“KLASİK müzik uygarlıktır. Batılılık ölçütüdür. Şimdi ulusalcılıkla klasik müzik ilişkisine bakalım. Klasik müzik dehaları Haydn, Handel, Mozart, Beethoven ulusalcıydı.
Hepsi aydınlanma bilincine sahipti. (?) (1789) Devrimine inanıyorlardı, devrime bağlıydılar. Ama bu onları ulusal duygulardan yoksun bırakmadı. (?) Yaşasalardı
Mozart da, Beethoven de Fazıl Say gibi konuşur, yazardı, hiç kuşkunuz olmasın”.
Fesüphanallah, güler misin, ağlar mısın?
Hazin bulduğum siyasi fikirleri hiç umurumda değil ve nedenine aşağıda geleceğim.
Nitekim daha Türkiye’de adı sanı hemen hiç duyulmamıştı ki ya 1997 ya da 1998 yılı olacak, Say’ın melekesine dair ilk tanıtıcı yazılardan birisini yine burada ben kaleme aldım.
Zaten biraz klasik müzik amatörü olduğumdan da tüm CD’leri diskoteğimde istiflidir.
Bilhassa Mozart sonatlarını ve o enfes “Bahar Ayini” yorumunu ha bre dinlerim.
Artı, “cazi” tınılarıyla da ben mavi notalara uçurur ama, işte bir “ama”sı var!
Hele hele aynı Erdoğan’ın hemen ertesi gün, bu tehdidi eleştirmiş olanlara inanılmaz bir hiddetle ve üstelik o eleştirileri açıkça tahrif ederek veryansın etmesi daha da iyi oldu.
ÖYLE, zira dikkat ettiyseniz bu satırlar yazarı da dâhil yukarıdaki gayrı ahlâki ve gayrı insani şantaja daha ilk andan itibaren karşı çıkanları “liberal” denilen kesim oluşturdu.
Hani şu gradoları tutmadığı için ancak küfürden medet uman “statüko zaptiyeleri”nin “liboş”, “yandaş”, “yalaka” diye tanımladığı; artı, “AKP yardakçısı” diye çamur attığı özgürlükçü demokratlar var ya, Başbakan’a derhal kazan kaldıranlar işte onlar oldular.
Oysa aynı “statüko zaptiyeleri” ya sustular, ya da açıkça Erdoğan’ı desteklediler.
Zaten medya patronlarına yaptığı “muhalifleri kovun” çağrışımından sonra iktidar liderini tahammülsüzlükle eleştiren bildirinin insiyatifini de yine aynı “liberaller” almıştı.
Hayırdır inşallah, bayram değil seyran değil dedim ve bir anlam veremedim.
Ancak neden sonra dank etti ki, bugün 18 Mart’tır ve İtilaf devletlerinin 1915’te başlattığı Çanakkale – Gelibolu harekâtının 95. yıldönümüne denk gelmektedir.
ŞİMDİ dikkatinizi çekerim, kutlamaların nispeten belirli bir sembolizm kazandığı 10., 25., 50., 75. veya 100. gibi o yuvarlak rakamlardan söz etmiyoruz.
İşte lalettayin bir 95. yıldan bahsediyoruz ki, ister istemez kendi kendime, “Acaba bundan böyle Çanakkale de mi milli bayram addedilecek” diye sordum.
Sonra da kahve terasında ilk cigarayı yakıp o milli bayramları teker teker saydım.
23 Nisan bir; 19 Mayıs iki; 30 Ağustos üç; 29 Ekim dört; artı, her şehrin ya kurtuluş ya fetih günü beş; demek bir de yukarıdakini eklersek altı edecek ki, breh breh breh!
İMDİİ, küçümsemeye kalkışmak ne kelime, Çanakkale savunması tabii ki askerlik tarihimizin altın sayfalarında yer alır. Lâkin adı üstünde, eninde sonunda bir “savunma”dır.
Kelâm buyurmadan önce biraz mantık muhasebesi yapmak ihtiyacını hissetmiyor mu? “Bir söylemeden bin düşün” ilkesini lüks mü addediyor? Gereksiz mi buluyor? Artı, belirli bir “İslami hümanizma”yı temsil eden ve etmesi gereken Erdoğan, nasıl oluyor da o insaniyetçilikle tamamen zıtlaşan fikirleri uluorta dile getirmekten çekinmiyor? Neyi mi kastediyorum? *
TABİİ ki önceki gün BBC’ye verdiği demeci kastediyorum! Hani şu hem Erivan’a, hem de diasporaya yönelttiği ve “Türkiye’de kaçak yaşayan 100 bin Ermenistanlıyı sınırdışı etmeyi düşünebiliriz” tehdidi var ya, ondan söz ediyorum.*
HAYIR, böyle bir yaklaşım asla onaylanamaz! Asla ve asla anlayışla karşılanamaz! İstisnalar hariç, bu tür bir hezeyan ne uluslararası ilişkiler, ne diplomatik oturaklılık, ne de bilhassa yukarıdaki dini – beşeri insaniyetçilik açısından müsamaha kaldırır! Ve aslında ibadullah olan o istisnaları da kim oluşturur, biliyor musunuz?
*
CUMHURBAŞKANI’na “Ermeni asıllı” diye çamur atan ve Başbakan’ın BBC’de dile getirdiği şantajı ondan bir gün önce “dış politika önlemi” (!) diye talep ederek girişimin gerçek “fikir analığı”nı üstlenmiş olan malûm CHP milletvekili Canan Arıtman ve onun fasilesinden bilûmum “ötekine nefret tacirleri” var ya, işte onlar oluşturur! Eh madem öyle, bari Erdoğan aynı “fikir anası”nın teklifini tümüyle benimseseydi. Yani bir de Arıtman’nın diğer santajını ekleyip, Avrupa’daki Soykırım oylamalarında “hayır” demeyen Türk kökenli üyelerin derhal vatandaşlıktan ihraç edileceğini müjdeleseydi. O “ötekine nefret tacirleri” hepten baş tacı ederler ve “ulusalcı” madalya takarlardı.
Tedricen yakınlaşan musiki romantik bir Paris baladıyla başlıyor, şıkıdım bir Rumeli havasına geçiyor, oradan daha cevval bir Balkan temposuna atlıyor.
Aleti çalan adam önde ve külüstür pusetteki bebeği iten kadın arkada, küçük konvoy evlerden bozukluk atılmasını bekleyerek yavaş yavaş yokuşun aşağısına doğru seğirtiyor.
Yine çoğu defa yazıya ara veriyorum ve üç-beş kuruş “ihsan buyuruyorum”(!).
Zaten aynı şey kahvede de tekrarlanıyor. Kış güneşi cömert davranır ve salaş terası huzmeleriyle pırıldatırsa, bu defa başka bir adam yukarıdaki repertuvarın benzerini icra ediyor.
Kendisi de ikinci “a”yı yutarak “Ramzan” diye telaffuz ederdi.
Etnik tipolojiye uygun sayılırdı. Yani bildik bütün Çingeneler gibi gayet esmerdi.
Keyiflendiğinde ise -ki hemen hep keyifliydi- ya “Haydarpaşa Garı’nda, Anasının Yanında” ya da “Yaş Mı Da, Kuru Mu” şarkılarının güftesini terennüm ve teganni ederdi.
Ancak almış olduğum “iyi aile terbiyesi”nden (!) dolayı burada tekrarlayamayacağım.