Kasten, cevabı bugün askeri, cumartesi günü de Latince lûgatten okuyacağım.* * *
YILLARDIR artık darbe olmayacağını, zira statükonun “stratejik ricad” durumunda olduğunu yazıyorum. Bu “stratejik ricat” deyimi yukarıdaki askeri lûgate dâhildir.
Terim, geri çekilişin zamanda kalıcı ve mekânda geniş olduğunu tanımlar.
Yani, burada söz konusu olan ricat, öyle güç topladıktan sonra yeniden sıçramak ve kaybedilmiş mevzileri tekrar kazanabilmek için gerçekleştirilmiş taktik bir manevra değildir.
Mecburi bir harekâttır, dönüşü yoktur ve statüko sahayı ve safı terk etmek zorundadır.
Nümayiş diğer gazetelerde yer almadı ama “neo-ittihatçı-ulusalcı” cihetin sözcüsü “Cumhuriyet” kapı gibi haber yaptığına göre, inanmamak için nedenim yok.
Zaten aynı kesimin diğer bir organı, “Karanlık” Dergisi de söz konusu “GDO”ya “ABD baskısıyla” izin verildiğini “ifşa ediyordu” (!).
Artı, kendisini “komünist” diye vaftiz etmiş başka bir aşiretçik de koroya katılıyordu.
Gördünüz, bunların hepsini Türkiye’de “sol” diye tanımlanan kuruluşlar oluşturuyor.
* * *
BURADA ilkin şunu hatırlatayım ki, kısaca “GDO” denilen bu “genetiği dönüşmüş organizmalar”ın esas ve ilk mucidi, o “sol”un en kızıl ve en keskin kesiminde yer alıyordu.
Stalin döneminde, Trofim Lissenko adındaki bir şarlatan önce biyolojideki Mendel yasalarının “gerici” (!) olduğunu ilân etmişti. Sonra da, diyalektik materyalizm sayesinde kış buğdayını yaz buğdayına dönüştürerek, Sovyet tarımı na devasa adımlar attırdığını duyurdu.
Hazret “SSCB kahramanı” mertebesine yükseltildi ve dünyaya “devrimci genetik mucizesi” diye takdim edildi ama sonuç felâket oldu ve Rus tarım sektörü bütünüyle iflas etti.
Bununla, 9 Kasım 1989’u 10 Kasım 1989’a bağlayan gece Berlin Duvarı’nın, yani aslında aynı tarihin en büyük yalanını oluşturmuş olan komünizmin yıkılışını kastediyorum.
“Biz halkız” sloganıyla gerçekleşen bir yıkılış ki, 1914’de 1. Harp’le başlayan ve topu topu yetmişbeş sene sürmesine rağmen insanlığın en dehşet yüzyılı olan 20. asrı da noktaladı.
O halde en önce, aynı insanlığa böyle bir kavis döndüren büyük devrimi selamlayalım.
* * *
YUKARIDAKİ “tarihin taştığı an” deyimini Sovyetler Birliği Komünist Partisi eski Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’dan ödünç aldım.
Mihail Sergiveviç geçen hafta “Le Monde”ye verdiği ve olayların geri perdesini birinci elden anlattığı uzun mülakatta, tek bir ülkeyi, tek bir milleti ve tek bir kıtayı ikiye ayıran Duvar’ın çöküşünü bu metaforla ifade ediyordu. Ve tabii, sonsuz doğruyu söylüyordu.
Öyle, zira aynı komünizme baştan beri yöntem sunan ve kökeni Hegel’e uzanan iradi ve şematik “tarihselcilik” felsefesinin aksine, öngörülemez ve zapt-u rapta alınamaz bir kaos olan o tarih gerçekten de 9 Kasım 1989 gecesi, sokulmak istenmiş olduğu mecradan taştı.
Doğu Berlinliler kenti bölen sınır kapılarına doğru yürümeye başladığında, set yıkıldı. Baraj bir çırpıda berhava oldu ve tarihin esaret prangaları bir çırpıda kırıldı.
Rusya ve Suriye’yle yakınlaşmayı örnekler arasına kasten katmadım.
Zira ilkinde, Ankara’yla Moskova arasındaki flörtün realpolitik çıkarlar gözettiği net ve açık olduğundan, bu gelişme yukarıdaki Batı açısından fazla “anormallik” arzetmiyor.
Öte yandan, geçmişte “şer ekseni”nin üvey çocuğu addedilen Şam tekrar uluslararası arenaya dâhil edildiğinden onu da kenara bırakalım ve yukarıdaki üç olguyla sınırlı kalalım.
* * *
İLKİN, daha önceki iki yazımda da belirttiğim gibi, “ufuk derinleşmesi”ne rağmen Ankara, Batı’dan uzaklaşmıyor. Daima sahip olmuş olduğu marjın bağımsızlığında geziniyor.
Artı, Türk diplomasisindeki bu yeni “derinleşme” esas itibariyle doğru rota izliyor.
Ancak, özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan kaynaklanan ve tabir caizse o Batı’yı “pirelendiren” (!) bir “uslûp sorunu”nun bulunduğunu da kabullenmek gerekiyor.
Nitekim, Erdoğan’ın yukarıdaki İran’a kefil olması ve nükleer programını “barışçıl” (!) diye nitelemesi, uslûp sorununu, hatta pot kırmak derecesini bile aşan bir yanlış oluşturdu.
Neymiş, Türk dış politikası “eksen değiştiriyormuş” (!).
Rivayet odur ki, İslam âlemiyle, Arap dünyasıyla ve Rus periferisiyle flörte giren AKP iktidarı Ankara’yı AB, ABD ve İsrail’den, yani aslında Batı’dan kopartmaya hazırlanıyormuş.
Boşanma artık gün meselesiymiş ki, fesüphanallah!
* * *
Oysa Hasan Cemal benden önce davrandı ve meselenin bam teline dünden basıverdi.
Onun “Milliyet”teki satırlarından aktarıyorum:
“Bir nokta dikkatimi çekti. Bu ortak nokta, ‘kaygı’ydı! Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşması ya da Avrupa’dan kopması ihtimali, Batı’nın muteber yayın organlarında genel olarak tedirginlikle karşılanmıştı. Hiç birinde ‘aman ne iyi oldu, ait olduğu yere gidiyor, zaten Türkiye ne zaman Batılıydı ki!’ gibisinden bir değerlendirme yoktu”.
Dediğim gibi, meselenin bütün özü Cemal’in vurguladığı bu “kaygı”ya odaklanıyor.
* * *
BURAYA odaklanıyor, çünkü yukarıdaki “kaygı”nın doğru mu, yanlış mı olduğu konusuna bugün girmeyeceğim ama, her iki durumda da şu olgu göz çıkartıyor.
Batı, kendisinden kopabilecek bir Türkiye’yi tahayyül dahi etmek istemiyor!
Bırakın kopmayı, Ankara’nın kısmen mesafe koymasından bile büyük endişe duyuyor.
Tabii bunu ben değil gazeteler, televizyonlar, radyolar söylüyor.
Zaten de yöneticilerin ifadesine bakılırsa, ilk seçimde sandığı silip götürecekmiş.
* * *
HAYIRLISI diyelim ama ben kendi hesabıma, Hüsamettin Cindoruk, İsmet Sezgin ve Mesut Yılmaz gibi “ağır toplar”ı (!) yan yana görünce; artı, fotoğrafta yer almayan fakat sanal siluetiyle kareyi tamamlayan Süleyman Demirel’i hayal edince, içimden gülümsedim.
Çünkü o fotoğrafa şöyle alıcı gözüyle bir bakın! Demek istiyorum ki, bir Türkiye’nin demografik grafiğine, bir de adı geçen şahısların kimliklerindeki tevellüte bakın.
Ne gezer! Altı oklu kurumun önderi askeri komplodaki vehameti ağzına dahi almadı. Onun böylesine celâllenmesi sadece, savcılığa gönderilen ihbar mektubunda, darbeci subayların CHP’ye üye bazı şahıslarla da görüştüğü iddiasına yer verilmesinden kaynaklandı. Hayır efendim, bu iddia iftiranın daniskası mıymış ve partisinin alnı açıkmış. Eh, neticeyi tamamen es geçen CHP liderinin sırf Hatice’yle uğraşması karşısında da “Radikal” gazetesi artık dayanamadı ve “Yeter Artık Baykal” manşetini attı.
* * *
ÖNCE, her kitle örgütü gibi farklı mihraklar barından bir CHP bütününe; dolayısıyla da o mihrakların yandaşlarına Baykal’ın nasıl böyle kesin kefil olabildiğini anlamış değilim. Neyse, hem bu noktayı; hem de kimseyi zan altında bırakmamak için Bursa’daki sağır sultanın bile bildiği “dirsek temaslarını” geçip, meselenin ideolojik boyutuna değineceğim. Güven Partisi’ni biliyor musunuz ?
* * *
“ORTANIN solu” hareketine muhalefetten doğan ve Turhan Feyzioğlu liderliğinde kurulmuş olan bu parti isminin tam tersine, aslında bir “güvensizlik” partisiydi. Yani halka, demokrasiye ve sivilliğe gü-ven-siz-lik partisi! O GP ki, devleti fetiş, laikliği put ve sistemi ceberut kılan resmi ideolojinin en bağnaz temsilcilerinden oluşuyordu ve kökeni en derin CHP’ye uzanıyordu, Türkiye’deki her askeri darbe ve müdaheleye sivil kadro temin etti. Zaten daha gerçekleşmeden akıldaneliğini yaptı. “Sağ kemalist” de diyebileceğimiz bu kadrolardan aklıma ilk gelenlerini sayayım. Önce Nihat Erim, sonra da Ferit Melen 12 Mart 1971 cuntasına başbakan oldular. Kenan Evren 12 Eylül 1980 darbesinde Emin Paksüt’e kabine kurmasını teklif etti. Coşkun Kırca ise hem 12 Mart, hem de 12 Eylül anayasalarını kesti ve biçti. Yani, CHP’nin bağrında, hamurunda ve mayasında yoğrulan ve ona yıllarca ve yıllarca rehberlik eden bu “güvensizlik partisi” hep, ciheti-i askeriyenin ebedi güvencesini oluşturdu.
* * *
PEKİ, durum değişti mi? 2009 Kasımında durum farklı mıdır? Hem evet, hem hayır! Evet, çünkü dünya ve Türkiye değiştiği ölçüde, hâlâ ayak sürüyor ve hâlâ yayını altı okla atıyor olsa bile, CHP de belirli oranda değişmek zorunda kaldı. Kısmen demokratikleşti. Ben kendi hesabıma, politik demagojilerde kullanmak hesabı hariç, Deniz Baykal’ın dahi hiçbir askeri darbeye veya girişimine onay ve cevaz vereceğine inanmıyorum. Ama aynı CHP içinde bu onayı derhal verecekler olduğunu adım gibi biliyorum. Onay ne kelime, sivil kadro oluşturmak için balıklama atlayacaklar da ibadullah! Zaten de bunun içindir ki “değişti mi” sorusunu aynı zamanda hayır diye cevapladım.
* * *