap yazmış ilk Osmanlı Türkü Mahmut Raif Efendi’dir. Risale, 1797 Üsküdar baskılıdır. Müellif, 3. Selim reformlarını Batı’ya anlatmak için "Osmanlı İmparatorluğu’nda Yeni Düsturlar" başlığıyla yayınlanan bu eserin satır aralarında, büyük heyecanla, neden yabancı dil öğrenmek ve Avrupa kültürüyle haşır neşir olmak ihtiyacı duyduğunu açıklar.

***

ÖTE yandan, yukarıdaki Mustafa Efendi, aynı reformların kışla boyutunu tanıtmak için kaleme aldığı ve "Konstantinniye’de Askerlik Sanatının, İstihkámın ve Bilimlerin Durumuna Dair Bir Mühendis Yergisi" başlığıyla tercüme edebileceğimiz diğer kitabın önsözünde, uzun uzadıya, yine niçin yabancı dillere ve "Garbi fen"ne merak sardığını anlatır.

Bilhassa da, kısmen üstü kapalı biçimde olsa dahi, yeni kurulmuş Mühendishane’de verdiği modern askerlik derslerine karşı gösterilen "cahil tepkisi"nden yakınır.

Öyle ki, zaten "yergi" kelimesiyle başlıyor, eğer yazar aynı yakınmayı bugün dile getirmiş olsaydı, "ulusalcılar" tarafından "ülkesini jurnalleyen vatan haini" ilán edilirdi.

Her halükárda, diyebiliriz ki, Tanzimat öncesinin bu iki Osmanlı bürokratı, daha sonra "monşer" diye kinayeyle eleştirilecek olan "alafrangalaşmış elit"in ilk protiplerini oluştururlar.

Nitekim, birinci şahsiyet daha sonra, Londra’da açılan Osmanlı sefáretinde kátipliğe gideceğinden, tabii ki yine aşağılayıcı şekilde, "İngiliz Mahmut" lákabıyla anılacaktır.

***

BU Mahmut Raif Efendi’yle, yani nam-ı diğer "İngiliz Mahmut"la aynı yönde, fakat daha da aşağılayıcı bir şekilde anılan diğer adaş ise Sultan 2. Mahmut’tur.

Çünkü malûm, hem kuyruk açısı çeken Bektaşi-Yeniçeri ocaklarının halk üzerindeki etkisinden; hem de getirmiş, daha doğrusu dayatmış olduğu reformlara duyulan tepkiden dolayı, şom ağızlılar hanedanın otuzuncu hükümdarına "gávur padişah" demişlerdir.

Zira doğru, biraz Rusya’nın Büyük Petro’suna, biraz da Japonya’nın Mutsihito’suna benzetebileceğiz 2. Mahmut, hiç şüphesiz ki, tarihteki "ışıltılı despot" kategorisine girer.

Başka bir deyişle, kaçınılmaz olarak yukarıdan aşağıya gerçekleştirilen ve de o günün şartlarında tersi mümkün olmayan yenileşmeyi, gerektiğinde kan dökerek empoze etmiştir.

Ve yerim olsa da, Osmanlı-Türk modernleşmesinin; yani aslında, inkára yeltenmeden telaffuz edelim, Ba-tı-lı-laş-ma-sı-nın gerçek öncüsü durumundaki "gávur padişah"ın (!), Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin 14 Mart 1827’deki açılış töreni sırasında yapmış olduğu ve derslerin neden Fransızca okutulması gerektiğini açıklayan konuşmasını buraya aktarabilsem.

Elimle koymuş gibi biliyorum ki, aslında iki yüz kusur yıl sonra dahi geçerliliğini büyük ölçüde koruyan bu çok önemli nutuk, bugün yine "monşer" damgasını yiyecektir.

***

ŞİMDİ eğri oturalım, doğru konuşalım. Aşağıdaki olgular hakkında biraz düşünelim.

Hiç olmazsa kışlayı modernleştirmek için Batı’yı, yani "öteki"ni tanımak istiyor ve Londra sefaretinde kátipliğe mi gidiyorsunuz, "İngiliz Mahmut" diye aşağılanacaksınız.

Büyük reformlara kalkışıyor ve İmparatorluğu ayakta tutabilmek için radikal dönüşümler mi gerçekleştiriyorsunuz, biline ki "gávur padişah" lákabıyla lánetleneceksiniz.

Veya dün yazdığım gibi, aynı "öteki"ne yakınlaşmak iradesini mi beyan ediyorsunuz, "Dilinde Türkçenin küfr-ü küspesi / Frengin itine taklid kisvesi" diye papara yiyeceksiniz.

Ve, haniyse iki buçuk asırlık bütün bu süreç boyunca da, tüm bilinçaltı çağrışımlarıyla birlikte, "monşer" kináyesinde somutlaşan Demokles’in kılıcını tepenizde kollayacaksınız.

O halde, eyvah azizim, senin ezelden beri paslı bir popülist silah olarak kullandığın o "monşer" kináyesi aslında, yine senin "öteki"yle hálá halledemediğin ve de tabii ki yine bilinçaltında gizlediğin çok vahim bir şeyleri örtüyor ki, yarın perdesini biraz aralayacağım.
Yazının Devamını Oku