29 Nisan 2009
AŞAĞIDAKİ ortak paydalar, ortak tepkiler, ortak söylemler size garip gelmiyor mu? Örneğin, acep nedendir ki Türkiye ve Ermenistan diplomatları 22 Nisan gecesi bir takvim mutabakatına varıp ilişkileri kademeli biçimde normalleştirmek kararı alınca, hem bizim, hem de oranın "ulusalcılar"ı aniden ateş püskürmeye başladılar?
Niçin, tamamen ters yönde fakat aynı sorun temelinde, birinciler ve ikinciler kendi hükümetlerine karşı "Karabağ’ı sattınız" (!) diye taarruza geçtiler?
Hatta, yukarıdaki "satış"ı (!) protesto etmek için, Ermeni şovenizminin temsilcisi durumundaki Taşnaksityun partisi önceki gün Erivan koalisyonundan çekilmedi mi?
***
ÖTE yandan, 24 Nisan 1915 "Tehciri"nin yıldönümünde ABD Cumhurbaşkanı Barack Hüseyin Obama, yakın tarihimizde yüzkarası olarak duran olayı "Büyük Felaket" diye sıfatlandırınca, iki tarafın "düşman kardeşleri" arasında yine ortaklık doğdu.
Türkiye’deki "ulusalcı-neo-İttihatçı" zevat "tamam, ’soykırım’ demedi ama ’Büyük Feláket’ dedi ki, aynı kapıya çıkar" diye ortalığı vaveylaya verdi.
Burada hemen parantez açayım, hayır asla "aynı kapıya" çıkmaz!
"Soykırım" ancak ve ancak hukuki bir terimdir! Bağlayıcı müeyyideleri vardır.
"Büyük felaket" ise esas olarak duygusal ve ahláki içerikli bir saptamadır.
Kaldı ki hatırlatayım, şimdiki Birleşik Amerika başkanı da bir "ilk" falan değildir!
Hasan Cemal’in listelediği gibi, daha öncekilerden Reagan 1981 yılında "soykırım", Bush ise 2003 senesinde yine "Büyük Felaket" ifadelerini kullanmışlardır ve de nokta!
***
TEKRAR yukarıdaki yıldönümü konuşmasına ve "zıtların birlikteliği"ne dönersem, bu defa da Ermeni cephesindeki "ulusalcı-neo-Taşnakçı" kesim aynı Obama’ya karşı, "vay kalleş, ’soykırım’ lafını telaffuz etmeyerek bizi tongaya düşürdü" diye kin kustu.
Yani işin açıkçası, hangi doğrultuda olursa olsun, yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali, m-a-k-u-l yaklaşımlar iki tarafın da "azılılar"ını tatmin etmedi. Etmeyecek de!
Ne var ki onlar derdine yansın, çünkü hayatın ve uluslararası ilişkilerin gerçeği o "makul"u bu hazretlere rağmen hükümran kılacak ve o hayatı da, o ilişkileri de ilerletecek.
***
ZATEN de öyle oluyor ve nitekim, Ankara ve Erivan’ın İsviçre’de yürütmüş olduğu yukarıdaki normalleşme müzakereleri, aslında Azerbaycan’la Ermenistan arasında mevcut Karabağ denkleminin çözüm arayışlarına da büyük ivme kazandırdı. Dinamizm şırıngaladı.
Azeri önderin kafasında Türkiye’ye karşı şantaj kozu olarak kullanmak projesi yatıyor olsa dahi, İlham Aliyev’in ani Rusya yolculuğu ve bunu "kucağa oturma jesti" addetmek isteyen Medvedev’in de ziyarete mal bulmuş Mağribi gibi atlaması, gökten zembille inmedi.
Bu sayede, yani Ankara-Erivan normalleşmesinin "Moskova basınçlı" yan etkisiyle, donmuş durumda olan o Karabağ sorununa çözüm arayışları tekrar hareketlendi.
Sırf konuyu halletmek amacıyla kurulmuş olmasına rağmen üzerine hanidir ölü toprağı serpilen ve o Rusya’ya büyük manevra marjı sağlayan "Minsk Grubu" birden silkindi.
Çok bileşikli "Grup"un yakında bir "Mutabakat Zaptı" sunması haniyse kesinleşti.
Artı, Aliyev’in Ermeni lider Serj Sarkisyan’la 7 Mayıs Prag zirvesinde buluşacak olmasının geri planında da, yine Ankara-Erivan yumuşaması belirleyici rol oynadı.
***
O halde tüm bunlara bakarak diyebiliriz ki, aynı "azılılık" derdinden muzdarip kendi şoven ve "ulusalcılar"ını ne denli kızdırırsa kızdırsın, Türkiye ve Ermenistan’ın "makul"de buluşması, diğer bölge sorunlarına "makul" çözümler aranmasına da ön ayak olmuş oldu.
Ve bu "makul" ne yerde, ne göktedir; rasyonel akılcılığın mantık ufkundadır!
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2009
İLKİN, şu "tek millet, iki devlet" garabetinden başlayalım.<br><br>Anladınız, "gocunduğu" (!) ve "alındığı" (!) için şimdilerde Ankara’ya karşı şantaj politikasına başvursa da, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in daha kısa bir süre önce, kendi ülkesiyle Türkiye arasındaki bütünlüğü vurgulamak amacıyla kullanmış olduğu cümleyi kastettim. Ama ifadeyi "garabet" diye nitelendirdim, çünkü öyledir!
***
EVET öyledir, zira her şeyden önce, hanidir ve hanidir hüküm süren ulus-devletler çağında, tek bir millet iki ayrı devlet çatısı altında varolmaz! Varolamaz! Mümkün değildir!
Ama doğru, tıpkı Türklerle Azeriler arasındaki ırki bağ gibi, aynı kavim ve etnisitelere mensup insan topluluklarının ayrı bayraklar altında yaşaması çok sıradan bir olgudur.
Cermenlerin Almanya, Avusturya ve kısmen İsviçre; Slavların Rusya, Ukrayna ve Balkan ülkeleri; veya İberya-Yerli melezi Latin Amerika halklarının, ortak kökenlere rağmen değişik devletler oluşturması gibi, yukarıdaki durumun sayısız örneği mevcuttur.
Fakat, böylesine soy sop ilişkileriyle "millet" olunmaz!
***
OLUNMAZ, çünkü genetik formüllerin, benzeşir lisanların, kültürel paydaların yakınlığı, insan gruplarını o "millet" seviyesine ulaştırmaya yetmez.
En üst aşamayı tanımlayan bu kavrama erişebilmek için, mutlaka ve mutlaka ortak bir yapıya, yani ortak bir modern "devlet"e ihtiyaç vardır. Bunlar birbirleriyle özdeşleşirler.
Birinin diğerinden bağımsız ve farklı olması tahayyül dahi edilemez.
Dolayısıyla, Türkler Türkiye, Azeriler de Azerbaycan ulus-devletlerinin yurttaşı olan iki a-y-r-ı millettir ve de nokta!
Onların "tek" (!) olduğunu söylemek ise abesle iştigal eder ki, "garabet" addedilir.
***
NİTEKİM, yukarıdaki "iki ayrı gerçek"i en önce bizzat Azerbaycan benimsedi.
Örneğin, KKTC’yi asla tanımadı ve tanımak láfını dahi ağzına almayı reddetti.
Halbuki, Aliyev’in tanımından yola çıkarsak, Kıbrıs Türklerinin de mutlaka o "tek millet" kavramı içinde yer alması gerekiyordu. Oysa Bakû havaya bakıp ıslık çaldı.
Fakat işin derinine inerseniz de, kendisi açısından en doğru olan tutumu takındı.
Zira, Ankara hariç, uluslararası camia tarafından hukuki geçerliliği olmayan bir Kuzey Lefkoşa’yı hayali ve afaki bir "tek millet" adına resmileştirmek, hem Azerbaycan ulus-devletinin, hem de Azeri milletinin "reelpolitik" çıkarlarıyla kesinkes çelişirdi ve çelişiyor.
Dolayısıyla, ne Türkiye ulus-devletinin, ne de Türkiye milletinin bu konudan ötürü Azerbaycan’ı ve Azerileri eleştirmek gibi bir hakkı yoktur ve olamaz!
***
İMDİİ, bizim böyle bir hakkımız yoktur ama, Azerbaycan buna sahip midir?
Yani, Ermenistan’la kavgalı Bakü’nün, Erivan’la ilişkileri normalleştirmek istiyor diye Türkiye’ye ateş püskürmesi ve Rusya kartına oynaması sırf ona tanınmış bir ayrıcalık mıdır?
Asla! Böyle bir tavır yenip yutulacak şey değildir ve hiçbir şekilde onaylanamaz!
Çünkü, Azeri yaklaşımının İlham Aliyev’in zaten temelsiz bir "tek millet, iki devlet" belágatiyle zıtlaşması bir yana, Bakü’nün işi diplomatik arenada ve gaz fiyatlarında şantaja vardırması, "iki millet, iki devlet" gerçekliğindeki uluslararası ilişkilerle dahi çelişmektedir.
Daha dobra dobra söylemek gerekirse de, Hazar başkentinin yukarıdaki bencil tutum, Aliyev ve babasının geçmişte yetiştiği "Sovyet ekolü"nün ve bu geleneği yeniden hortlatan Putin Rusya’sının malûm siyasetleriyle aynen benzeşmektedir.
Zaten işin püf noktası da o Rusya’ya odaklanmaktadır ki, buna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2009
BUGÜN Kadıköy’de olacağım.
Saat 13.00’te "Tepe Nautilus"un önüne gideceğim, sonra da meydana yürüyeceğim.
Çünkü, "Küresel Isınmayı Durdur, Gezegeni Kurtar" mitingine katılacağım.
Umalım ki, üç hafta önce aynı yerde "Obama defol" diye atıp tutan ve sen, ben, bizim oğlanla sınırlı kalan o tatlısu "solcu"su fraksiyonlardan çok daha fazla kalabalık toplansın.
Zaten sizi de davet ediyorum!
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2009
RUHU rahmet istedi, canım ciğerim Ufuk Güldemir sonradan lûgatımıza da malolan "Beyaz Türk" deyimini icát ettiğinde, Amerikancadaki "WASP" teriminden esinleşmişti. İfade, önce Vietnam Savaşı karşıtlığına, sonra da Carter dönemi ahlakçılığına tepki olarak ve "gemisini kurtaran, kaptan" bencilliğiyle gelişen "Reagan’lı yıllar"a uzanır.
"Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan" sözcüklerinin İngilizce ilk harflerinden oluşur.
Anlam olarak da, kökeni Birleşik Devletler’in doğu kıyısına yerleşmiş öncü kolonlara uzanan ve ABD’deki "elit kesim"i, yahut "ricál kadro"yu oluşturan sosyal grubu tanımlar.
Başka bir deyişle, politikadan üniversiteye, bürokrasiden medyaya, kurumların en üst kademelerine yönetici "ihraç eden" (!) "kaymak tabaka"yı çağrıştırmak için kullanılır.
***
İMDİİ, canım ciğerim Ufuk ne bilsin ki, kifayetsiz muhterisler yukarıdaki "WASP"tan türettiği deyimin üzerine mal bulmuş Mağribi gibi atlayacaklardır.
Nasıl tahmin etsin ki, bu yeni zenginler, bu görmemiş budalalar, bu yarı-münevverler kendi kendilerine gelin güvey olacak ve zat-ı devletlûlarını "Beyaz Türk" ilán edeceklerdir.
Üstelik, bırakın Amerikan Doğu Sahili’ndeki burjuva oturmuşluğundan süzülmeyi, o bütün yeni zenginler, o bütün görmemiş budalalar, o bütün yarı - münevverler gibi, mütevaziliğin "m"sinden bile nasiplenmedikleri için, cüret cehaletten kaynaklanır hesabı, rezil bir fütursuzlukla "ötekiler"e "kara kafa" (!) damgasını vurmaktan çekinmeyeceklerdir.
Artı, derine vakıf olmadan yalap şalap mürekkep yalamışlık en berbat cahilliğe dahi taş çıkarttığından, ne entelektüel, ne analitik bab’a tırnağına bile ulaştıkları için nefret ettikleri özgürlükçü demokratlara şimdi de, yine ABD’den apartıkları ve tanımını asla bilmedikleri bir "faşizm" sözcüğünü ekleyerek, "liberal faşist" küfürbazlığıyla saldıracaklardır.
Ayol sevsinler ve sizin "Beyaz Türklük"ünüzün olmayan "ak"ını yesinler!
***
ÖTE yandan, serçe parmağıyla dokunulduğunda dahi sahte cilásı dökülüveren böyle bir kofluk, böyle bir yüzeysellik, böyle bir tıntınlık ve böyle bir kibirlilik, tabii ki doğası icábı, kendi kendine "Beyaz Türk" yaftalı şarlatanların güce tapınmasını da zorunlu kılıyor.
Nitekim, bu kalpazanlar "esas iktidar odakları"nın gözüne girmek ve onların yedeğinde kalmak için, tetikçi olarak yerleştikleri medya organlarında, hem TSK apoletlilerinden gazete yöneticilerine uzanan bir yelpazede "efendiler"e methiye düzüyorlar; hem de yukarıdaki demokrat özgürlükçüleri hedef göstererek ve patronlara jurnalleyerek varlık sürdürüyorlar.
Kendi kendilerine bol keseden dağıttıkları o teneke madalyaları ise fasulyeden sayıyorum.
***
ASLINDA bunlar tabii ki "Beyaz Türk" falan değiller. Bunlar olsa olsa "Boz Türkler"!
Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denirmiş misáli, şu körler diyarında şaşı sultan olarak tafra atan va-sat-lar! Bir tek renk körleri onların bu griliğini farkedemiyor.
Benzetme yaparsak, bizim hazretler özendikleri Amerikan Doğu Sahili "WASP"larındaki köklü birikimi ve oturmuşluğu tümden ıskaladıkları için, yine aynı "WASP"lığa can atan ama hazımsızlığı göz çıkaratan, Batı Sahili’nin o "kitsch" ve o sığ görmemişlerini andırıyorlar.
Yani, "beyaz" veya "kara" bütün Türklerin taş çatlasa yüz elli sene önce sini etrafına bağdaş kurduklarını unutarak, sanki yedi kuşak ataları da beşamel soslu aristokrat sofralarda büyümüşmüş gibi, hálen masaya oturmak evrimini yaşayan ve bu süreçten geçmek zorunda olan insanları aşağılayarak, aslında kendilerinin ne denli cüce olduğunu ortaya koyuyorlar.
Üstelik, her vasat küçük burjuva; her çapsız yarı-münevver; her tıynetsiz bezirgán gibi, hem kendilerini inkár ederek, hem bükemedikleri eli öperek, hem de öpmeyi reddedenlere kin kusarak, kendilerine vehmettikleri "Beyaz Türklük"ün renk gradosunu da düşürüyorlar.
"Boz Türkler", esmer un tonunu tutturmak için bile daha yüz fırın ekmek yemelisiniz!
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2009
BEN Türküm! O nefret ettiğim şoven ve ırkçı tábirle bile, "Türk oğlu Türküm"! <br><br>Birinci olarak, soy itibariyle yedi kuşaktır bu etnisiteye ait olduğum; Dede Korkut diliyle düşündüğüm ve konuştuğum ve Sünni İslamın din kültüründen indiğim için Türküm. İkinci olarak da, zaten en önemlisi, kendimi "Türk" hissettiğim için Türküm!
Ámenna da, şimdi "öteki"ne ilişkin olarak şu soruları soralım.
***
BEN Türksem, isimleri öylesine uyduruyorum, hepsi TC hüviyeti taşıyan ama adları Rojan Dersimi, Agop Keşişyan, Raşel Kohen veya Koço Zakariadis olan yurttaşlar nedir?
Ata ve anadilleri farklı, kültürel birikimleri ise değişik olan bu "öteki"ler kimlerdir?
"Kürt", "Ermeni", "Yahudi" yahut "Rum" değil midirler?
Tabii ki öyledirler ve bunu inkára kalkışmak kendi Türklüğümüzün de inkárı olur!
***
AMA yoook, şayet onlara da "Türk" demekte inat ediyorsak; daha doğrusu empoze ediyorsak, o halde niçin ve tabii ki çok doğru olarak, yukarıdaki etnik sıfatları da ekliyoruz?
Böyle bir ihtiyaç, her şeyden önce bizzat "resmi tez"imizi yalanlamış olmuyor mu?
Artı, lûgate ilk girdiği andan itibaren "Türk" kelimesinin kavmiyet çağrıştırdığını bile bile, hangi hak ve selahiyetle bu kavimden olmayanlara da aynı unvanı dayatıyoruz?
Üstelik, neden ben ve benim gibiler hem etnik, hem duygusal aidiyet bab’ında iki defa "Türk" oluyoruz da, yukarıdakiler ilk hasletle donanmadığı için "üvey evlát" kalıyorlar?
Buradaki eşitsizliği görmek ve farketmek istemeyecek kadar vicdansız mıyız?
***
KALDI ki, Şumnu’da, Gümülcine’de, Sancak’da yaşayan ve evlád-ı fatihandan inme öz be öz Türk olan soydaşlarımıza "sen Bulgarsın, sen Helensin, sen Sırpsın" dayatması yapıldığında ilk ayaklanan biz olmadık mı? Yine yapılsa, yine ayaklanmayacak mıyız?
Yani, "öteki"nin "biz"e karşı saygı ve empati göstermesini beklerken, rabbena hep bana, o "biz"imiz o empatiyi ve o saygıyı kendi "öteki"sinden esirgeyecek kadar bencil mi?
Ve en önemlisi, ulus-devletimizin 86 altı yıldır sürdürdüğü asimilasyoncu baskıya ve beyin yıkamaya rağmen, başta Kürt yurttaşların ciddi bölümü, bir kesim TC vatandaşı eğer hala kendini "Türk" hissetmiyorsa, aynı yanlış rotayı izlemenin faydası ve álemi var mıdır?
Hayır yoktur, fakat o ulus-devletimizi bir üst aşamaya ulaştırmanın çaresi vardır!
***
BU çareyi, "üst kimlik" olarak "Türkiyelilik" kavramının yerleşmesi oluşturuyor.
Çünkü, nesnel bir siyasi sathı ve mevcut bir ulus-devleti tanımlayan Türkiye; artı, onunla vatandaşlık bağını vurgulayan "Türkiyeli" sözcükleri, gerçekten to-par-la-yı-cı-dır!
Yine çünkü, böyle bir tanım, Türk, Kürt, Ermeni, Çerkes, Rum, vs; İslam, Ortodoks, Musevi, istisnasız tüm etnisitelerin, dinlerin ve "alt kimlikler"in ortak paydasını içerir.
***
ÖYLE, zira "Türkiyeli" deyimi nötrdür. Herhangi bir etnik aidiyet çağrıştırmaz.
Kabul, çoğunluk kavmin adı yine zikredilir ama, "li" eki coğrafi bir genelleme yayar.
Dolayısıyla, kendisini "Türk" hissetmeyenler de ne gocunur, ne yaralanır!
Aksine, eşitleyici sıfat onları ulus-devlete daha çok perçinler. Yek ve ortak kılar.
Başka bir deyişle, "Türk"ten "Türkiyeli"ye geçiş "milli laikleşme" anlamına gelir.
Evet evet, "Türkiyeli" sıfatı tıpkı İngiliz, İskoç, Gal ve Kuzey İrlanda farkını Birleşik Krallık kimliğinde hamurlayan Londra’nın; veya, bizim yanlış tercümeyle Fransız dediğimiz ama Bröton, Oksitan, Burgon vs. etnisiteleri kapsadığı için aslında kendisini "Fransalı" diye tanımlayan Paris’in gerçekleştirdiği gibi, ülkemizde de millet kaynaşmasını sonsuz pekiştirir.
Şu kesin, "Türk" dayatması ulus-devleti ayrıştırır, oysa "Türkiyeli" tanımı birleştirir.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2009
20. yüzyıl başının ilk çizgi-romanı olan ve Fransız desinatör Joseph Pinchon’un Brötanyalı hizmetçi kız "Becassine"yi yarattığı albümlerden birinde şu porte de yer alır: O "Becassine" bir vapur güvertesinde, başı fesli, sırtı stambulinli, karnı göbekli ve dili riyálı bir zata rastlar ki, bu çok tipik "şarkiyatçı" çehre okuyucuya "Türk" diye takdim edilir.
Sonra, aynı şahsın Osmanlı tebasından ve İsevi inançtan bir Levanten olduğu anlaşılır.
Ardından, senaryo icábı hazret kendi "gerçek" (!) kimliğini hatırlayacak ve hem avanak, hem de cingöz hizmetçiye yardım edecektir ama, burası bizim konumuza girmiyor.
Bizi ilgilendiren noktayı, yukarıdaki tatlısu Frenginin gerek maceranın başında, gerekse etnik ve dini aidiyeti anlaşıldıktan sonra bile "Türk" diye tanımlanması oluşturuyor.
***
İMDİİ, baştaki "oryantalist" şaklabanlığa ve "benmerkezci" Batı kibrine haklı bir küfür savuralım ama yine de kabul edelim ki, çizgi-romanın "Türk" genellemesi ülkemizde mevcut "Türk" tanımıyla tamamen uyuşuyor. Ezeli "resmi ideoloji"mizle tıpatıp benzeşiyor.
Zira demek ki "sıradan Avrupalı", İmparatorluk döneminde dahi, farklı etnik ve dini köken taşısa bile tüm Osmanlı ahalisini "Türk" addediyordu. Irk ve iman káale alınmıyordu.
Ne álá, o halde, "ulus-devleti"ni de çoktan inşa etmiş bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi yurttaşlarını aynı kelimeyle sıfatlandırmasından daha doğal ve daha normal ne olabilir?
"Türkiyeli" gibi, yoktan bir kelime icád etmek "uydurmasyon" değil de nedir?
***
İŞTE gördünüz, ben ki ezelden beri bu "Türkiyeli" ifadesini savunuyorum, yine de kendime karşı şeytanın avukatlığını yaptım. "Türk" genellemesine ilişkin örnekle başladım.
Tamam da, "Becassine" istediği kadar bütün Osmanlı tebasına aynı unvanı versin; 20. yüzyıl başının Fransız desinatörü istediği kadar Levantenleri, Rumları, Ermenileri vs.’yi okuyucusuna aynı kategorinin insanı olarak sunsun, buradaki y-a-n-l-ı-ş değişmez!
Çünkü, özne gönüllü biçimde kabullenmediği müddetçe, her hangi bir "öteki"nin ona verdiği ad hiçbir kıymet-i harbiye ifade etmez. Çizgi-roman karesinde kalmaya mahkumdur.
Artı, aynı "öteki"nin Avrupalı, Batılı falan olması ne bu yanlışı doğru kılmaya; ne de, "medenidir" (!) diye benim onun cehaleti karşısında boyun eğecek kadar küçülmeme yeter!
***
HER şeyden önce, bir Osmanlıyı, üstelik de Hristiyan ve tatlısu Frengi bir Osmanlıyı "Türk" diye sunan Pinchon’un buradaki "hariçten gazel okuma" avanaklığı göz çıkartıyor.
Zira ilkin, Levantenler kimliklerini daima "Şark Latini" veya "Doğu Katoliği" diye tanımlamışlardır. Dolayısıyla, eğer maceranın fesli ve stambulinli tatlısu Frengi, "Becassine"nin kendisine "Türk" dediğini gerçekten işitmiş olsaydı, hizmetçi kızı anında boğazlardı.
Bırakın onu, hakiki etnik Türk ve İslam olan ve o fes ve stambulinle şehirlilik edinen insanların ezici çoğunluğu dahi, albumün yayınlandığı tarihte "elhamdülillah Osmanlıyım" derlerdi ki, nokta! "Etrak-ı bi idrak"tan addedilmeyi hakaretin daniskası sayarlardı.
O halde demek ki, Fransızın bir "öteki" olarak şunu veya "Türk" diye genellemesi, geçtim Katolik İseviyi, Müslüman Türkü dahi "Türk" yapmaya yetmiyordu ve de yetmedi.
Tá ki, esas olarak Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, çok önemli bölüm yurttaşımız kendisini gerçekten T-ü-r-k hissetsin ve de bu kimliği benliğinin en derininde duyumsasın!
***
PEKİ, ya duyumsamayanlar? At atamazsın, sat satamazsın, ya bunu hissetmeyenler?
Yani, "Türk" sıfatı aynı zamanda etnik aidiyet simgelediğinden ve kendileri o aidiyeti taşımadığından; dolayısıyla, diğerleri için genelleyici olan bu sıfat onlar için sınırlayıcı olduğundan, 86 yıl sonra dahi daha kucaklayıcı ve daha toparlayıcı bir üst kimlik isteyenler?
"Türk-Türkiyeli" ikileminin özü işte burada yatıyor ki, yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2009
ŞÜKÜR, bin şükür, gerçekler inatçıdır! Ve işte, hayat bunu bir defa daha ispatladı. Çünkü, velev ki dün kendi genelkurmay başkanını bile "yorumlamak" (!) ihtiyacını hissetsin, dağa taşa "Türklük" empoze eden cihet-i askeriye dahi, konuşması sekiz ayrı kanal tarafından naklen yayınlanan İlker Başbuğ’un ağzından, bu satırlar yazarının tam kırk yıldan beri savunduğu "Türkiyelik" kavramına nihayet "açık kapı" bırakmak lûtfunda bulundu.
O halde, bu ikinci terimin niçin doğru ve zorunlu olduğu konusuna tekrar dönelim.
***
HER şeyden önce, biz kendi kendimizi asla ve asla "Türk" ismiyle vaftiz etmedik.
Sözcük anayurt lûgatimizde de, atayurt kámusumuzda da yoktur. Námevcuttur.
Biz, bir "öteki" tarafından böyle adlandırıldığımız; yani Pekin - Hanbalık sarayının mandarin Çincesinde "Batıdan gelen" anlamını ifade eden "t’kue" veya "tu-ku" tanımını fonetik bir evrimde tedricen benimsediğimiz içindir ki, gel zaman git zaman, "Türk" olduk.
***
KALDI ki, kelimenin "yerlileşmesi" ve kitleselleşmesi de sonsuz yenidir.
Taş çatlasa yüz elli yıllık mazisi vardır. Modern milliyetçiliğin başlangıcıyla sınırlıdır.
Nitekim, Arapların, Farsilerin ve Frenklerin dahi hanidir bizi böyle sıfatlandırmasına rağmen, İmparatorluğumuz en son ana kadar kendisine asla "Türk" dememiştir.
Tek istisnayı, devşirme yeniçerilerin "Türk’e vermek" deyimiyle evlendirildiği göçebe yörükler ve kısmen de, yerleşik tarıma henüz geçmiş Anadolu köylüleri oluşturmuştur.
Artı, bayrak coğrafyasının "Türkiye" sözcüğü dahi bize çok geç gelmiştir. Etimolojik yapı Latince olduğundan, ön Cumhuriyet döneminde bile "Türkiyá" diye telaffuz edilmiştir.
O halde özetleyelim: Bir; "öteki"nin bizi tanımladığı ve bizimse ancak çok sonraları benimsediğimiz "Türk" kelimesi ilkin etnik aidiyet vurgulamıştır. Kavmiyeti kastetmiştir.
İki; yine "öteki"nin bizi işaretlediği "Türkiye" deyimi ise artık etnik değil, siyasidir.
Aralarındaki fark h-a-y-a-t-i-d-i-r ki, buna sonra geleceğim.
***
İMDİİ, yukarıdaki olgu sırf bizim nev-i şahsımıza mahsus bir garabet değildir! Asla!
Asla, çünkü tam tersine, istisnai durumlar hariç hemen bütün etnisiteler tüm tarih boyunca, her hangi bir "öteki"nin onlara verdiği ad etrafında kimlik oluşturmuşlardır.
Nitekim, bize "t’kue" veya "tu-ku" diyerek "Türk" kelimesini üreten halkı biz de karşı taraftaki "öteki" olarak Çinli diye sıfatlandırıyoruz ama, zaman içinde aynı kelimeyi kullanmaya başlamış olsalar dahi, onlar aslında kendilerine "Han" diyorlardı.
Yahut, bugünkü Fransızların, Almanların, Anglo-Saksonların atalarını "Frank", "Alaman" ya da "Angıl" diye isimlendirenler, Avrupa’daki diğer "öteki" Romalılardır.
Artı, muhtemelen en ilginç örnek, Slav halkların hanidir ve hanidir bizzat kullandığı bu "Slav" sözcüğü, Baltık’la step arasında yaşayan kavmin çoğu defa köle pazarlarına düşmesinden dolayı, aynı Roma Latincesinde "esir" anlamına gelen "slavus"tan türemiştir.
***
O halde demek ki, başkalarının "ben"i tanımladığı bir adı kabullenerek bunun ekseni kimlik inşa etmek sonsuz doğaldır. Gocunacak, yadırganacak bir şey yoktur.
Artı, yukarıdaki genel kuralı ve inatçı gerçeği reddedip, sanki kendim icád etmişmişim gibi, olmayan bir "Türk" kelimesini "esas lûgatim"e sokmaya kalkışmanın hiç álemi yoktur.
Hele hele, "öteki"nin bana bir kavmi aidiyet sıfatı olarak verdiği o "Türk" kelimesini böyle bir aidiyeti hissetmeyen bir başkasına bu defa benim empoze etmem, asla onaylanamaz.
Oysa, aynı sıfatı ha bre çekiştirerek; elástikileştirerek, kandırmaca bir "toparlayıcılık" (!) atfederek yapılmış olan şey budur ki, zaten kızılca kıyamet de ondan kopmaktadır.
"Türk - Türkiyeli" denklemine giren bu h-a-y-a-t-i konuyu Salı günü işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2009
ASLINA bakarsanız, halen ana muhalefet partisi konumunda olan ve üç gün sonra KKTC’de gerçekleşecek seçimleri kazanacağı tahmin edilen UBP lideri Derviş Eroğlu, belki hepimizin Türkiyeli gazeteci olmasından dolayı, bizlere karşı "makûl" bir dil kullandı. "Şahin" imaj çizmemeye ve uzlaşmacı bir portre sunmaya bilhassa itina gösterdi.
Hatta, sanki "en iyi çözüm, çözümsüzlüktür" formülünü o telaffuz etmemişmiş gibi, bu defa, "Kıbrıs’ta çözümü benden daha çok isteyen yoktur" şeklinde bir cümle kullandı. Ah, keşke!
* * *
EVET keşke, çünkü malûm, şeytan ayrıntıda gizlidir!
Yani, eğer UBP programı ve Eroğlu söylemi alıcı gözle ve satır aralarından okunursa, gerçeğin asla ve asla yukarıdaki "uzlaşmacı" (!) belagatle bağdaşmadığı göz çıkartıyor.
Şöyle ki, evet muhalefet önderi kağıt üzerinde "çözüm" (!) öneriyor ama, o önerinin içeriği, KKTC lideri Mehmet Ali Talat’la Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas arasında sürmekte olan ve bizzat Talat tarafından "beklenenden bile iyi gidiyor" diye tanımlanan müzakerelerin önünü derhal kapatacak bir yön gösteriyor.
Çünkü, UBP ve Eroğlu, söz konusu görüşmelerdeki en hayati noktayı, en belirleyici "olmazsa olmaz"ı oluşturan "tek egemenlik" ve "tek vatandaşlık" ilkelerini reddediyorlar.
Artı, aynı müzakerelerin iskeletini inşa eden "federasyon" yerine "konfederasyon" temasını işliyorlar ki, bu da, daha en baştan sürece "çomak sokmak" anlamına geliyor.
Açıkçası, çok fazla tepki çekeceği için Derviş Eroğlu artık "çözümsüzlük en iyi çözümdür" formülünü uluorta tekrarlamıyor ama, "çözüm" (!) diye ortaya koyduğu program aslında, "ha Ali Veli, ha Veli Ali"den başka bir anlam taşımıyor.
* * *
PEKİ, diyelim ki, varsayıldığı gibi UBP pazar günkü milletvekili seçimlerini kazandı.
Dolayısıyla da, şimdiki muhalefet lideri yeniden başbakanlık makamına oturdu.
İsmiyle müsemma, dervişin fikri neyse zikri de odur hesabı, daha diplomatik biçimde olsa bile, Eroğlu o "çözümsüzlük en iyi çözümdür" formülünü hayata geçirecek mi?
Yani, yokuşa sürerek, Talat-Hristofyas müzakerelerine taş koyabilecek midir?
Bu soruya kesin bir "hayır" yanıtı verilemez ama, yine de uzak bir ihtimaldir!
* * *
UZAK bir ihtimaldir ve mesafe derecesini de TC hükümetinin tavrı belirleyecektir.
Çünkü, nihayet bonjur, o hükümet "mister no" lákaplı ve "çözümsüzlük, çözümdür" formülünün esas vaftiz babası durumundaki Rauf Denktaş’ın her türlü şantaj ve demagojiyle Ankara’yı yıllar boyu nasıl parmağının ucunda oynatmış olduğunun artık farkına varmıştır.
Dolayısıyla, es kaza Derviş Eroğlu da aynı taktiğe başvurduğu takdirde, Türkiye bu defa baştan "sıkı durursa", toplumlararası müzakerelere çomak sokacak girişimler tutmaz.
Zira unutmayalım ki, özünde "Ekmek Elden, Su Gölden Cumhuriyeti"nden başka bir şey olmayan KKTC’de bütün seçim kampanyası, başta UBP’nin ekonomik talepkarlığı olmak üzere, "çarşı sorunu" etrafında gerçekleşmektedir.
Oysa insaf, söz konusu ekmeği ve suyu temin eden Ankara’nın, yetmiş milyonun çıkarlarını umursamayan taşra politikalarına rağmen hala cömertlik sürdürmesi beklenemez.
Fakat yook, bu nesnel duruma rağmen Türkiye yine alttan alır ve "Denktaşvari" ayak oyunlarına yine pabuç bırakırsa, şüphesiz ki yukarıdaki "uzak ihtimal" yakınlaşmaya başlar. Bırakın Yavruvatan denkleminin çözümlenmesini, bizzat Anavatan’ın AB hedefi de, bölge gücü potansiyeli de hayal olur ve Mersin açıklarındaki dalgalarda boğulup gider.
O halde umalım ki, demokrasi kültürüyle yoğrulmuş Kıbrıs Türk halkı pazar günü hangi tercihi yaparsa yapsın, hükümet olacak yeni iktidar, akl-ı selimi elden bırakmasın!
Yazının Devamını Oku