Hadi Uluengin

Anayasa ve üç tarz-ı siyaset

27 Mart 2010
BAŞLIĞI Akçuralı Yusuf Bey’in 1904 tarihli ünlü makalesinden ödünç aldım. Fakat tabii ki onun gibi pan-Osmanlıcılık, pan-İslamcılık ve pan-Türkçülük analizi yapacak değilim. Ben burada “üç tarz-ı siyaset” derken Anayasa Reformu taslağı karşısında netleşen üç ayrı tutumu kastediyorum. Esas itibariyle de onları aşağıdaki gibi sıralamak gerekiyor:

BİR; paketi yetersiz bularak “mükemmel”i veya o “mükemmel”e en yakın olanı arzulayan kesim ki, bunu “azamiyetçilik” olarak da adlandırabiliriz.
Ortak bildiri imzalayan ve “sol” söylemleriyle tanınan yaklaşık 200 aydın yukarıdaki kesim içinde yer alıyor. Hatta TÜSİAD’ın bile kısmen aynı cenahla örtüştüğü söylenebilir.
Bu kanat teorik açıdan çok haklı olarak genel bir “toplumsal sözleşme” talep ediyor.
Başta yüzde beş barajının ve milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması olmak üzere, daha demokratik ve daha kapsayıcı bir yaklaşım istiyor.
Ayrıca yargının yürütmenin tasallutu altına girebileceği konusunda da kaygı besliyor.
Ancak yumurta kapıya dayandığında söz konusu “azamiyetçi kesim”in nasıl bir tutum alacağı ve son tahlilde “evet”i mi, “hayır”ı mı seçeceği belirginlik arzetmiyor.
Muhtemeldir ki iş referandum raddesine vardığı takdirde yeni bir ayrışma yaşanacaktır

İKİNCİ “tarz-i siyaset” ise başta Yüksek Yargı ve asker ? sivil bürokrasi olmak üzere “statüko zaptiyesi” dediğimiz köhnelik kurumlarıyla özdeşleşiyor.
Bu organik ve ideolojik oligarşinin politik temsilciliğini de tabii ki CHP üstleniyor.
Ve onların tercihini de daha en baştan beri çok net ve çok katı bir “hayır” belirliyor.
Söz konusu tutum maddenin tabiatına uygundur. Tersini beklemek abesle iştigal eder.
Çünkü mevcut iktidar ağzıyla kuş tutsa ve birinci şıktaki “mükemmel”i sunsa dahi, adı üstünde “statüko zaptiyesi”, işte ancak o statüko sayesinde hükümranlık kurabilenler hiçbir şekilde, hiçbir anayasa değişikliğine yanaşmayacaklardır.
Aksi takdirde bindikleri dalı, diğer bir deyişle varoluşlarının ayaklarını kesmiş olurlar.
Dolayısıyla, onların he diyebileceği tek istisnayı kendi ayrıcalıklarına dokunmayacak ve sürdürdükleri sultaya ilişmeyecek göstermelik bir “rötuş” oluşturabilir.
O halde, binbir dereden su getirerek ve hatta yukarıdaki “azamiyetçi” söylemi bile bir siper olarak kullanarak kısmi reform atılımına “niet” çekmeleri; yani özünde 12 Eylül Anayasası’nı sahiplenmeleri son derece normaldir, zira bu kesim “ümitsiz bir vaka”dır!

“ÜÇ tarz-ı siyaset”in son ayağını ise baştaki “azamiyetçi” talepleri sahiplenmesine rağmen hükümet taslağının her halükarda mevcut Anayasa’dan kat be kat daha iyi olduğunu bilen; dolayısıyla da pragmatik ve gerçekçi davranmayı tercih eden kesim oluşuyor.
Ve benim de yer aldığım bu kesim “esas itibariyle destek” tutumunu benimsiyor.
Ancak dikkat, “esas itibariyle” diye vurguladım. Çünkü hem pakete ilişkin kısmi eleştirellik, hem de daha köklü bir iyileştirme için yapıcı mücadele sürüyor ve sürecek.
Oysa yine de bunlar meselenin özünü değiştirmiyor. Yani iş “evet” mi, “hayır” mı raddesine geldiği takdirde, dobra dobra “evet” diyeceğimiz daha şimdiden kesinlik arzediyor.
Zira, tamam ortada yaklaşım olarak bir “üç tarz-ı siyaset” var ama 12 Eylül Anayasası mı, yoksa eksik bile olsa yine de daha özgürlükçü, daha katılımcı bir anayasa mı sorusu sorulduğunda, üçüncü bir alternatif, üçüncü bir yanıt, üçüncü bir şık yok!
Ya binbir kulp takıp ve değişimi yine çıkmaz ayın son çarşambasına bırakıp militarist ve jürist bir oligarşinin sultası altında yaşamayı seçeceğiz; ya da o “mükemmel”e ulaşmak için önemli bir aşama olarak kabul edip, daha sivil ve daha demokratik bir adım atacağız.
Hayır, burada “üç” değil sadece “iki tarz-ı siyaset” arasında seçim yapacağız.
Yazının Devamını Oku

Say’a, piyanoya ve ulusalcılığa dair (II)

25 Mart 2010
AŞAĞIDAKİ satırları insanların şecere kütüğüyle uğraşarak “ulusalcı” propaganda yapan ve sansasyonalizmi sayesinde de çok satan bir yazarın son kitabından aldım

“KLASİK müzik uygarlıktır. Batılılık ölçütüdür. Şimdi ulusalcılıkla klasik müzik ilişkisine bakalım. Klasik müzik dehaları Haydn, Handel, Mozart, Beethoven ulusalcıydı.

Hepsi aydınlanma bilincine sahipti. (?) (1789) Devrimine inanıyorlardı, devrime bağlıydılar. Ama bu onları ulusal duygulardan yoksun bırakmadı. (?) Yaşasalardı
Mozart da, Beethoven de Fazıl Say gibi konuşur, yazardı, hiç kuşkunuz olmasın”.

Fesüphanallah, güler misin, ağlar mısın?

Yazının Devamını Oku

Say’a, piyanoya ve ulusalcılığa dair (I)

24 Mart 2010
BEN Fazıl Say’ı çok beğenirim. Sonsuz beğenirim. Tabii ki piyanosunu kastettim.

Hazin bulduğum siyasi fikirleri hiç umurumda değil ve nedenine aşağıda geleceğim.

Nitekim daha Türkiye’de adı sanı hemen hiç duyulmamıştı ki ya 1997 ya da 1998 yılı olacak, Say’ın melekesine dair ilk tanıtıcı yazılardan birisini yine burada ben kaleme aldım.

Zaten biraz klasik müzik amatörü olduğumdan da tüm CD’leri diskoteğimde istiflidir.

Bilhassa Mozart sonatlarını ve o enfes “Bahar Ayini” yorumunu ha bre dinlerim.


Artı, “cazi” tınılarıyla da ben mavi notalara uçurur ama, işte bir “ama”sı var!

Yazının Devamını Oku

Doğruya destek eğriye köstek

23 Mart 2010
ESKİ söz, şerde hayır hayır vardır! Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de kaçak çalışan Ermenistanlıları “sepetlemek” (!) şantajı bir açıdan iyi oldu.

Hele hele aynı Erdoğan’ın hemen ertesi gün, bu tehdidi eleştirmiş olanlara inanılmaz bir hiddetle ve üstelik o eleştirileri açıkça tahrif ederek veryansın etmesi daha da iyi oldu. 

ÖYLE, zira dikkat ettiyseniz bu satırlar yazarı da dâhil yukarıdaki gayrı ahlâki ve gayrı insani şantaja daha ilk andan itibaren karşı çıkanları “liberal” denilen kesim oluşturdu.


Hani şu gradoları tutmadığı için ancak küfürden medet uman “statüko zaptiyeleri”nin “liboş”, “yandaş”, “yalaka” diye tanımladığı; artı, “AKP yardakçısı” diye çamur attığı özgürlükçü demokratlar var ya, Başbakan’a derhal kazan kaldıranlar işte onlar oldular.

Oysa aynı “statüko zaptiyeleri” ya sustular, ya da açıkça Erdoğan’ı desteklediler.


Zaten medya patronlarına yaptığı “muhalifleri kovun” çağrışımından sonra iktidar liderini tahammülsüzlükle eleştiren bildirinin insiyatifini de yine aynı “liberaller” almıştı.

Yazının Devamını Oku

Çanakkale içinde bir reşit selvi

20 Mart 2010
İŞİM vardı, Perşembe sabahı erkenden metroya daldım. Taksim’deki yürüyen koridor bayraklarla donatılmıştı. Katarın kondüktör penceresine de asılmıştı. Şişli’de de aynısıydı.

Hayırdır inşallah, bayram değil seyran değil dedim ve bir anlam veremedim.
Ancak neden sonra dank etti ki, bugün 18 Mart’tır ve İtilaf devletlerinin 1915’te başlattığı Çanakkale – Gelibolu harekâtının 95. yıldönümüne denk gelmektedir.

ŞİMDİ dikkatinizi çekerim, kutlamaların nispeten belirli bir sembolizm kazandığı 10., 25., 50., 75. veya 100. gibi o yuvarlak rakamlardan söz etmiyoruz.
İşte lalettayin bir 95. yıldan bahsediyoruz ki, ister istemez kendi kendime, “Acaba bundan böyle Çanakkale de mi milli bayram addedilecek” diye sordum.
Sonra da kahve terasında ilk cigarayı yakıp o milli bayramları teker teker saydım.
23 Nisan bir; 19 Mayıs iki; 30 Ağustos üç; 29 Ekim dört; artı, her şehrin ya kurtuluş ya fetih günü beş; demek bir de yukarıdakini eklersek altı edecek ki, breh breh breh!

İMDİİ, küçümsemeye kalkışmak ne kelime, Çanakkale savunması tabii ki askerlik tarihimizin altın sayfalarında yer alır. Lâkin adı üstünde, eninde sonunda bir “savunma”dır.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın Ermeni şantajı

18 Mart 2010
BAŞBAKAN’ın kulağı ağzından çıkanı hiç mi hiç duymuyor?

Kelâm buyurmadan önce biraz mantık muhasebesi yapmak ihtiyacını hissetmiyor mu? “Bir söylemeden bin düşün” ilkesini lüks mü addediyor? Gereksiz mi buluyor? Artı, belirli bir “İslami hümanizma”yı temsil eden ve etmesi gereken Erdoğan, nasıl oluyor da o insaniyetçilikle tamamen zıtlaşan fikirleri uluorta dile getirmekten çekinmiyor? Neyi mi kastediyorum? *

TABİİ ki önceki gün BBC’ye verdiği demeci kastediyorum! Hani şu hem Erivan’a, hem de diasporaya yönelttiği ve “Türkiye’de kaçak yaşayan 100 bin Ermenistanlıyı sınırdışı etmeyi düşünebiliriz” tehdidi var ya, ondan söz ediyorum.*

 

HAYIR, böyle bir yaklaşım asla onaylanamaz! Asla ve asla anlayışla karşılanamaz! İstisnalar hariç, bu tür bir hezeyan ne uluslararası ilişkiler, ne diplomatik oturaklılık, ne de bilhassa yukarıdaki dini – beşeri insaniyetçilik açısından müsamaha kaldırır! Ve aslında ibadullah olan o istisnaları da kim oluşturur, biliyor musunuz?

*

 

CUMHURBAŞKANI’na “Ermeni asıllı” diye çamur atan ve Başbakan’ın BBC’de dile getirdiği şantajı ondan bir gün önce “dış politika önlemi” (!) diye talep ederek girişimin gerçek “fikir analığı”nı üstlenmiş olan malûm CHP milletvekili Canan Arıtman ve onun fasilesinden bilûmum “ötekine nefret tacirleri” var ya, işte onlar oluşturur! Eh madem öyle, bari Erdoğan aynı “fikir anası”nın teklifini tümüyle benimseseydi. Yani bir de Arıtman’nın diğer santajını ekleyip, Avrupa’daki Soykırım oylamalarında “hayır” demeyen Türk kökenli üyelerin derhal vatandaşlıktan ihraç edileceğini müjdeleseydi. O “ötekine nefret tacirleri” hepten baş tacı ederler ve “ulusalcı” madalya takarlardı.

Yazının Devamını Oku

Mutlu Çingeneler de gördüm (II)

17 Mart 2010
İKAMET ettiğim sokak çoğu öğleden sonraları sihirli bir akordeon sesiyle yıkanıyor.

Tedricen yakınlaşan musiki romantik bir Paris baladıyla başlıyor, şıkıdım bir Rumeli havasına geçiyor, oradan daha cevval bir Balkan temposuna atlıyor.

Aleti çalan adam önde ve külüstür pusetteki bebeği iten kadın arkada, küçük konvoy evlerden bozukluk atılmasını bekleyerek yavaş yavaş yokuşun aşağısına doğru seğirtiyor.


Yine çoğu defa yazıya ara veriyorum ve üç-beş kuruş “ihsan buyuruyorum”(!).


Zaten aynı şey kahvede de tekrarlanıyor. Kış güneşi cömert davranır ve salaş terası huzmeleriyle pırıldatırsa, bu defa başka bir adam yukarıdaki repertuvarın benzerini icra ediyor.


Yazının Devamını Oku

Mutlu Çingeneler de gördüm (I)

16 Mart 2010
RAMAZAN Çingeneydi. Yorgo Usta hariç herkes “Ramo” derdi.

Kendisi de ikinci “a”yı yutarak “Ramzan” diye telaffuz ederdi.


Etnik tipolojiye uygun sayılırdı. Yani bildik bütün Çingeneler gibi gayet esmerdi.


Keyiflendiğinde ise -ki hemen hep keyifliydi- ya “Haydarpaşa Garı’nda, Anasının Yanında” ya da “Yaş Mı Da, Kuru Mu” şarkılarının güftesini terennüm ve teganni ederdi.


Ancak almış olduğum “iyi aile terbiyesi”nden (!) dolayı burada tekrarlayamayacağım.


Yazının Devamını Oku