ULUSLARARASI lûgate şehrimizin adını taşıyan bir terim girdi:
"İstanbul konsensüsü"! Veya tam Türkçeleştirilmiş şekliyle "İstanbul uzlaşması"!
Nasıl bir uzlaşma olduğuna aşağıda geleceğim ama, önce bir parantez açıyorum.
***
GEÇEN hafta uğurlayacağım yolcu vardı, Yeşilköy’e metroyla gidip geldim.
Havaalanı’nda indik ki, terminale çıkan zemin kata sıra sıra gişeler kurulmuş.
Meğer "5. Dünya Su Forumu"nun akreditasyon işlemleri oralarda yapılıyormuş.
İyi fikir, çünkü uçaktan dışarı çıkan delegelerin işlemleri hemen orada tamamlanacak.
Sonra da kendilerine tahsis edilen vasıtalarla ya otele, ya salona teşrif buyuracaklar.
Üstelik, yabancı ajanslardan okuduğuma göre, dile kolay, yaklaşık yirmibeşbin katılımcı bekleniyormuş ki, bu sayı bir uluslararası toplantıya katılımda rekor oluşturuyormuş...
***
ÁLÁ da, eğer o yabancı basın ve tabii ki "Açık Radyo" olmasaydı; yani kendimi sırf bizim "kitlesel medya"mızla sınırlasaydım, yoğun trafik sıkışması veya "alternatif protestocular" gibi işin kısmen magazinsel yönü hariç, söz konusu "Forum"daki gelişmelerin esası hakkında ancak diş kovuğuna kaçacak ölçüde bilgi edinebilecektim.
Hiç yer vermedi demiyorum ama, eh işte, yasak savmanınn çok ötesine gitmedi.
Oysa, bütün bir insanlığın geleceğini sonsuz yakından ilgilendiren ve zaten bunun için en yüksek katılım rekoruna ulaşan bir "dünya su sorunu"ndan söz ediyoruz.
Ve, bu yıl bereketli yağan yağmurlar sayesinde barajlarımız dolunca, yukarıdaki sorun belki bizim için "çözümlenmişmiş" (!) gibi gözüküyor ama, kazın ayağı hiç de öyle değil!
Kişi başına litre tüketimimizi alın ve "sulak uygarlıklar"la bir kıyaslayın, anlarsınız.
Kaldı ki, öyle olmuş olsa bile ne değişir ki?
***
EVET,varsayalım ki her birimiz şımarık Karun zenginleriyiz. Hayal bu ya, hepimizin malikánesi önüne de sabah akşam dolup taşan yüzme havuzları inşa edilmiş.
Peki de, insanlığın ezici bölümü bir damlaya muhtaçken, oraya cumburlop atlamak aslında vicdansızlığa, insafsızlığa, bencilliğe, haramzadeliğe atlamak anlamına gelmez mi?
Biz ki cennet bahçelerini sebil sesleriyle tasvir ve minnet duygularını "su gibi aziz ol" sözleriyle takdis eden bir din ve medeniyet kültürün aidiyetini taşıyoruz, Hint’in, Habeş’in, Maçin’in çocukları kavrularak ölürken, onların kaderine böylesine kayıtsız kalabilir miyiz?
Dicle ve Fırat’ın karları dağlarımıza yağıyor, GAP ve Keban’ın vanaları ellerimizde kapanıyor diye, suyu silaha dönüştürüp, aşağı çölleri Kerbela’ya mahkum bırakabilir miyiz?
Hayır, hayır, hayır!
***
HAYIR, hayır, hayır ama, başta sözünü ettiğim o "İstanbul Uzlaşması" hiç de böylesine net, böylesine açık ve böylesine dürüst bir "hayır" cevabı getirmedi!
150 ülkeden bilmem kaç bin delege ve bilmem kaç yüz bakan dobra dobra, "su, bir insanlık hakkıdır ve asla meta oluşturamaz" demediler. Demeye yanaşmadılar.
Adı üstünde "konsensüs" (!), anan yahşi, baban yahşi pazarlıklardan sonra, ne şiş yansın ne kebap cinsinden ve tıntınlığı göz çıkartan bir "sonuç bildirgesi"yle yetindiler.
Başka bir deyişle, heyhat, zaten 1997 BM Su Antlaşması’nı da imzalamayan Türkiye dahil, "hidrolik bencili" ülkelerin kuliste ayak sürümesinden dolayı, "fiyasko" ifadesini kullanmayayım ama, "İstanbul Uzlaşması" aslında bir "İstanbul tiridi"ne tekabül etti.
Sade suya tirit bile değil, kuraktan kavrulmuş, yanmış, kahrolmuş bir kara buğdayın peksimet somununa ve kupkuru bir tirit ki, "aziz" ve cömert sakalar şehrinin kursağında kaldı.