Ve tabii biz ilk iş olarak, artık adet-i veçhile haline gelen “misilleme”mizi (!) yaptık. Washington’dan sonra Stokholm Büyükelçimizi de alelacele geri çağırdık.
Artı, Başbakan Erdoğan gelecek hafta bu başkente yapacağı ziyareti iptal etti.
Bakalım sonu nereye varacak?
EVET nereye varacak, çünkü belki de galeyana gelir ve misillemeyi “Volvo” alamet-i farikalı taşıtlara, “SKF” markalı rulmanlara veya “Ikea” etiketli mobilyalara dek genişletiriz.
Hanya’yı Konya’yı görsünler bakalım, Viking mi yaman, Türk mü yaman!
Zaten aslına bakarsanız bizim Rusya, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada, Hollanda, Şili, Belçika, Polonya, İsviçre, Slovakya, Litvanya, Yunanistan, Kıbrıs RY, Arjantin, Venezuela, Uruguay, Lübnan, Bulgaristan ve Vatikan menşeli tüm malları da boykot etmemiz gerekiyor.
Onlardan da tek çöp almamamız ve hepsinden sefirlerimizi çekmemiz icap ediyor.
Ben, aynı adı taşıyan ve geçen günkü açık arttırmada ciddi bir fiyata sahibini bulan Erol Akyavaş imzalı tabloyu kastettim.
Ancak, “ciddi fiyat” dedim ama toplam 2,5 milyon lirayı biraz aşan bu meblağ dünya standartlarında öyle aman aman bir rakam sayılmaz. Çoğu defa diş kovuğuna bile kaçmaz.
Zira, “sinye”dir diye dandik bir kroki için dahi kat be kat fazlasının ödendiği olur.
Ne var ki sanat eserlerine, üstelik de “alafranga”sına dahi değil yerlisine biçilen paha göz önüne alındığında, yukarıdaki bedel Türkiye’nin alışık olduğu skalaya girmiyor.
Neyse, her halükarda müteveffa ressamın ruhu şad ve tuvali cennet olsun! Alıcısına ise hem helâl-i hak olsun, hem de güle güle temaşa etsin!
ASLINA bakarsanız, gerek ismi açıklamayan o alıcının; gerek müzayedeye katılan diğer talepkârların; gerekse de yine aynı yönde yatırım yapan diğer servet sahiplerinin sanat eserlerine artık böylesine fiyatlar ödüyor olması sonsuz mutlu bir gelişmeyi müjdeliyor.
Ne kadar sevinsek azdır! Burjuvalarımızla ne kadar gururlansak yeridir!
Ama elinizi vicdanınıza koyup şunu kabul edin: Önceki gün bana “liberal amca” diye saldıran ve aşağıdaki nedenlerden ötürü de benim “kozmetik hanımabla” diye vaftiz ettiğim Mert’in demagojisini yiyip yutsaydım, sukût ikrardan gelir sözünü kabullenmiş olacaktım.
Oysa ikrar ne kelime, aksine, aynı Mert o “Şark’ta muteber” müritlerinin ve vasatlık dalkavuklarının gözünü boyayabilir ama bu satırlar yazarına karnaval makyajı vız gelir.
Dolayısıyla, ilkin pazartesi günkü yazısının maddi ve kasti tahrifatlarından başlayalım.
* * *
Nitekim başlık dâhil dünkü “Hürriyet”te yayınlanan yazısının tümünü, yine haddini bilmeyerek “liberal amca” diye ti’ye almaya kalkıştığı bendenize ayırmış...
Çünkü malûm, cumartesi günkü makalemde CHP’li kadınların hilafetin ilgasını kutlamak için çarşaf yırtmasını eleştirmiştim. Mert de buna pek öfkelenmiş.
Lâfın altından girip üstünden çıksa da ideolojik olarak laikçi dudulara avukat kesilmiş.
İKİ defa sevindim. İlki şundan kaynaklanıyor: Genel gazetecilik etiği aynı müessese çalışanlarının isim vererek ve polemist üslûp kullanarak birbirleriyle “dalaşmasını” (!) hoş karşılamaz. Bu satırlar yazarı da söz konusu mesleki ahlâka ezelden beri riayet etti.
Fotoğraflarda gördüm, aman efendim aman, o ne şiddet ve o ne celâl!
Kumaşın bir uçunu bir hanım, diğer ucunun da başka bir hanım çekiştiriyor ki, sanki tek parti CHP’si döneminde Sümerbank’a bir top patiska gelmiş de kapanın elinde kalıyor.
Her halükarda, aferin teyzelerime! Bravo! Hatta İtalyanların dediği gibi, bravissimo!
O pamuk elleri, o manikürlü tırnakları, o pomatlı avuçları dert görmesin ve de amin!
EFENDİM, yukarıdaki çok şaşaalı ve çok anlamlı protesto şundan kaynaklanmış:
Malûm, “Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Hariciyesine Çıkarılmasına” dair kanun 1922 yılının 3 Mart’ında onaylanmıştı
Dolayısıyla, altı oklu partiye mensup hanımlar böyle bir yıldönümü eylemi gerçekleştirerek “laik Türk kadını”nın (!) varlığını cümle âleme tekrar ispatlamak istemişler.
Cürüm kesinleştiği takdirde de onbeş yıl hapisle cezalandırılması öngörülüyor.
Üstelik bu defaki suçlama “yandaş medya”dan (!) falan kaynaklanmadı.
Bizzat savcıların hazırladığı iddianamede yer aldı. Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi de aynı iddianamede zikredilen delil ve şahitlikleri meşru addetti ve hukuki işlem başlattı.
Nitekim diğer zanlılardan bir bölümü tevkif edildi.
Ancaak, zahir bizim gibi sıradan fânilerin aklının ermeyeceği “mühim” (!) nedenlerden dolayıdır ki, zat-ı devletlû Saldıray Paşa ifade vermeye bile tenezzül buyurmadı.
ÖTE yandan yukarıdaki savcıların “iktidar maşası” olduğuna dair iftira da atılamaz.
Zira onlar, aslında aynı yönde soruşturma yürüten selefler “iyi saatte olsunlar”a dokundu diye “HSYK” tarafından azledilen eskilerin yerine atanan haleflerden oluşuyor.
Hani rezil bir yalandı, hani şeytani bir plandı, hani sahte bir belgeydi?
Hani “ıslak imza” kupkuruydu; hani “Kafes” sere serbestti ve hani “Balyoz” yup yumuşaktı?
EVET evet, daha düne kadar bütün bunları siz söylemiyor muydunuz?
Aynı “ıslak imza”ya, aynı “Kafes”e, aynı “Balyoz”a ebediyen kefil değil miydiniz?
O bol kese kefaret akçenizi de gazete sütunlarınızda, televizyon ekranlarınızda, radyo mikrofonlarınızda bir yeni zengin müsrifliğiyle har vurup harman savurmuyor muydunuz?
Siz ki Genelkurmay Başkanı gürleyerek ve kükreyerek Albay Dursun Çiçek imzalı hin belgeyi “kağıt parçası” (!) diye salladığında, mal bulmuş Mağribi gibi üzerine atladınız.
Siz ki aynı Genelkurmay Başkanı “Allah Allah diyen ordu cami bombalar mı” diye yakındığında, “vatan hainleri TSK’yı karalamaya çalışıyor” diye timsah gözyaşı döktünüz.
Babam ne yapıp yapıp, üzerinde ya İsviçre kar manzaraları olan, ya da bir matbaa makinesinin veya uçak firmasının reklamı bulunan o cicili bicili ecnebi takvimlerden getirirdi.
Unutmayın ki üçüncü hamur saman kâğıdın bile karaborsada satıldığı devri yaşıyoruz.
Kuşe kaymağa basılı ve Hıristiyan bayramları işaretli böylesine “hazineler”e (!) malik olmak haniyse bir ayrıcalık, bir alafrangalık, bir “zenginlik” (!) simgesi sayılırdı.
Fakat yine de kendi ailemin “modernite” anlayışını suçlamıyorum.
SUÇLAMIYORUM çünkü şu an dahi, Hicri 1431 Rebiülevvel’i gösteren takvime; ilk cemreyi düşüren habere; yatsıyı 19.21’de kıldıran ezana; güneşi bir dakika erken doğduran vakte; erişteli pilavı, kıymalı nohutu ve irmikli helvayı pişiren mönüye; “Nereye varsam, nereye gitsem, / Dört bucakta esersin. / Göğsümde bayrak, usumda bilgi, / Yüreğimde sevgisin. / Ey Atatürk, ey yüce başkan, Sen vatan, sen Türkiye’sin”i ezberleten şiire; veya aynı Atatürk’ün Edirne’den Diyarbakır’a hareketini “günün tarihi” olarak mimleten sayfaya baktığımda, bütün bunlar beni aslında sonsuz kasvetli olan “radyo günleri”ne götürüyor.
O “radyo günler” ki “Yurttan Sesler Korosu” beş lambalı aparatta hazin bir musiki icra etmektedir. Veya “Kahramanlar Geçidi”nde Behçet Kemal hamaset bağırmaktadır.
Mutfaktan da hamarat bir annenin yine aynı ölçüde hazin soğan kokuları gelmektedir.