Hadi Uluengin

Kritik an

29 Ekim 2009
ALEXİS de Tocqueville otoriter rejimler için en kritik anın, onların reform dönemecine girdiği süreç olduğunu kaydeder. İşte Türkiye de bu “kritik an”ı yaşıyor!

Kürt açılımından “ıslak imza”ya, günün, saatin, saniyenin hassasiyeti göz çıkartıyor.

Oysa büyük Fransız düşünür otoriter rejim derken tabii ki Türkiye’yi çağrıştırmamıştı.

Başta kendi ülkesi, 18. ve 19. yüzyıl Avrupa’sının mutlakiyetçi krallıkları kastetmişti.

Olsun! Siyaset felsefesi ve pratiği açısından daha geniş bir genellemeye gidebiliriz.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti de daha ilk andan itibaren otoriter bir temelde kuruldu.     

Fakat bugün bunu eleştirmek ve ah vah çekmek, şımarıklığın daniskası olur.

Şartların, zamanın ve mekânın dayatmasından dolayı tersi düşünülemezdi ve nokta!

* * * 

Yazının Devamını Oku

Genelkurmay bilgisayarı

28 Ekim 2009
GENELKURMAY’ın özrü kabahatinden büyük!

Öyle, zira malûm imza “ıslak” çıktı ve dolayısıyla, ne sihirdir ne keramet, 26 Haziran tarihli konuşma dün internet sitesinden silinmiş olsa bile bizzat Başbuğ’un “kağıt parçası” diye inkâr ettiği kumpas doğrulandı ya, ordu üst kademesi de açıklama yapmak zorunda kaldı.

İster istemez yeni soruşturma başlatıldığı duyuruldu ama huylu huyundan vazgeçer mi, yarı tehditkâr, yarı serzenişli bir uslûpla aba altından sopa göstermek de ihmal edilmedi.

Neymiş, Ergenekon savcısına gönderilen ihbar mektubun basına sızması “vahim”miş.


Artı, bunun ne amaçla ve kimler tarafından yapıldığının düşünülmesi gerekiyormuş.

* * *

AMENNÂ düşünelim bakalım da, düşünmeye başlarken en önce şu soruyu soralım:

Eğer söz konusu ihbar mektubu medyaya sızmasaydı; hatta bırakın sızmasını ve hatta bırakın Ergenekon savcılığına gönderilmesini, söz konusu muvazzaf subay aynı ihbarı, çatısı altında yer aldığı kurumun askeri savcılığına yollasaydı, acaba sonuç ne olurdu?

Kamuoyu, TSK bünyesinde çevrilmekte olan ve sivil rejime müdahilliği hedefleyen tüm bu entrikalar hakkında mini minnacık bir bilgiye ulaşabilecek miydi?

Ve tabii, emir-komuta zincirine tâbi olan o askeri yargı soruşturma başlatacak mıydı?

Bunlara “evet” cevabı verecek olanın alnını karışlarım! 

* * *

Yazının Devamını Oku

İsrail mi, Yahudilik mi (III)

24 Ekim 2009
DEREYİ görmeden paçayı sıvamakta acele etmeyelim.

Yani, Obama yönetiminin İsrail’le kendisi arasına kısmi bir mesafe koymasına bakıp, Washington’un Tel-Aviv’le artık külahları değiştiği yönünde kesin bir hükme varmayalım.Böylesine sarih bir saptama yapmak için vakit henüz çok erkendir.

 

* * *

ERKENDİR ama yine de öyle anlaşılıyor ki, yeni ABD lideri Bush’un “neo-con” hezeyanlarını çöpe atmış ve İsrail’e endeksli politikaların da nelere mal olduğunu farketmiştir.Dolayısıyla, henüz tam netlik kazanmasa bile, belirli bir rota değişikliğine gitmektedir.Hillary Clinton’un Netanyahu hükümetine açık çek vermesi artık beklenemez.


Artı, bırakın Davudi yıldızlı ülkenin İran’a yönelik bir “ihtiyati saldırı”ya yeşil ışık yakmayı, aksine, müzakerelerin tekrar ivme kazanabilmesi için muhtemeldir ki, yeni Beyaz Saray kiracı bugün, yarın bizzat Ortadoğu konusunda onu tavize zorlayacaktır.


Yazının Devamını Oku

İsrail mi, Yahudilik mi? (II)

22 Ekim 2009
ÖNÜMDE Saadet Partisi’nin “entelektüel” (!) ve teorik yayın organı sayılan “Milli Çözüm” dergisi duruyor. Vakıa böyle bir entelektüelliğe kitakse ama, eh yine de öyle diyelim.

Ve tabii, diğer nüshalarda olduğu gibi Eylül sayısında da Yahudiliğe, Siyonizme, İsrail’e ve AKP dahil onların “yerli işbirlikçilerine” (!) veryansın eden makalelerden geçilmiyor.

Sığlık bir yana, cahil cüretkârlığıyla yumurtlanmış komplo teorileri gırla gidiyor.

Nitekim bunların birisinde de, “Sion Protokolları” madde madde sıralanarak, söz konusu Yahudilerin Türkiye’deki tarım ve sanayiye nasıl balta vurduğu anlatılıyor.

* * *

HEMEN hatırlatayım ki, asıl adı “Sion Bilgeleri Protokolu” olan bu belge Rusya’da Musaoğullarına karşı gerçekleştirilen pogromları meşru kılabilmek amacıyla hazırlatılmıştır.

Çarlık gizli polisi “Okrana”nın Paris istasyonunda ajanlık yapan Matta Golovinski tarafından kaleme alınmıştır. Yani baştan sona sahtedir! Kalp paradır! Böyle bir şey yoktur!

Ancak eyvah ki eyvah, hem dinbaz softaların, hem de kafatasçı ırkçıların başucu kitabı olan yukarıdaki paçavra, tıpkı Hitler’in “Kavgam” hezeyanı gibi, ülkemizde yok satıyor.

Üstelik işte görüyorsunuz, Türkiye’deki Yahudi husumetini körüklemek ve o husumeti tam bir düşmanlığa dönüştürmek için, “kanıt” (!) ve “referans” (!) olarak sunuluyor.

Yazının Devamını Oku

İsrail mi, Yahudilik mi?

21 Ekim 2009
MALÛM, Başbakan Erdoğan İsrail’le krize yol açan son Ankara işgüzarlığını “halkın sesine kulak verdiğimiz için böyle bir karar aldık” mealindeki sözlerle açıkladı.

Aşağıda geleceğim, “kulak vermek” bahanesini tabii ki geçelim. Ancak işin “halkın sesi” yönüne gelindiğinde, toplumsal nabzı tutmak açısından Başbakan “doğru”yu saptadı.

Evet evet, velev ki hemen hiç kimse Davudi yıldızlı orduyla ortak planlanan askeri tatbikattan haberdar olmasın. Artı, velev ki ekranın “Ayrılık” dizisi son vaveylaya kadar sıfır virgül küsuratlı reytingle nal toplasın. Erdoğan yine de öz itibariyle isabetli bir tespit yaptı.

Nitekim eminim, eğer bugün bir kamuoyu taraması gerçekleşecek olsa, çok büyük çoğunluğun “sert” (!) hükümet politikasını desteklediği ortaya çıkacaktır.

Ancaak, dikkat ve bin dikkat!

* * *

DİKKAT çünkü, tamam AKP lideri nesnel bir saptama yaptı ama, aslında hiçbir sorumlu devlet adamının; hiçbir sorumlu iktidar yöneticisinin ve hiçbir sorumlu kanaat önderinin asla uluorta dile getirmemesi gereken türden bir f-o-y-a’yı açığa vurmuş oldu.

Halbuki yukarıdaki tavrın tam tersine, o “doğru”daki “d”yi dahi ağzına almaması; çok zorda kalırsa havaya bakıp ıslık çalması; her halükarda da aynı “doğru”ya karşı mutlaka ve mutlaka mücadele etmesi gerekiyordu ve gerekiyor. 

Zira nesnel tespit “doğru”dur ama, tespit edilmiş olan şeyin bizzat kendisi yan-lış-tır!

Yazının Devamını Oku

İsrail mi, Yahudilik mi ? (I)

20 Ekim 2009
KİMSE yalan söylemesin ve de tevile kalkışmasın. Yoksa Pinokyo burnu uzar!

Uzar, çünkü hâlen İsrail’le yaşanmakta olan siyasi ve diplomatik krizin kökeninde, Türkiye’de kâh açık, kâh gizli hüküm süren “Yahudi husumeti” yatıyor.

Ve bu husumet toplumun derin bilinçaltına uzanıyor ki, diğer bahaneler fasa fisodur.

 

* * *

İMDİİ, yukarıdaki saptamayı en baştan yaptım ama önce şunu hatırlatmak isterim:

Biline ki, ta 1967 Arap-İsrail savaşından beri mazlum ve mağdur Filistin halkının yanında saf tutan; üstelik de yoldaşları Siyonist devlet tarafından öldürülmüş olan bu satırların yazarı, yine aynı Siyonist devletin çok ustaca salladığı tehdide hiçbir zaman pabuç bırakmadı.

Yani, Tel Aviv’in saldırganlığını ve yayılmacılığını eleştirmenin aslında genel Yahudi düşmanlığı yansıttığı yönündeki iddiaları asla kâale almadı. Bildiğini okumaktan caymadı.

Bu takdirde, gayet meşru olarak şimdi de bana şöyle bir soru yöneltilebilir.

Yazının Devamını Oku

Korktuğum Halit Refiğ

17 Ekim 2009
TIPKI Attila İlhan’ınkinden sonra olduğu gibi, usta sinemacı Halit Refiğ’in vefatı ertesinde de aykırı bir yazı yazmak zorundayım.

Orijinal görünmek sevdasından falan değil!Akıntıya kürek çekmem gerekiyor, zira ilkin riyakârlık midemi bulandırdı. Ardından da, bu ölüm vesileyle “öteki korkusu”nun derinliğini tekrar saptamak bizzat beni korkuttu.Çünkü Refiğ için usta sinemacı dedim ama, merhum yalnız kamera arkasında başyapıt üreten yönetmen kimliğini taşımıyordu. Onu sırf profesyonel uğraşıyla sınırlayamayız.


Şüphesiz ki, ciddi bir entelektüel birikimle donanmış olan Halit Refiğ aynı zamanda da bir ideolojinin, en azından bir “fikri eğilim”in savunucusu, temsilcisi ve yansıtıcısıydı.

 

* * *

 

* * *

İŞTE ben, sinemacının vefatıyla birlikte kimlerin neler söylediğini ve hangi paydada buluştuğunu görünce, birincisi açısından tiksindim. Diğeri açısından ise şaşırdım ve korktum.Evet önce tiksindim, zira kör ölür badem gözlü olur misali, Kemal Tahir ve Halit Refiğ yaşarken söz konusu “Kerim Devletçi”lerin geleneksel Osmanlı yüceltisine ve modernist Cumhuriyet eleştirisine amansızca vurmuş olan kesim hemen timsah gözyaşı döktü.Aralarına girmiş olan kara kediyi sakladılar ve işi yine riyakârlığa vurdular.İzlediğim kadarıyla, aynı Ardıç ve Hilmi Yavuz dışında hiç kimse, Halit Refiğ’i belirleyen ideoloji veya “fikriyat”la, klasik Cumhuriyetçiler arasındaki farka değinmedi.Ancak dikkat, uçurum değil fark diyorum. Çünkü her ikisinden de haz etmeyen ve her ikisinin de ortaklıklarını saptayan benim açımdan, onların arasında böyle bir uçurum yoktu.Zaten de aşağıda değineceğim gibi, ölüm ertesindeki “kavuşma” (!) bunu doğruladı.  Öte yandan, doğrudur, aynı zamanda şaşırdım ve şaşırdığım için de korktum.* * *

Yazının Devamını Oku

1989 yazıları (II) Tasasızlık Çağı

15 Ekim 2009
FRANSIZLAR 1. Harp öncesine, “Güzel Çağ” anlamında “La Belle Epoque” derler.

Fakat bunu “Tasasızlık Çağı” diye uyarlarsak daha doğru bir tercüme yapmış oluruz. Ama tabii sırf Avrupa’yla sınırlı bir tasasızlık ki, açıklamadan önce şunu hatırlatayım. Berlin’deki Duvar çöküşünün 20. yıldönümü nedeniyle geçen hafta kaleme aldığım ve aralıklarla sürdüreceğim “1989 yazıları”nın ilkinde, 20. asrı noktalayan bu olayı irdelemek için mutlaka, aynı asrı başlatmış olan 1914 Harbi’ne dönmek gerekeceğini söylemiştim. Çünkü söz konusu hercümercden önce insanlık başka, bambaşka bir tarihte yaşıyordu. 

* * *

İŞTE, “Tasasızlık Çağı” da bu tarihin içindeki son döneme tekabül ediyor. Kabul, Napolyon savaşları ertesi Avrupa’da yeni statüko tahkim eden 1815 Viyana Kongresi’nin ardından 1830 ve 1848 liberal devrimleri patlak verdi. Artı, 1866 Sadowa’sında Avusturya’yı, 1870 Sedan’ında da Fransa’yı yenen Prusya-Almanya Yaşlı Kıta’nın “genç gücü”ne dönüştü ama, bütün bunlar aslında yukarıdaki statükoyu pek sarsmadı. Çünkü, ne hezimete rağmen çabuk toparlanan ve İngiltere’yle mevcut rekabeti sırf deniz ötesi kolonilerle sınırlayan 3. Cumhuriyet Fransa’sı; ne de “Hintler İmparatoriçesi” sıfatıyla şimdi biraz daha parıldayan Kraliçe Viktorya’nın aynı İngiltere’si, muhafazakar ve dengeci bir “akil adam” pozisyonundaki Bismarck’ın yeni Almanya’sıyla didişmeye girdi

 

* * *

TAMAM ama dediğim gibi, hem sömürgeciliği gayet samimi biçimde bir “uygarlık misyonu” olarak algılayan; hem de telgrafı, şimendiferi, aşısı, barajı, kanalizasyonu derken, “Aydınlama Çağı”nın uzantısında bilim ve teknolojideki modernist ilerlemeye kesinkes iman eden o “esas Avrupa” açısından bütün bunlar, ancak “çevredeki çerez” olarak kalıyordu.  Nitekim hanidir savaş hengâmesi yaşanmadığından, kısmi sancılara rağmen Ruhr fabrikalarından İskoç madenlerine ve Silezya tezgâhlarından Loren üzinalarına, proleterlerinki en başta, hayat seviyesi durmadan yükseldi, ölüm oranı düştü ve beslenme çeşnisi zenginleşti. Zaten genel olarak toplum zenginleştiği içindir ki, bu tür zenginlik dönemlerinde   hemen her zaman rastlandığı gibi, Horta’nın “art deco” mimarisinden Stravinski’nin ihtilalci musikisine; yahut Viyana’nın Freudcü psikanalizlerinden Paris’in vur patlasın kabarelerine, “tasasızlık çağı” estetik ve sanatsal açıdan da büyük “devrimcilik” yansıttı.

 

* * *

Yazının Devamını Oku