Kolestrole de boş vereceğim. Yani demek istiyorum ki, çingene palamudunun mevsimi geçti, palazlanmışının kuru kuruya ızgarası da yavan kaçar.
Dolayısıyla, şöyle takoz dilimlenmiş ve soğanı bol dizilmiş âlâ tavasından arzuladım.Kabul, deniz kurutulduğu için fiyatlar hâlâ ve hâlâ turfanda fahişiyle seyrediyor ama eh kursak nefsi bu, cüzdanın esaret prangasına itaat eder mi?
* * *
OYSA malûm, evde pişirmek büyük angarya! Yukarıdan aşağı öyle bir koku sinecek ki, bilmem kaç gün sanki döşekte değil de balık hali tablasında yatıp kalkacağız.
Artı, her halde İstanbulluluğumu, geçen mevsim dondurulmuş ne idüğü belirsiz bir balığı, marketin sterilize reyonundan alacak kadar ayağa düşürmedim. Allah yazdıysa bozsun!
Seçmem için ya Beyoğlu, ya Beşiktaş, ya da Karaköy pazarına uzanmak gerekecek.
Dolayısıyla, tamam bu sonuncusuna gidelim ama, lokantasına gidelim dedim.
Çünkü söz konusu uzlaşma, milliyetçilik virüsü zatürree dönüşmeden önce aslında zaten çok yakın olan bu iki kardeş halkın yeniden aynı kardeşliğe kavuşmasına kapı açmıştır.
Ve sonuca daha on yıl var, ben hem mantıki, hem hissi, hem de genel “tarihi gidişat” açısından başarıya inandığım içindir ki, tezime güveniyorum ve yanılgıya ihtimal vermiyorum.
Dün de, o dillere destan “Grand Palais”deki “Bizans’tan İstanbul’a: iki kıtaya tek liman” adlı serginin açılışını yaptı. Sonra geleceğim, gayet de isabetli davranmış oldu.
Yine dün ben de, aynı Fransa medyası hem söz konusu “Mevsim”, hem resmi ziyaret, hem de genel olarak ikili ilişkiler konusunda neler söylüyor diye internete baktım.
Ve itiraf edeyim ki, artık bir elin parmaklarını geçmeyen Bolşevik salçalı gazetelerden hiç hoşlanmasam dahi, en doğru manşeti Komünist Partisi’nin organı “Humanité” atmıştı: “Fransa–Türkiye: samimi uyuşmazlık”. Buna “aleni anlaşmazlık” da diyebiliriz.
* * *
ÖYLE
Bu güne kadar Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmeyi amaçlayan protokolü siyasi açıdan konuştuk, stratejik önemini tartıştık ama sınırdaki hayatlar açısından ne anlama geleceğini pek merak etmedik.
“Bölge uzun süre kimi zaman Rus, kimi zaman Osmanlı İmparatorluklarının egemenliklerinde kalmış. 1918 ile 1923 arasında tam altı kere el değiştirmiş. Halk defalarca savrulmuş. El değiştirmeler sırasında halk yeni gelen askerleri köyün meydanında ekmek-tuz seremonisi ile karşılarlarmış. Komutan ekmeği tuza batırıp yerse sizi öldürmeyeceğiz anlamına gelirmiş sonra da pazarlık başlarmış. Barınacak yer, ekmek, silah, kadın, köle pazarlıklarına girişilirmiş.”
Okan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Profesör Dr. Neşe Özgen’i can kulağıyla dinliyorum. Profesör Özgen sınır çalışmalarıyla tanınıyor. Irak, Suriye ve Ermenistan sınırlarında, halkla iç içe yaşayarak araştırmalar yapmış olan bir bilim insanı, şimdi Avrupa Bilimler Akademisi’nin çağrısıyla Avrupa’nın sınırının nereden başlayıp bittiği konulu bir araştırma için Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan sınırını çalışmaya hazırlanıyor.
Profesör Özgen, harita üzerinde Batum’dan başlayıp Erzurum’a uzanan oradan Iğdır üzerinden Tuzluca’ya Ermenistan sınırına ulaşan bir üçgen çiziyor. “Bu bölgede korkunç dönemler yaşanmış. Bu dönemleri anlatmaya politik terimler yetmiyor. İnsanlar oluk oluk helak olmuşlar. Böyle dönemlerde, köyler kasabalar el değiştirirken işbirlikçiler var, isyancılar var, tecavüzler, öldürülen çocuklar, kaçırılan gelinler var ve bütün bunların insanlar üzerinde bıraktığı derin izler var.”
Bölgede aylar süren araştırmaları sırasında büyük bir acının kökleri ile karşılaşmış Prof. Özgen. “Bunun adı sosyolojide ‘Suça ortak susuş’tur. Korkudan susmak farklıdır. Suç ortaklığına dayalı susuş çok ağırdır. Yaşanan acının telafi edilme hakkını insanın elinden alır. Bu suskunluk insanların yaslarını tutmalarını engellemiş. Yas tutulmayan yerde şenlik de yoktur.”
SINIR İNSANLARI
KARS antlaşmasından sonra sınırlar yatışıyor. Türkler, Türkmenler, bazı Kürt aşiretleri, Karapapak, Türkmen Aleviler, Ahıska, Mergel, Tat, Ermeni asıllı Türkler, Azebaycanlılar, Molokanlar plebisitle Türkiye’yi seçiyorlar. Ermenistan sınırının içinde kalan ve Osmanlı zamanında Akıncılık yapan aileler de geri dönüyor.
Ve bundan sonra sınır bölgesinde yerli ‘Beg’ler ile sonradan gelen Akıncılar arasında ciddi bir mülkiyet sorunu başlıyor. Devlet bazen birine bazen diğerine imtiyazlar tanıyor. 10 yıl önce başlarından aldığı ağaları geri gönderdiği gibi, köylülerin ellerindeki toprakları alıp gelenlere verdiği dönemler yaşanıyor. Halk kendi iradesi ile seçtiği devlet tarafından cezalandırılmış hissediyor kendisini. Büyük hayal kırıklığı. Halk göçe duruyor. Sonra güç dengeleri arasında sıkışıyor.
Bakkaldan az biraz nevale düzecektim ama cebimde hiç nakit para yoktu. Tasa değil, benimkisi de dahil ilerideki caddede ibadullah banka otomatı var ya, onlara güveniyorum.
Fakat o ne! Daha sokağa çıktım ki bir yandan pat, küt, şırrak havada taşlar uçuşuyor; diğer yandan da göz yaşartıcı bombaların gazı hüngür hünhür ağlatıyor.
Gömleğimin yakasıyla maskelenip, n’oluyoruz diye zar zor köşeye kadar yürüdüm.
* * *
SANKİ 6-7 Eylül pogromu tekrarlanıyor. Cam çerveve paramparça, hepsi gitmiş.
Tam o anda da, omzunda “Eastpack” çanta, kıçında “Lee” blucin, ayağında “Nike” pabuç ve sırtında da kukuletası çekilmiş filanca sweet-shirt, keratanın biri koca taşla tüm otomatların teker teker icabına bakıyor. Hızını alamayıp, kırdığı ekranları bir de spreyliyor.
Zaten bir diğeri de yine spreyle, duvara “Yaşasın Leninist Gerilla Birliği” yazıyor.
Ötekiler ise hem yukarıdan aşağı kalkanlarla inen polise sapan fırlatıyorlar, hem de hep bir ağızdan “kahrolsun IMF” diye slogan haykırıyorlar.
Açıklayayım:
* * *
BURADAKİ “en uzun yıl” deyimiyle 1989’u kastediyorum.
Yani, Mihail Gorbaçov’la birlikte SSCB’de esmeye başlayan kısmi özgürleşme rüzgarlarının Polonya’dan itibaren Doğu Avrupa’da ani fırtınaya dönüştüğü ve tüm komünist rejimleri birer kağıttan şato gibi üfürdüğü o sonsuz yoğun; dolayısıyla da o sonsuz uzun üçyüzatmışbeş günlük takvimden söz ediyorum.
İşte, eski çağı kapatmış olan bu 1989 dünya ve Türkiye açısından hayati önem taşıdığı; artı, Duvar’ın yıkılışından yirmi sene sonra dahi hâlâ yeni sistem inşa edilemediği için, ben yıl sonuna dek “1989 yazıları” adı altında genelleyeceğim bir dizi makale kaleme alacağım. Aktüaliteyi kaçırmamak kaygısıyla da bunu tefrika haline getirmeyeceğim. Günlerin akışına ve yirmi yıl öncesinin hatırlatmalarına göre, düzensiz aralıklarla konuya döneceğim.
“En uzun yıl”a ilişkin bu açıklamadan sonra, şimdi ona zıt “en kısa yüzyıl”a gelelim.
* * *
BUNUNLA
“Sağ” kesimde ise bu rakkam bir nebze azalıyor.
İlkin yine dede Konstantin; sonra da bu defa yeğen ama tekrar Konstantin, yahut yukarıdaki takıyla “Kostaki” olmak üzere, toplam iki Karamanlis’e denk geldim.
O halde, Batı komşumuzda siyasi hanedanların; özellikle de iki kutuplu siyasi hanedanların hüküm sürdüğünü saptarsak, yanlışa düşmüş olmayız.
* * *
ANCAK, bunu eleştirmek söylemiyorum. Çünkü Yunanistan illâ istisna oluşturmuyor.
Diğer bazı demokrasilerde de, “aile ortamı” (!) icâbı politikayı kundaktan itibaren biberonla emmiş olan çocuklar, büyüdüklerinde hemen baba mesleklerine dalıveriyorlar. .
Artı, her hangi bir “meşhur ad”ı taşıyor olmak da “yürü ya kulum” işlevini görüyor.
Nitekim buna en somut örnek olarak, kısmi farklılıklara rağmen ABD’deki Kennedy ricâlini ve başkanlık koltuğuna üç dönem oturmuş olan Bush familyalarını gösterebiliriz.
Artı, familyalar hep cenaze ilânlarında ifşa edilecek değil ya işte bir defasında da doğumda olsun, hoşgeldin Sinan–Luc’ün, Cem– Nicolas’ın ve Alex–İskender’in yeğeni,
Ve de tabii, dedesinin torunu!
* * *
EVET, isminle müsemma salih adam hoşgeldin ve safalar getirdin de, doğrusu, yine isminle özdeşleşen ve veliliğine himmet eden Hızır Aleyselâm gibi çabucak teşrif buyurmadın.
Tâa Paris’lerdeki anneciğin sancılarda ve babacığın kaygılarda; tâa İstanbul’lardaki dedeciğin de sabırsızlıklarda dokuz doğururuyor ama, sen hiç acele etmedin. Nazlandın.
Her neyse, işte geldin ya!
* * *
GELDİĞİNİN