Paylaş
Tedricen yakınlaşan musiki romantik bir Paris baladıyla başlıyor, şıkıdım bir Rumeli havasına geçiyor, oradan daha cevval bir Balkan temposuna atlıyor.
Aleti çalan adam önde ve külüstür pusetteki bebeği iten kadın arkada, küçük konvoy evlerden bozukluk atılmasını bekleyerek yavaş yavaş yokuşun aşağısına doğru seğirtiyor.
Yine çoğu defa yazıya ara veriyorum ve üç-beş kuruş “ihsan buyuruyorum”(!).
Zaten aynı şey kahvede de tekrarlanıyor. Kış güneşi cömert davranır ve salaş terası huzmeleriyle pırıldatırsa, bu defa başka bir adam yukarıdaki repertuvarın benzerini icra ediyor.
Sonra, garsonun kışkışlamasına rağmen küçük bir çocuk müşterilerden para topluyor.
Veya gece barlarında, kulağı karanfilli bir kadın kötü Türkçeyle “Kâtibim”i söylüyor.
Söz konusu sahneler hanidir ve hanidir mahallemin günlük hayatıyla bütünleşiyor.
* * *
BU mahalle şehrin en geleneksel Çingene semtlerinden birisi olan Karabaş’a bitişiktir. Ama söz konusu Çingene müzisyenler yerli değildir. Ne İstanbullu, ne de Türkiyelidir.
İyi kötü anlaşsalar bile onlar, taksi durağında kahyalık yapan, pidecinin önünde çiçek satan yahut fırının kaldırımında ayakkabı boyayan soydaşlarıyla aynı lisanı konuşmazlar.
Onlar belki Bulgaristan’dan, belki Romanya’dan, belki Yunanistan’dan gelmişlerdir ve yeni şanslarını eski tebaası oldukları İmparatorluğun payitahtında
denemektedirler.
Hoş gelmişlerdir, sefalar getirmişlerdir ve de akordeonlar bağışlamışlardır!
* * *
FAKAT aslına bakarsanız, Balkan ve Orta Avrupa Çingenelerinin o“şanslarını” (!) Türkiye’de denemesi ilk bakışta çok garip gözüküyor. Pek akla uygun gelmiyor.
Öyle ya, yukarıdaki ülkeler AB üyesi olduğuna göre yabanda nafaka arayacakların, iç güveysinden az hallice bir İstanbul’u değil çok daha zengin kentleri tercih etmesi gerekir.
Vakıa, başta Roma, Paris ve Brüksel oralara da öbek öbek akıyorlar ve otomobiller kırmızı ışıkta durduğu an içeri el uzatıyorlar ama yine de, işsizliğin zaten diz boyu olduğu ülkemizin bir cazibe merkezi oluşturması “iktisadi mantık” dediğimiz şeyle uyuşmuyor.
Hele hele, bizzat Türkiye Çingenelerinin önemli sorunlar yaşadığı ve bundan dolayı da Başbakan Erdoğan’ın bir “Roman Buluşması” düzenlemeye ihtiyaç duyduğu düşünülürse, söz konusu “iktisadi mantık”la mevcut çelişki gerçekten göz çıkartıyor.
* * *
ÖYLE de, hayatı salt ekonomik boyuta indirgeyen ve varlığı yalnız bu çerçevede algılayan o “iktisadi mantık” her şey değil ki! İllâ “insani mantık”a tekabül etmiyor ki!
Nitekim bana sorarsanız, tüm ayırımcılık ve gailelere rağmen ülkemiz Çingeneleri etnik ve kültürel aidiyetlerini birçok Avrupa ülkesine oranla daha “insani” yaşıyorlar.
Bu izafi “olumluluk”un toplumsal ve dini nedenleri hakkında saatlerce tartışılabilir.
Her halükarda biraz bildiğim için onları örnek veriyorum, ülkemiz Çingeneleri meselâ bir Romanya’ya, bir Slovakya’ya, bir Macaristan’a kıyasla daha az dışlanıyorlar.
Zaten de dün Yalçın Bayer’in köşesinde yayınladığı ve Çingene kökenli bir hanım tarafından kaleme alınmış olan mektup bunun somut ve birinci elden bir delilini sunuyordu.
Öte yandan “siyaseten doğru” davranmak adına gerçeği es geçmeyelim. Çingenelerin iradi ve gönüllü, yani illâ dışlanmaktan değil bizzat kendilerini “öteki” addetmek ve öyle kalmak dürtüsünden kaynaklanan çok ciddi bir “uyumsuzluk sorunu” da mevcuttur.
Ve postmodern budalalar avukatı kesilse dahi bu olgu “ayırımcılık”ın diğer ayağıdır.
Hem bunu, hem de kraldan fazla kralcı bazı Çingenelerin hâkim şovenizm tarafından diğer mağdurlara karşı mağrur sopası olarak kullanılmasını başka bir yazıya bırakırken, sokağımın öğleden sonralarını akordeonla efsunlayan “mutlu Çingeneler de gördüm”!
Paylaş