Yanıta geleceğim ama her halükarda şu kesin: Yeni gündemimizi bu soru belirleyecek!
Dün Mehmet Barlas’ın vurguladığı gibi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen günkü “çıtlaması”ndan sonra Anayasa değişikliklerinin içeriği artık ikinci plana kaymıştır.
Bundan böyleki tartışmalarımız rejimin işleyiş mekanizmasına odaklanacaktır.
Peki, tekrar sadede dönersem yukarıdaki soruya benim cevabım nedir?* * *
YOK! Yok, çünkü ne “başkanlık sistemi berbattır, sakın ha” diye; ne de aksine “aman çok âlâ, pek iyidir” diye kestirmeden ve hazırlop bir yanıt verebilirim.
Zira bırakın Türkiye’yi, en köklü demokrasilerde bile şunun daha sağlam, bunun daha zaaflı olduğuna dair mutlak bir karar şekillenmiyor. Konuya ilişkin tartışmalar hiç bitmiyor.
Hâl böyleyken, benim cevabım da tabii ki ancak ve ancak genel bir ana hattın ortaya çıkmasından sonra netlik kazanabilir. Artı, o dahi kısmen ve yavaş yavaş belirginliğe kavuşur.
Sami Kohen ve Temel İskit’le birlikte “anavatan” basınının en ehil “yavruvatan” (!) gözlemcilerinden birisi olan Erdal Güven de dünkü “Radikal”de şu ifadelere yer verdi:
“Seçim sonuçları ister istemez AKP’nin Kıbrıs politikasını geriletmek için siyasi malzeme yapılacak. Nitekim daha sonuçlar açıklanır açıklanmaz Kuzey Kıbrıs’taki ‘Kıbrısçılar’ bu yönde propagandaya başladı.
Progandanın önümüzdeki günlerde Türkiye’ye yayılması, Kıbrıs üzerinden AKP’nin altının oyulmaya çalışılması kaçınılmaz ve olmaz olmaz demeyin ! (?) Talat’ın yenilgisi pekâlâ AKP’nin Kıbrıs politikasında sonun başlangıcı olabilir.”
* * *
EVET, “yavruvatan”daki (!) seçim sonuçlarının “anavatan” açısından şu anki özü Güven’in vurgulamış olduğu bu temel noktaya odaklanıyor.
Geldi ama gidemiyor! Dün Brüksel’e uçmuş olması gerekiyordu ama malûm volkan vukuatından dolayı İstanbul’da mahsur kaldı. Ne zaman dönebileceği de meçhul! Hiç aralıksız internetten İzlanda meteorolojisini ve havayolu trafiğini izliyoruz. İmtihanı var, sevgilisi var, şusu busu var, endişeden kıvranıyor. Fakat elden ne gelir? Üfleyerek yanardağ söndürecek ve yelleyerek duman dağıtacak halimiz yok!
Kaldı ki son tahlilde onun sırtı pek ve diğer talihsizler gibi havaalanı koltuğunda, berduş otelinde veya konsolosluk misafirhanesinde sürünmüyor. Anne evinde rock dinliyor. Ya sukûnete kadar bekleyecek, ya da tren veya otobüsünün arkasından su dökeceğiz. Ve tüm bunlar beni öylesine derin bir varoluş metafiziğine sevkediyor ki!
* * *
MEDENİYET DEDİĞİN: Öyle, çünkü şu esiri olduğumuz endüstriyel, teknolojik ve bilimsel “modern uygarlık” aslında tabiat karşısında öylesine kırılgan ve öylesine biçare ki! Kabul, Âkif gibi “tek dişi kalmış canavar” diye aşağılamayacağım. Ama işte İzlanda volkanı gerçeği gözümüze soktu. Gün geliyor ve “medeniyet” denilen değerler ve araçlar bütünü gafil insanoğlunun ebediyen zapturapta aldığına inandığı doğa karşısında hiç oluyor. Nano teknolojiyle ve titandan imal edildiğini sandığımız halat pamuk ipliği kopuyor. Okyanusun ortasında pusu kuran ve adı sanı bilinmeyen bir yanardağ ateş püskürttüğü an, küreselleşmede en hayati bağı oluşturan hava ulaşımı aynı kürenin yarısında duruveriyor. Uçak kumpanyaları; kargo şirketleri; navlun, kurye, artı bizim çocuklar derken, tatil ekonomisinden diplomasi trafiğine uzanan çok geniş bir yelpazede ve zincirleme bir süreçte, bütün bir “modern uygarlık” adadaki sismik titreşimlerin kat be kat fazlasıyla tir tir titriyor. Dolayısıyla da, bu takdirde de insan ister istemez, Spengler’den Jünger’e, hatta Heidegger’e, hep söz konusu “modern uygarlık”ın yukarıdaki kırılganlığına dikkat çekmiş olan Alman “muhafazakar devrimcileri”ni bir defa daha okumak ihtiyacını hissediyor.
Aksine, özellikle Türk dış politikasını kastediyorum.
Ve yumurta kapıya dayanıyor ki, fazla vakit kalmadı. Önümüzdeki günler sayılıdır.
Hafta başı gerçekleşen Washington zirvesinde ABD lideri Obama, Başbakan Erdoğan’ı Tahran’a ambargo konusunda ikna edemediğine göre de gözler şu an Brasilia’ya çevrilidir.
* * *
EVET evet, Anadolu bozkırının ortasındaki Ankara’nın gözleri şu an, Amazonya’nın tropikal ormanlar ortasındaki Brezilya başkenti o Brasilia’ya çevrilidir!
Hükümet resti restle görünce aynı Baykal, bizzat önermiş olduğu referandum uzlaşmasından derhal çark etti.
Sırtını dayadığı “yüksek yargıçlar oligarşisi”nden medet umacağını tekrar duyurdu.
Eh, “şef” böyle yaptı ya “kul” geri kalır mı? Altı oklu partiye mensup iki milletvekili, İsa Gök ve Attila Kart TBMM Komisyonu’ndaki tartışmalarda çizmeyi hepten aştılar.
Anayasa’da öngörülen değişikleri, “yürütmeye sınırsızlık tanıdığını” iddia ettikleri Weimar Cumhuriyeti’yle kıyaslamakla yetinmediler. İş bu kadarla kalsa sırf cehalete girer.
YUKARIDAKİ diyalog, daha doğrusu tersleme, Alman birliklerinin artık Paris’i de tehdit edecek biçimde ilerlemesinden sonra Bordeaux şehrinde çekilmek zorunda kalan ve 11 Haziran 1940 tarihinde “kriz toplantısı” yapan Fransız kabinesinde gerçekleşmiştir.
Soruyu soran kişi, kuzeydeki ricat ertesi aynı Fransız ordusuna acilen Başkomutan olarak atanan ve yakasında dört yıldız taşıyan anlı şanlı General Maxime Weygand’dır.
Bu hazret ilkin cengâverliğiyle pek göz boyamıştır. Öyle ki, bir önceki Doğu Akdeniz komutanlığı sırasında Türkiye’yi de savaşa sokmaya çalışmış ve Sovyet saldırısı altındaki Finlandiya’ya yardım etmek amacıyla İngilizleri poposundan güldürten bir teklif sunmuştur.
Pırpır uçaklarla ve topraklarımız üzerinden Bakü petrollerini bombalamayı önermiştir.
“Nihai takviye kuvvetlerini kullanarak son bir can havliyle yoğun taarruza geçen düşman ordusu karşısında dirayetli birliklerimiz, Yüksek Karargâh’ımızın önceden kararlaştırmış olduğu cephe hattını daraltmak stratejisi uyarınca, yine önceden tahkim edilmiş geri mevzilerine düzenli biçimde çekilmiş ve uygun zamanda başlatılacak karşı harekâta kadar muharebeyi yeni istihkâmlarında sürdürmek emrini almışlardır.”
* * *
YUKARIDAKİ uzun ve alengirli cümleyi ben uydurdum. Ama yoktan var etmedim.
Nitekim 1. Harp’in Somme yahut Mazurya muharebelerinden başlayın ve 2. Savaş’ın Pasifik veya Don arbedelerine uzanın, modern askeri tarihte bunun tıpkısı bildiriler sayısızdır.