Böyledir ama Çömlekçiyan’ın bu enfes güftesini artık şöyle değiştirmek gerekiyor:
“Gemilerde kumpas var/Bahriyeli yârim var/O da girdi kodese/Ne talihsiz başım var”.
Çünkü baksanıza, eyvah ve de heyhat ki, emekli amiral günlüklerinden Poyrazköy cephaneliklerine ve “karanlıkçı Maocu” biatlarından “ıslak imza” mektuplarına, Deniz Kuvvetleri personeli TSK bünyesindeki komplocuların ilk sıralarında yer alıyor.
* * *
Tamam da bunda şaşılacak ne var? Kim, niçin, neyi yadırgıyor?
Başka ne bekleniyordu ki? Ne beklenebilirdi ki?
Ötesi, bunda gocunacak, üzülecek, hayıflanacak, panikleyecek bir şey mi mevcut?
Tabii ki hayır!
Yani, “sanığın kesinkes idamına, tanığın da sonra dinlenmesine karar verildi”.
Bu demektir ki, istim arkadan gelsin. Savunma ancak kelle gittikten sonra yapılabilir.
Eh hadi bakalım, o kelleyi darağacının altından topla ve de tekrar yerine yapıştır.
ANCAK iftira atmayalım, çünkü hiçbir hâkim açık açık böyle bir hüküm vermedi.
Vermedi ama yine aynı devrin deyimini kullanırsak, “efkâr-ı umûmiye”nin, yani kamuoyunun, yani milletin çenesi boş durur mu? Ağzı torba değil ki sıkasın!
O nankör ve o çarıklı erkânı harp millet ki sırf kâğıt üzerinde ve kabzımal mostrasında gördüğü “hâkimiyet” kavramıyla yetinmedi. Çenesi mühürlü ama meramını mırıltıyla anlattı.
Yani 3. dönem İstiklal Mahkemesi kararlarını yukarıdaki fiskosla yorumladı
ŞUNDAN ki, Kılıç’ı da, Çetinkaya’sı da, Necip’i de aynı ismi taşıdığı için “üç Ali”ler diye anılan ünlü “yargıç triosu” en ufak bir soruşturmaya, en küçük bir delile, en minik bir şahide dahi izin vermeden, “yukarı”dan aldıkları talimatlara harfiyen uydular.
“Sabah” gazetesi başyazarı yukarıdaki soruyu sorduktan sonra önce, “bizim demokrasimizde seçmenin yükü (diğerlerinden) daha ağırdır” diyerek, hukuk sistemi gibi büyük uzmanlık gerektiren konularda dahi “taraf” olmamız istendiğini kaydediyordu.
Ardından da kendi sorusunu şöyle cevaplıyordu:
“Ortada çok açık bir iktidar kavgası ve siyasetle siyaset arasında çatışma vardır. Askeri darbelerdeki yargının destekleyici rolü de tarafların konumu ışık tutmaktadır”.
Evet öyledir ve bu sonsuz doğru tespit mevcut kaosu tümüyle özetlemeye yetmektedir.
BARLAS’in tespiti doğrudur, zira şüphesiz ki iktidar da sütten çıkmış ak kaşık değildir ve bir dizi büyük zevali vardır ama ağacın tekilliğine takılıp orman bütününe kör bakmayalım.
Çünkü şu an kopmakta olan çıngarın esas sorumlusu tabii ki Yüksek Yargıdır.
O Yüksek Yargı ki hanidir, evrensel demokrasilerdeki kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve adaletin tarafsızlığı düsturunun üzerine kibrit suyu dökmüştür. İkisini de ayağa düşürmüştür.
Evet evet, o Marx ki komünizme teorik, hatta pratik öncülük yapmıştır, buna rağmen kentsoylular kesimini belki diğer bütün ideologlardan çok daha fazla övmüştür.
Ve, haklıdır! Yerden göğe kadar haklıdır!
Pekii, Trier’li sakallı ileriye dönük hemen tüm öngörülerinde, dolayısıyla kapitalizmin ve burjuvazinin çökeceğine dair kehanetinde de yanıldığına göre burada nasıl haklı olabiliyor?
İLKİN Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim. O kehanet yanlışlarının aksine, gözlemlerini geçmişle ve çağıyla sınırladığı takdirde Engels’in yoldaşı mükemmele yakın tahliller yaptı.
Bu yüzden de “tarihin en devrimci sınıfı” derken doğruyu saptadı. Tabii ki öyledir!
Çünkü ta Ortaçağ nihayetinden bugüne dek, iktisattan siyasete ve estetikten ilâhiyata, kendisini durmadan yenilemiş ve daima öncülük üstlenmiş başka sosyal bir katman yoktur.
Ama toplumlar ve coğrafyalar aynı mekânlarda aynı süreci izlemezler. Evrimler ayrışır. Dolayısıyla da birçok ülkedeki burjuvazi Batı’dakinden farklı biçimde gelişmiştir.
Fıstık, üzüm, kakule, karanfil, tarçın filan, Acem pilavının tenceresi tam fokurdayacak.
Çünkü molla yönetimi nükleer silahlanma konusunda gerçekten dünyayla alay ediyor.
Mahmut Ahmedinejad hazretleri bugün, dün okuduğu gazelin tam tersini terennüm ediyor. Yarın yine başka bir telden çalıyor. Öbür gün de Acem âşirandan hicâzkâra geçiyor.
Yok uranyumu hepten zenginleştirebilirmiş; yok hayır, yüzde yirmiyle yetinebilirmiş; yok kalanı aracı devletten alabilirmiş; yok tekrar başa dönüp kimseye muhtaç olmayabilirmiş.
Bu ne kadar sürer? Nereye gider? Tahran uluslararası camiayı kaç vakit oyalayabilir?
Her halükârda, ilânihaye değil!*
DEĞİL ve nitekim kapıdaki “elçi boğazlaşması” (!) vukuatı bir yana, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la Doha’da yaptığı uzun ikili görüşmeden aynı Clinton’un İran yönetimini totaliterleşmekle suçlayan açıklamasına; artı, BM Güvenlik Konseyi Başkanlığını devralan Fransa’nın “hiddet” beyan, etmesinden, Tahran’a ambargo için çok yoğun bir “nabız yoklayışı” sürecinin başlatılmasına, hanidir süren “bekle gör” statükosunun değişeceği artık hemen hemen kesinlik arzediyor.
Sabırlar taşıyor ve karar vakti hızla yaklaşıyor.
Bu “haklamak” fiilini, “ekranlara yazdık dilinizce/alçakçadan çeviri İngilizce” mahreçli “hacker” deyiminden yola çıkarak kullanıyorum.
Bilişim lisanında “korsan” anlamına geldiğinden, Ermeni kökenli dergimizin internet sitesine saldıran “milliyetçi-ulusalcı” (!) rezillerin marifeti de aynı terimle adlandırılıyor.
EYVAH, bu ne bitip tükenmez bir nefrettir! Bu nasıl bir insanlık mahrumiyetidir!
Dolayısıyla, belki o insaniyetçiliği bir nebze aşılar diye dün epey uğraşıp, Fransız edip Louis Aragon’un “Hatırlatmak İçin Mısralar” adlı şiirinin serbest tercümesini yaptım.
Söz konusu şiir işgalcilere karşı mücadele eden ve Fransa’daki muhacir işçilerden oluşan bir direnişçi grubunun Almanlarr tarafından kurşuna dizilmesi üzerine yazılmıştır