Paylaş
Hayırdır inşallah, bayram değil seyran değil dedim ve bir anlam veremedim.
Ancak neden sonra dank etti ki, bugün 18 Mart’tır ve İtilaf devletlerinin 1915’te başlattığı Çanakkale – Gelibolu harekâtının 95. yıldönümüne denk gelmektedir.
ŞİMDİ dikkatinizi çekerim, kutlamaların nispeten belirli bir sembolizm kazandığı 10., 25., 50., 75. veya 100. gibi o yuvarlak rakamlardan söz etmiyoruz.
İşte lalettayin bir 95. yıldan bahsediyoruz ki, ister istemez kendi kendime, “Acaba bundan böyle Çanakkale de mi milli bayram addedilecek” diye sordum.
Sonra da kahve terasında ilk cigarayı yakıp o milli bayramları teker teker saydım.
23 Nisan bir; 19 Mayıs iki; 30 Ağustos üç; 29 Ekim dört; artı, her şehrin ya kurtuluş ya fetih günü beş; demek bir de yukarıdakini eklersek altı edecek ki, breh breh breh!
İMDİİ, küçümsemeye kalkışmak ne kelime, Çanakkale savunması tabii ki askerlik tarihimizin altın sayfalarında yer alır. Lâkin adı üstünde, eninde sonunda bir “savunma”dır.
Stratejik bütünü yitirilmiş savaşın taktik bir zaferdir. Azı yoktur ama çoğu da yoktur.
Nitekim kaderi tamamen ve tamamen Batı cephesinde belirlenmiş olan 1. Cihan Harbi genel çerçevede düşünülürse, tıpkı Kanal, Galiçya yahut Selânik (Şark İtilaf Ordusu’nu kastediyorum) cepheleri gibi Türk Boğazları’ndaki harekât da tali bir operasyondur.
Hadi, zaten Churchill’in kellesini götürecek boyuttaki kurmay fiyaskoyu geçelim.
Fakat sadece müttefiklerin Çanakkale’ye tahsis ettiği asker sayısı ve kilometre kareye düşen zayiat ortalaması hesaplandığı takdirde bile, Fransa’daki Marne, Verdun ve Somme; Polonya’daki Tannenberg ve Mazurya; yahut Alplerdeki Caporetto ve Isonzo muharebeleriyle kıyaslanırsa, Yarımada’mızdaki arbede ancak “vasat”a girer. Hatta çoğu defa altında kalır.
Ve tabii burada da hemen şunu sormak gerekir!
YUKARIDAKİ muharebeler kendileri için en az Çanakkale kadar önem taşıdığına ve üstelik onlar stratejik galip olduğuna göre, Fransız ve İngilizler nasıl anma yapıyorlar? Mesela 9 Eylül Marne’nin tam 95. yıldönümüydü, Paris ve Londra metroları bayrakla donatıldı mı?
Veya Almanlar Mazurya’da Rus, İtalyanlar da İsonzo’da Avusturya–Macar ordularını bozguna uğrattık diye, başbakanlı törenler ve şaşaalı resmi geçitler düzenlediler mi?
Hayır! Bin defa hayır! En kabadayısı, o da ancak yukarıdaki yuvarlak rakamlı yıllarda, biraz sembolik, biraz dokümanter ağırlıklı bir iki makale ve programla yetindiler ki, nokta!
Peki de, yani bu takdirde onlar vatanlarını Türklerden daha mı az sevmiş oluyorlar?
YUKARIDAKİ soru abesle iştigal ediyor. Tek bir cevabı var, o da aşağıdaki gibidir:
Çıkış anında soyut bir kavram olan “millet” ulus-devletin somut milletine yaklaştığı oranda ideolojik milliyetçilikten uzaklaşır. “ulusalcılık”la köprüleri atar. “öteki”yle barışır.
Zira artık oturaklaşmıştır! Zira artık mantıkileşmiştir! Zira artık aklileşmiştir!
Dolayısıyla da, “öteki” korkusuyla ürettiği o hamaset nutuklarına, o bayrak fetişlerine, o kişi tapınmalarına, o bayram enflasyonlarına ihtiyaç duymaz. Efsanelerle yatıp kalkmaz.
Başka bir deyişle, millet milliyetçilikten ve ulus–devlet “ulusalcılık”tan özgürleştiği ölçüde modern “millet”e ve modern “ulus-devlet”e dönüşürler ki, zirveye ulaşmış olurlar.
Böyle bir aşamaya varmış insan topluluklarına da “reşit millet” ve “reşit ulus” denir.
Ve umalım ki, gelecek sene, yani Çanakkale’nin 96’uncu yıldönümünde, seferberlik türküsündeki selvi bu vakur, bu mantıklı ve bu güvenli rüşt ispatında biraz boy atmış olur.
Paylaş