Hani şu Atatürk’ün “bir elin parmaklarına dâhil” yakınlarından olan ve bütün hayatı boyunca da Mustafa Kemal’i tavizsiz sahiplenen Atay var ya, işte onu kastediyorum.
Ve malûm, bu eser “ulusalcı” putperestler tarafından “kitab-ı mukaddes” addedilir.
Aynı taifenin mensubiyetini taşıyan ve “Şark’ta muteber” cinsinden ahkâm kesen münevveran, “gerçeği anlamak için bunu mutlaka okuyun diye fetva üstüne fetva buyurur.
Âlâ, gocunan mı var, hadi okuyalım bakalım!
EVET tabii ki okuyalım ama, ha-ki-ki-si-ni okuyalım! Sahtesini değil aslını açalım.
Yani, henüz sansürde kırpılmadan önce, her birinin fiyatı on liradan ve iki cilt olarak 1958 yılında “Dünya Yayınları” tarafından piyasa sürülmüş olan ilk baskısına bakalım.
Çünkü aklıyla bin yaşasın, Engin Ardıç dünkü yazısında aşağıdaki hatırlatmayı yaptı.
EN önce yukarıdaki AB’nin “kurucu babalar”ını teker teker sayalım: Alman Adenauer bir; Fransız Schumann iki; İtalyan Gasperi üç; Belçikalı Spaak dört; Lüksemburglu Besch beş ve Hollandalı Beyen altı, biri hariç söz konusu şahsiyetlerin tümü de Katolik kökenlidir. Üstelik en önemli dört tanesinin kıblesi inancın da ötesinde, siyasi olarak da Roma’ya dönüktür. Nihayetinde Vatikan II reformlarına götürecek olan sosyal ve insancıl Hıristiyanlıktan etkilenmişlerdir. Artı, ilk “Kömür ve Çelik Camiası” antlaşmasının imzalandığı 1951 yılı Avrupa’sına dönerek, yukarıdaki ülkelerin sahip bulunduğu siyasi coğrafyaya da şöyle bir göz atalım. Bu satıh kendisi de Papa tarafından taçlandırılmış olan Karlman’ın 9. Yüzyıl başında miras bıraktığı İmparatorluk’la hemen hemen aynı sahaya tekabül eder. Sadece Cermen ve Latin bileşimlidir. O halde şimdi de şunu saptayalım: Evet, “Avrupa ütopyası”nın derininde Hıristiyanlık, daha ötesi Roma Hıristiyanlığı vardır. Ve tekrar artı, geçmişte bu din kültürüne politik bütün oluşturmuş olan emperyal yekpareliği hedefler.
Ancaak...
* * *
ANCAĞI şu ki, yukarıdaki “kurucu babalar”dan bugünkü torunlara dek, aslında sırf Ren nehri ekseninde hesaplanmış olan köprülerin altından çok sular aktı. Yakamozlara ve anaforlara karıştı. Daha ötesi, Manş Denizi’nin yukarısından ve Tuna, Vistüla veya Meriç nehirlerinin üzerinden de yepyeni köprüler inşa edildi. Hatta işin aslına bakarsanız, Fransızların biraz kuyruk acısıyla ama biraz da haklı olarak İngiltere’nin Latince tanımına atfen “Kalleş Albion” diye anlandırdığı ve ne Karlman İmparatorluğu’yla, ne de Katolik gelenekle ilgisi bulunan Birleşik Krallık ne zaman ki 1973 yılında AB üyesi oldu, devran değişti. “Kurucu babalar”ın ütopyası o Manş Denizi’nin bile daha ötesindeki Atlas Okyanusu’nda boğuldu. Çünkü tâa 1. Harp nihayetinden beri ana siyasetini daima Batı Atlantik’teki akrabalarına göre ayarlayan Büyük Britanya, potansiyel olarak olsa dahi Yeni Dünya’dan bağımsız bir Yaşlı Kıta’yı hiç düşünmedi. Hele hele, “Duvar”ın çöküşüyle birlikte aynı Yaşlı Kıta’nın bölünmüşlüğü sona erip Topluluk eski Doğu Bloku ülkelerini de bünyesine katınca, yukarıdaki ütopyanın siyasi veçhesi hayalciliğe dönüştü.
Ama tabii ki eleştirelliği saklı tutuyorum. Fakat mükemmeliyetçi taleplerle işi yokuşa sürmek yerine pragmatik davranarak elimi taşın altına sokmak bana daha gerçekçi geliyor.
Her halükarda da Perşembe gününe kadar bazı tereddütlerim vardı.
Bunların odak noktasını da “teorik” yargı bağımsızlığın yasama ve yürütme organları tarafından yine “teorik” olarak “kuşatılabileceği” endişesi oluşturuyordu.
Yani, malûm “kökten hayırcılar”la hiçbir alışverişimin yoksa bile yine de onların getirdiği argümanlarda kısmi doğruların olabileceğini es geçmedim. Hepsini tartmak gerekir.
Ama dikkat, bilhassa “şimdilik” diye vurguladım. Zira külli miktardaki AB yardımına ve yüksek faizli tahvillere rağmen piyasalarda ciddi bir güvenin oluştuğu söylenemez.
Her halükarda, bugünkü yazımda Atina’daki yerel krize değil onun daha gerisindeki ve daha derinindeki genel ve esas krize değineceğim.
Yukarıdaki Avrupa Birliğini kastediyorum!
* * *
ÖYLE, zira batı komşumuzdaki iktisadi buhran aslında Brüksel’de hanidir hüküm süren “kimlik buhranı”nın gözler önüne serilmesi açısından bir turnusol kağıdı işlevi gördü.
Olmayacaktır da. Olamaz da. Nokta. Ve sanılmasın ki “mutlak bağımsızlık yoktur” derken adalet mekanizmasının zaten uymak zorunda olduğu genel hukuk kurallarını kastederek kelime oyunu yapıyorum. Hayır! Gayet dobra dobra, “kanun”u yorumlayan yargı organının o “kanun”u yapan yasama organından tümüyle soyutlanmış biçimde düşünülemeyeceğini söylemek istiyorum. Çünkü ister totaliter ve otoriter rejimlerde, isterse de demokratik sistemlerde olsun, her yargı belirli bir “etkileşim bağımlılığı” altındadır ve gerisi lâf-ı güzaftır!
* * *
ZATEN birincilerde bağımlılıktan bile değil emir kulluğundan söz etmek gerekir. Meselâ komünist totalitarizmde önce Jozef Stalin komut buyurur. Andrey Vişinski’ nin “sosyalist legalite”si (!) de muhalifleri ilkin işkenceden geçirir, ardından kurşuna dizer. Nazi totalitarizmde ise müteveffa MHP milletvekili Gündüz Aktan’ın pek bir hayran olduğu Carl Schmitt tarafından teorileştirilmiş “total devlet meşruiyeti” geçerlilik kazanır. Temerküz kampları hâkime bile ihtiyaç duyulmadan doldurulur. Ölüm kampları izler. Oysa çoğulcu rejimlerde böyle bir şeyden söz edilemez. Adalet çok, çok daha özerktir. Çünkü her demokrasinin olmazsa olmaz kuralını “kuvvetler ayrılığı” ilkesi oluşturur. Yasamanın, yürütmenin ve yargının birbirlerinden “bağımsız” olması zorunluluktur. Fakat bu bağımsızlık pratikte ancak bir ölçüye kadar geçerlidir. Teoriyi tam kapsamaz. Yürütmeden ziyade yasama yargıyı kısmi ölçüde bağımlılıkla; daha doğrusu yukarıda değindiğim “etkileşim bağımlılığı”yla donatır ki bunda da fazla yadırganacak bir şey yoktur.
* * *
YOKTUR, zira özünde soyut bir kavram olan ve sosyal ilişkilerin kaideler bütününü oluşturan hukuk, o ilişkilerin dinamik ve evrimine uyum sağladığı ölçüde somutluk kazanır. Oysa yukarıdaki bütünleştirici handikap söz konusu uyumun hızını yavaşlatır. Artı, zaten adı üstünde “yasama”, aynı hukuk demokrasilerde, siyasiliği sayesinde yukarıdaki dönüşümü çok daha çabuk yakalayan yasama organı tarafından oluşturulur. İkisi arasındaki bu sürat farkı da hemen her yerde çelişki yaratır. Veya en azından, “anakronizm” denilen türden bir “zamane uyumsuzluğu”ndan söz etmek gerekir. Dolayısıyla da yasama, yargının teorik bağımsızlığını pratik bir “mutlak”la donatmaz.
* * *
DONATMAZ, çünkü “kanun yapıcı” o “mutlak”ın Türkiye’deki gibi “hakimler oligarşisi” tarafından “mutlakiyet”le suistimal edilebileceği rizikosunu daha baştan hesaplar. Bunun “jüristokratik” bir sultaya götüreceğini bildiğinden, ilk andan tedbirini alır. Yani, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, vs. gibi Yüksek Yargı kurumlarının tek tabanca davranmasını önlemek için, oralara üye seçiminde ve oraların işleyişin yapısında, bugün böyle, yarın başka olacak sosyal dinamikleri kucaklayan yasama organına belirli haklar tanır. Toplumdaki çoğulculuğun buralara da yansımasına imkân tanıyacak sistemler üretir. Nitekim Almanya’da, Polonya’da, Macaristan yukarıdaki üyelerin tümü; Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da ve Portekiz’de de büyük çoğunluğu parlamento tarafından seçilir.
Oysa yukarıdaki nostaljik yakınma şımarıklığın daniskasına tekabül ediyor.
Çünkü gayr-ı Müslim ekalliyetin mevcudiyeti hariç, ne bizlerin zamanında, ne de son İmparatorluk döneminde şehrimiz asla ve asla bugünkü kadar e-v-r-e-n-s-e-l olmamıştı!
Emperyal kimliğe rağmen Payitaht da, Dersaadet de son tahlilde bir “levant” kentiydi.
Başka bir deyişle, “Şark’ta muteber” cinsinden bir Doğu Akdeniz’in “Batı”sıydı!
KABUL, yukarıdaki azınlığın varlığı tabii ki sosyolojik bir zenginlik oluşturuyordu.
Fakat adı üstünde, onlar da en kabadayısı aynı “levant”ın levanten “batılılarıydı” (!).
Meselâ mimariyi ele alalım ve ister Balyan biraderlerin gönyesinden çıkma Boğaz saray ve camilerine, ister de şimdi üzerine bitpazarı nuru yağan Pera binalarına göz atalım.
Bu sayede de “Anadolu Etüdleri Fransız Enstitüsü” tarafından Paris’te düzenlenen ve “Dünya Metropolü İstanbul’un Hizmetinde Kültür” temasını işleyen panelde şunu işitti.* * *
MALÛMUNUZ, muhafazakâr kimliğiyle tanınan ve hatta sırf bu nedenden ötürü de ürettiği mamulât 28 Şubat generalleri tarafından boykot edilmeye yeltenilen çok büyük bir holdingimiz geçenlerde epey fahiş bir fiyata çağdaş bir ressamımızın tablosunu satın almıştı.
Ve dedikodu varsa söylenenin boynuna, ta Fransa başkentine ulaşan şayiaya göre de şirket bundan çok memnunmuş. Müthiş “PIAR” oldu diye, tabir caizse el ovuşturuyormuş.
İdari kademe, “yahu biz şu kadar yabancı ülkeden şu kadar işletme devraldık ve ekonomiye şu kadar katkı yaptık ama bir sanat eserine üç kuruş yatırmakla medyadaki sesimiz bunlarla kıyaslanmayacak oranda duyuldu” şeklinde yorum yapıyormuş.
Zaten de yukarıdaki olgu panel sırasında, işe okul ve üniversite açmaktan başlayan; ardından koleksiyonculuğa ve müzeciliğe yönelen Türkiye burjuvazisinin “kültür politikası” ve “imaj değişimi” tartışmalarında ele alınan ana eksenlerden birisine örnek oluşturdu.
Boyumdan büyük işe kalkıştım.
Tuttum, üstelik de taa Paris’lerde, ülkemiz kültür hayatıyla iyicene, ama iyicene haşır neşir olduktan sonra birkaç satır yazma hevesine kapıldım.* * *
Tabİİ ki niyetim o sütuna haber atlatmak değil. Ben haddimi bilirim.
Çünkü malûm, cüret cehaletten gelir.
Hatta en rezil raddesine yalap şalap mürekkep yalamış yarı cahillerde ulaşır.
Nitekim aynı cahil cüretkârlığını daha geçen gün, Cermen romantiği Haydn’ı bile “ulusalcı aydınlanmacı” (!) diye yutturmaya kalkan şaklabanlıkla örneklememiş miydim?
Oysa Allah’a şükür, ben ne böylesine fütursuz atacak kadar cahilim, ne de umudunu tahrifatçılığa bağlamış şarlatan bir “ulusalcı”yım. Vakıf olmadığım konuda kalem oynatmam.
Dolayısıyla da yukarıdaki “kültürazzi” başlığını lâtife niyetine kullandım.