Hadi Uluengin

Gündem değişken mi?

27 Şubat 2010
DENİLİYOR ki, Türkiye gündemi sonsuz hızlı biçimde değişiyor. Ele avuca sığmıyor.<br><br>Ülke kamuoyu bir konudan diğerine ve bir olaydan ötekine inanılmaz süratle geçiyor. Nitekim de gazetelerin manşetleri, televizyonların “headline”ları veya radyoların bültenleri gün be gün,
saat be saat, hatta dakika be dakika yenilenmiyor mu?  
Evet, ilk bakışta öyle!
* * *
ÖYLE ve nitekim daha dün Yüksek Yargı’nın tarafgirliği meselesine odaklanmıştık.
Bugün “Balyozcu” generallerin gözaltına alınması “sürpriziyle” (!) yatıp kalkıyoruz.
Çok muhtemelen de yarın başka bir noktaya kilitleneceğiz.
Bir - iki ay geriye gittiğimiz takdirde ise bunlara bin bir madde daha ekleyebiliriz.
Dolayısıyla, yukarıdaki manzara gündemin hiç aralıksız değiştiği izlenimini yaratıyor.
Artı, böylesine yoğun bir hız ve böylesine geniş bir yelpaze, sorunların hiçbirinde çözüme ulaşılmadan konuların yüzeysel biçimde geçiştirildiği fikrini de güçlendiriyor.
Peki, durum gerçekten de böyle mi?
Hayır değil ve zaten de onun içindir ki birinci paragrafı “ilk bakışta” diye noktaladım.
* * *
DEĞİL, zira yukarıdaki “hızlı gündem çeşitliliği” yanıltıcıdır. Zahiri bir saptamadır.
Yanılgı da optik hatadan kaynaklanmaktadır. Dürbün iyi ayarlanmadığından, ormanın bütünlüğünü görmek yerine bakış açısını ağacın tekilliğiyle sınırlamak hatasını içermektedir.
Çünkü Türkiye’nin t-e-k ve y-e-g-a-n-e bir gündemi vardır!
* * *
EVET t-e-k ve y-e-g-a-n-e bir gündemi vardır ve o da şudur:
Çivisinin çıkmasına rağmen henüz yıkılmamış olan ve buna direnen eski statükoyla, harcının yoğrulmasına rağmen henüz inşa edilmemiş olan yeni statüko arasındaki çelişkidir!
İşte ülkemizin bütün gündemi budur! Gerisi dış kapının mandalından sonra gelir.
Ana matris de, esas eksen de, “dokuz sütuna manşet” de yukarıdaki çelişkidir.
Zira o manşetleri her gün ve büyük süratle yenileyen aktüel olaylar ve gelişmeler, aslında daima aynı rahimden, daima aynı nehirden ve daima aynı akıntıdan çıkan farklı doğumların, farklı deltaların, farklı anaforların görünür tezahüründen başka bir şey değildir.
Nitekim o çok değişken ve o çok
hızlı gündem maddelerine kısmi bir
mesafeyle bakın.
İstisnasız hepsinin ama hepsinin, sözünü ettiğim “statüko değişimi çelişkisi”yle içiçelik taşıdığını ve onunla eklemleştiğini görmemek için kör olmak gerekir.
* * *
ÖTE yandan bir de şu var ki eski statükonun henüz yıkılmadığı, yenisinin ise henüz kurulmadığı bir süreç ister istemez “geçiş dönemi”ne tekabül eder. Ortalık çalkantılıdır.
Dolayısıyla da yine ister istemez, böylesine geçiş dönemlerinde “tarih hızlanır”.
Göreceli istikrar devirlerinde evrimsel bir kavis izleyen o tarih temposunu yükseltir.
Çünkü her iki tarafın da aktörleri konum güçlendirecek hamleleri peş peşe sıralarlar.
Bu yüzden de olayların akışı, yani aslında hep aynı çelişkinin ekseninde dönen ve “aktüalite” dediğimiz o gündelik gelişmeler yoğunluk, değişkenlik ve süratlilik kazanır.
Gazeteler gece vakti manşet değiştirirler. Televizyonlar flaş canlı yayına bağlanırlar.
Okuyucu, seyirci, dinleyici de gündemin sonsuz hızlı dönüştüğü zehabına kapılır.
Oysa aslında, bugün Türkiye’de olduğu gibi gündemin özü ve esası daima aynıdır.
Yani nasıl ki senfonik müzikteki
farklı varyasyonlar hep ana tematik
etrafında değişir ve bütünle eklemleşirler, ülkemizdeki “farklı gündem” de işte o
“ana tema”nın varyantıdır.
Ve soru eski orkestranın hala “requiem” matem marşını mı, yoksa yeni orkestranın “allegro” neşeli besteyi mi bir icra edeceği meselesidir ki, işte yegâne gündemimiz budur!
Yazının Devamını Oku

Yeni bir bahriye çiftetellisi

25 Şubat 2010
KEMÂNİ Nubar Bey’in o pek şıkıdım “Bahriye Çitfetellisi” aşağıdaki gibidir:<br><br>“Gemilerde talim var/Bahriyeli yârim var/O da gitti sefere/Ne talihsiz başım var”

Böyledir ama Çömlekçiyan’ın bu enfes güftesini artık şöyle değiştirmek gerekiyor:

“Gemilerde kumpas var/Bahriyeli yârim var/O da girdi kodese/Ne talihsiz başım var”.

Çünkü baksanıza, eyvah ve de heyhat ki, emekli amiral günlüklerinden Poyrazköy cephaneliklerine ve “karanlıkçı Maocu” biatlarından “ıslak imza” mektuplarına, Deniz Kuvvetleri personeli TSK bünyesindeki komplocuların ilk sıralarında yer alıyor. 

* * *


Yazının Devamını Oku

Denizler dalgalanmadan balyoz yakalanmadan

24 Şubat 2010
ŞÜPHE yok, ülke olarak şu an ciddi bir kaos yaşıyoruz. Hercümerçte çalkalanıyoruz.

Tamam da bunda şaşılacak ne var? Kim, niçin, neyi yadırgıyor?

Başka ne bekleniyordu ki? Ne beklenebilirdi ki?

Ötesi, bunda gocunacak, üzülecek, hayıflanacak, panikleyecek bir şey mi mevcut?

Tabii ki hayır!

Yazının Devamını Oku

Önce idam, sonra tanık

23 Şubat 2010
1923–1927 dönemi İstiklal Mahkemeleri’ne uzanan başlığın tamamı şöyledir:<br><br>“Maznunun behemahâl idamına, şahidin ise bilahare dinlenmesine karar verildi.”

Yani, “sanığın kesinkes idamına, tanığın da sonra dinlenmesine karar verildi”.
Bu demektir ki, istim arkadan gelsin. Savunma ancak kelle gittikten sonra yapılabilir.
Eh hadi bakalım, o kelleyi darağacının altından topla ve de tekrar yerine yapıştır.

ANCAK iftira atmayalım, çünkü hiçbir hâkim açık açık böyle bir hüküm vermedi.
Vermedi ama yine aynı devrin deyimini kullanırsak, “efkâr-ı umûmiye”nin, yani kamuoyunun, yani milletin çenesi boş durur mu? Ağzı torba değil ki sıkasın!
O nankör ve o çarıklı erkânı harp millet ki sırf kâğıt üzerinde ve kabzımal mostrasında gördüğü “hâkimiyet” kavramıyla yetinmedi. Çenesi mühürlü ama meramını mırıltıyla anlattı.
Yani 3. dönem İstiklal Mahkemesi kararlarını yukarıdaki fiskosla yorumladı

ŞUNDAN ki, Kılıç’ı da, Çetinkaya’sı da, Necip’i de aynı ismi taşıdığı için “üç Ali”ler diye anılan ünlü “yargıç triosu” en ufak bir soruşturmaya, en küçük bir delile, en minik bir şahide dahi izin vermeden, “yukarı”dan aldıkları talimatlara harfiyen uydular.

Yazının Devamını Oku

Siyasi yargı siyasi çatışma

20 Şubat 2010
GİRİZGÂHI Mehmet Barlas’ın dünkü makalesinden başlık alıntılayarak yapacağım.<br><br>“Yargı ile siyaset mi yoksa siyasetle siyaset mi çatışıyor?”

“Sabah” gazetesi başyazarı yukarıdaki soruyu sorduktan sonra önce, “bizim demokrasimizde seçmenin yükü (diğerlerinden) daha ağırdır” diyerek, hukuk sistemi gibi büyük uzmanlık gerektiren konularda dahi “taraf” olmamız istendiğini kaydediyordu.
Ardından da kendi sorusunu şöyle cevaplıyordu:
“Ortada çok açık bir iktidar kavgası ve siyasetle siyaset arasında çatışma vardır. Askeri darbelerdeki yargının destekleyici rolü de tarafların konumu ışık tutmaktadır”.
Evet öyledir ve bu sonsuz doğru tespit mevcut kaosu tümüyle özetlemeye yetmektedir.

BARLAS’in tespiti doğrudur, zira şüphesiz ki iktidar da sütten çıkmış ak kaşık değildir ve bir dizi büyük zevali vardır ama ağacın tekilliğine takılıp orman bütününe kör bakmayalım.
Çünkü şu an kopmakta olan çıngarın esas sorumlusu tabii ki Yüksek Yargıdır.
O Yüksek Yargı ki hanidir, evrensel demokrasilerdeki kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve adaletin tarafsızlığı düsturunun üzerine kibrit suyu dökmüştür. İkisini de ayağa düşürmüştür.

Yazının Devamını Oku

TÜSİAD, burjuvazi ve devrimcilik

18 Şubat 2010
KARL Marx burjuvaziyi “tarihin en devrimci” sınıfı olarak tanımlar.

Evet evet, o Marx ki komünizme teorik, hatta pratik öncülük yapmıştır, buna rağmen kentsoylular kesimini belki diğer bütün ideologlardan çok daha fazla övmüştür.

Ve, haklıdır! Yerden göğe kadar haklıdır!

Pekii, Trier’li sakallı ileriye dönük hemen tüm öngörülerinde, dolayısıyla kapitalizmin ve burjuvazinin çökeceğine dair kehanetinde de yanıldığına göre burada nasıl haklı olabiliyor?

İLKİN Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim. O kehanet yanlışlarının aksine, gözlemlerini geçmişle ve çağıyla sınırladığı takdirde Engels’in yoldaşı mükemmele yakın tahliller yaptı.

Bu yüzden de “tarihin en devrimci sınıfı” derken doğruyu saptadı. Tabii ki öyledir!

Çünkü ta Ortaçağ nihayetinden bugüne dek, iktisattan siyasete ve estetikten ilâhiyata, kendisini durmadan yenilemiş ve daima öncülük üstlenmiş başka sosyal bir katman yoktur.

Ama toplumlar ve coğrafyalar aynı mekânlarda aynı süreci izlemezler. Evrimler ayrışır. Dolayısıyla da birçok ülkedeki burjuvazi Batı’dakinden farklı biçimde gelişmiştir.

Yazının Devamını Oku

Acem pilavı ve İran politikası

17 Şubat 2010
ŞU kesin, önümüzdeki yakın, hatta çok yakın dönemde İranî mesele cidden kızışacak.

Fıstık, üzüm, kakule, karanfil, tarçın filan, Acem pilavının tenceresi tam fokurdayacak.

Çünkü molla yönetimi nükleer silahlanma konusunda gerçekten dünyayla alay ediyor.

Mahmut Ahmedinejad hazretleri bugün, dün okuduğu gazelin tam tersini terennüm ediyor. Yarın yine başka bir telden çalıyor. Öbür gün de Acem âşirandan hicâzkâra geçiyor.

Yok uranyumu hepten zenginleştirebilirmiş; yok hayır, yüzde yirmiyle yetinebilirmiş; yok kalanı aracı devletten alabilirmiş; yok tekrar başa dönüp kimseye muhtaç olmayabilirmiş.   

Bu ne kadar sürer? Nereye gider? Tahran uluslararası camiayı kaç vakit oyalayabilir?

Her halükârda, ilânihaye değil!*

DEĞİL ve nitekim kapıdaki “elçi boğazlaşması” (!) vukuatı bir yana, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la Doha’da yaptığı uzun ikili görüşmeden aynı Clinton’un İran yönetimini totaliterleşmekle suçlayan açıklamasına; artı, BM Güvenlik Konseyi Başkanlığını devralan Fransa’nın “hiddet” beyan, etmesinden, Tahran’a ambargo için çok yoğun bir “nabız yoklayışı” sürecinin başlatılmasına, hanidir süren “bekle gör” statükosunun değişeceği artık hemen hemen kesinlik arzediyor.

Sabırlar taşıyor ve karar vakti hızla yaklaşıyor.

Yazının Devamını Oku

Agos’u haklayanlara ithaftır!

16 Şubat 2010
NEFRET tacirleri “Agos” Gazetesi’ni “haklamışlar”. Aferin, iyi halt yemişler!

Bu “haklamak” fiilini, “ekranlara yazdık dilinizce/alçakçadan çeviri İngilizce” mahreçli “hacker” deyiminden yola çıkarak kullanıyorum.

Bilişim lisanında “korsan” anlamına geldiğinden, Ermeni kökenli dergimizin internet sitesine saldıran “milliyetçi-ulusalcı” (!) rezillerin marifeti de aynı terimle adlandırılıyor.

 

EYVAH, bu ne bitip tükenmez bir nefrettir! Bu nasıl bir insanlık mahrumiyetidir!

Dolayısıyla, belki o insaniyetçiliği bir nebze aşılar diye dün epey uğraşıp, Fransız edip Louis Aragon’un “Hatırlatmak İçin Mısralar” adlı şiirinin serbest tercümesini yaptım.

Söz konusu şiir işgalcilere karşı mücadele eden ve Fransa’daki muhacir işçilerden oluşan bir direnişçi grubunun Almanlarr tarafından kurşuna dizilmesi üzerine yazılmıştır

Yazının Devamını Oku