Saltanatı ve hilâfeti ilga eden yeni rejimin, borcunu devralmasına rağmen imparatorluk geçmişine karşı topyekûn bir redd-i miras politikası uygulaması, şimdiki birikimizle tartıya vurduğumuz takdirde, çok ağır ve çok pahalı bir bedele malolmuşmuş izlenimini veriyor.
Yanıltıcıdır!
* * *
YANILTICIDIR ama, bu yanıltıcılık getirdiğimiz eleştirilerin haksız, ödediğimiz bedelin ise hafif ve ucuz olmasından kaynaklanmıyor. İkisinde de doğru saptama yapıyoruz.
Tamam da, bunları söylerken, tabir caizse, aslında “hariçten gazel okuyoruz”.
Çünkü en önce bir; davulun sesi uzaktan hoş gelir, dünkü Cumhuriyet’in, yani ulus–devletin kurucuları, bugün bize nasip olan o “mesafeli bakış açısı” lüksüne sahip değillerdi.
Onlar olayların dinamiğinde, dolayısıyla hızlanmış olan bir tarihin akışında; üstelik de irâdi bir devrimin hercümercinde, an be an dayatmakta olan kararların çeyrek, yarım veya bir asır sonra ne sonuçlar doğuracağı konusunda öyle ince eleyip sık dokuyamazlardı.
Böylesine ihtiyatlı davrandıkları takdirde “devrim” yapamazlardı ki, bu durumda da mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlen varolup varolmayacağını tartışmamız gerekecekti.
Bununla, Osmanlı hayranlığını, en azından Osmanlı efsaneleştirmesini kastediyorum.
Nitekim, son olarak Osman Ertuğrul Efendi’nin Cumartesi günkü defn töreni sırasında ortaya çıkan manzara yukarıdaki durumu tamamen doğrular nitelikte bir delil sundu.
O halde, eski egzotizmin yeni salçasında ve oryantalizmin temcit pilavında kaynatılan Batı türü “ottomanya”yı zaten geçelim ve işe İmparatorluğun meşrû vârisinden başlayalım.
Ve de hemen diyelim ki, bu eğilim Türkiye’de laik ve dini olmak üzere ikiye ayrılıyor.
* * *
ÖYLE ve nitekim bir bakıyorsunuz, iktisat tarihi gereği ister istemez köksüz olan, her halükarda da aristokrasi olmayan yeni yetme ve laik kimlikli burjuvazi, “şecere” icâd etmiş.
Çerkes odalıkların torunları kendilerini “hanedandan” (!) diye sunmaya kalkışıyorlar.
Kızımın da annesi olan ve hala çok dostane ilişkiler sürdürdüğüm ilk karım, inançlı Katolik geleneklerden inen ve daha 19. yüzyıl başlarında merkantilizmden sanayiye geçmiş bir Belçika burjuvazisinin değerlerini yansıtan, bayağı kalburüstü bir aileye mensuptu.
Ve bu aile, o burjuvaları “gerçek burjuva” kılan hazmetmişlik erdemiyle donanmıştı.
* * *
HER neyse, işte kerimeleriyle flört ediyorum ve o kerime de “günah korkusu”yla durumu ebeveynlerinden gizlemeyi reddediyor ya, familyayla tanışmak mecburiyeti doğdu.
Mösyö peder matmazel kızına, “şu yavuklunu bir getir bakalım” talimatını vermiş.
Ben ki o sıra tam yirmi yaşındayım, başımda kavak yelleri esmesi ne kelime, “cinnet yılları”na bodoslamadan dalmış olduğum için bizzat kendim hem esip, hem de kesiyorum.
Tabii en başta da yukarıdaki tür burjuvaları kıtır kıtır kesiyorum.
Dolayısıyla, sırtta parka ve ayakta postal, gayet küstah bir edâyla sevgilinin evine vasıl olduğumda, nevrimi döndürecek tek kelime söylendiği an, kapıyı vurup çıkmaya hazırım.
Mevcut çıbanbaşı Güneydoğu’daki derebeylik kalıntılarından cerahat topluyormuş.
Dolayısıyla da, öyle “açılım” maçılım diye “emperyalist patentli” (!) reçeteler aramaktan derhal vazgeçip, o kalıntıları tasviye ederek bölgeyi kalkındırmak gerekiyormuş.
Bu takdirde, ne sihirdir ne keramet, aynı sorun otomatik olarak çözümlenecekmiş.
* * *
YUKARIDAKİ evlere şenlik “tahlil” (!), “ulusalcı- neo-ittihatçı” cihetin yalap şalap Marksizm yalamış kesimi tarafından dile getiriliyor.
Hani şu dün “halkların kendi kaderini tayin hakkı” diye mangalda kül bırakmayıp ve “azâdiya Kürdiya” diye hançere yırtıp, bugün “kart kurt”çu “Ergenekon”la aynı sanık sandalyesini veya aynı “gönül bağı”nı paylaşan hazretler var ya, işte onları kastediyorum.
Eh, “sol” lâfazanlığa rağmen “faşizan sağ”ın ipini bile çoktan göğüsledikleri; artı, o “sol”un en genel değerleriyle dahi çeliştikleri ve bundan ötürü de rezil-i rüsva duruma düşüp ti’ye alındıklarınını kendileri de farkettikleri için, son çare, “teori” icat etmeye kalkışıyorlar.
Bütün yarı münevverlerin muzdarip olduğu cahil cüretkârlığıyla, sanki başkaları hem Marx, hem anti Marx okumamışmış; sanki başkaları milli meseleye dair cilt devirmemişmiş; sanki başkaları etno-sosyoloji öğrenmemişmiş gibi, at babam at, Kürt sorununun feodalizmle özdeşleştiği uydurmasyonunu işte bu sahte “sol” salçaya bulayarak yutturmaya çalışıyorlar.
Çünkü, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, “Kürt açılımı”na ilişkin olarak verdiği demeçten dolayı Hülya Avşar hakkında soruşturma başlatmış.
Breh breh breh, meğer sanatçı “halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik etmişmiş”.
* * *
BÖYLESİNE korkunç, hatta aslında korkunç bile değil traji-komik ve içler acısı bir gelişmeden sonra ne denilebilir ki ? Türkiye’deki demokrasi tanımı, hukuk kavramı ve adalet sistemi hakkında söylenecek her şey suya yazı yazmaktan öte bir kıymet-i harbiye taşır mı ?
21. yüzyılda yaşayan ve kağıt üzerinde de hukuk devleti olan bir ülkede eğer o hukuk bizzat “hukukçular” (!) tarafından bir esaret prangası olarak yorumlanıyorsa, “şeriatın kestiği parmak acımaz” kaderciliğine itaat etmekten başka çare düşünülebilir mi ?
* * *
EVET düşünülebilir ve de zaten mutlaka düşünmek zorundayız.
Eğer birey olarak
Kapitalist ekonominin temel organlarından birisini oluşturan bu kurum en önce, üretim veya hizmet işletmelerinin tasarruf sahiplerinden borç para bulmasına imkan ve mekan sağlar.
Hemen sonra da, söz konusu borç vasıtasıyla o üretim sürecinde edinilmiş olan yeni artı değeri aynı tasarrufçuya, başta koymuş olduğu rakkama orantılı olarak kâr olarak dağıtır.
Başka bir deyişle ve daha da özetin özetiyle söylersek, borsa, finansı metaya, metayı ise tekrar finansa dönüştüren zincirde bir aracıdır.
İmdii...
* * *
İMDİSİ şu ki, tabii aslında yukarıdaki borsa benim burada armut piş, ağzıma düş şeklinde basitleştirdiğim biçimde işlemiyor. Çok daha fazla çetrefillik arzediyor.
Üstelik, küreselleşmeye paralel olarak geleneksel kapitalizmin çok ötesine taşan bugünkü post-kapitalist ilişkiler, o çetrefilliği haniyse içinden çıkılmaz raddeye vardırıyor.
Hele hele, zaten kendisi “aracı kurum” olan borsanın bizzat iç mekanizmada yeni tür aracılarla donanması hem o borsayı esas işlevinden saptırıyor; hem de son ekonomik krizde göz göre göre saptandığı gibi, çok vahim rizikolara hiç durmadan çanak tutuyor.
Meleklerin cinsiyetine ilişkin bu tartışma süredursun, işte o kriz ekseninde toplanacak Pittsburgh G-20 zirvesine Başbakan Erdoğan’ı uğurlamadan önce, ilkin şunları saptayalım.
¡ ¡ ¡
TABİİ yine dünya geneli için konuşuyorum, son derece aşikâr ki söz konusu iktisadi buhran hiç de felaket tacirlerinin gaipten haber verdiği türden bir seyir izlemedi.
Kriz ne “ebedi” bir sürece dönüştü, ne de “batağın batağı” (!) bir dip noktaya çöktü.
Ama şüphesiz ve zaten de kim inkâr edebilir, spekülatif kazanç hırsının sebep olduğu fiyasko farklı ülkelerin farklı dirençlerine göre kâh nispeten az, kâh nispeten çok can yaktı.
İnsanlık sathında ve eskiye oranla, boş gezenin boş kalfaları arttı. Çorba tencereleri daha yavan nevaleyle kaynadı. Bayram esvaplarının kalitesi de işportaya düştü.
Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen, 2008’in ikinci yarısından itibaren mutlaklığı göz çıkartan son kriz, kapitalizm tarihinin geleneksel buhranları arasında öyle aman aman sivrilen ve öyle aman aman sarsan bir istisna, bir zelzele, bir kabus oluşturmadı.
¡ ¡ ¡
Gayet de iyi etti!
Evet gayet de iyi etti, çünkü ilk kredileri Clinton tarafından sağlanan, hâttâ aslında tâa Reagan’ın “Yıldız Savaşları”na uzanan ve Bush iktidarı sırasında artık tam bir saplantıya dönüşen bu projenin şimdiki aşamada yarardan çok zarar getireceği gün gibi ortadaydı.
Birinci olumsuzluk da diplomatik arenaya odaklanıyordu.
¡¡¡
İLKİN, yukarıdaki “korunganlık sistemi” İran ve diğer “bıçkın devlet”den gelecek saldırılara karşı öngörülse bile olsa, Polonya ve Çekya’nın konuçlandırma bölgesi olarak seçilmeleri, coğrafi yakınlıktan ötürü Rusya’yı daha en baştan son derece huzursuz kılmıştı
Dolayısıyla da, “füze kalkanı” sorunu Washington’la Moskova arasındaki değişik uyuşmazlıklarda hanidir esas çıbanbaşı olarak şekillendiyordu.
O halde, yeni ABD liderinin genel “esnekleşme siyaseti”ne uygun son kararla taraflar arasındaki buzların kısmen erimeye başlayacağını şimdiden varsaymak yanlış oluşturmaz.
Nitekim, Obama’nın açıklamasının hemen ardından Kremlin’nin yaptığı “sevinç beyanı” ve buna ek olarak da NATO Genel Sekreteri’nin “ferahlama” duyurusu, eski Doğu Bloku başkentlerinin kaygıları hariç, uluslararası platforma bir “rahatlama atmosferi” müjdeliyor.