Hadi Uluengin

Bugün 24 Nisan!

24 Nisan 2010
DİKKAT etttiyseniz, önemli bir kesim Ermeni yurttaşın vefat ilânlarında aile efradının isimlerinden sonra ve merhumun adı altında şu tür parantezlere de rastlanır:<br><br>“Kemahlı”; “Bilecikli”; “Yozgatlı”; veya ne bileyim ben, “İznikli”! Peki, bugün Kemah’ta, Bilecik’te, Yozgat’ta, İznik’te kaç Ermeni var?
Sayıları bir elin parmaklarını geçer mi? Ötesi, acaba tek bir tane dahi mevcut mudur?
Zaten şimdi kâğıdı kalemi alalım ve şöyle kısacık bir bakkal hesabı yapalım.

O kadar yoktu ama her şey “resmi tez”e uysun diye genel nüfusu kasten abartalım ve 1915 yılı başında şimdiki Türkiye sathı üzerinde onbeş milyon insanın yaşadığını varsayalım.
Ve yine kasten Ermeni ahaliyi de en aza indirgeyelim. Bir milyon olarak kabullenelim.
Bu takdirde, mevcut sayımız beş misline çıktığına göre o Ermenilerin de aynı oranda artması ve beş milyona ulaşması gerekirdi.
Fakat tekrar kulp takalım ve hem daha az çocuk yaptıklarını, hem de bir kısmının ülkeden ayrıldığını düşünerek yukarıdaki sayıyı dahi ikiye bölelim. İki buçuk milyon eder!
İşte, aynı “resmi tez” açısından bile genelde sonsuz “cömert”, Ermeniler açısından ise sonsuz “cimri” olan bu hesap demografik bir olgudur ve de asla ve asla lamı cimi yoktur!

OYSA şu an bütün Türkiye sathında T.C. yurttaşı kaç Ermeni yaşıyor?
Bu sayı atmış bin, hadi en kabadayısı seksen bindir!
O halde insaf, beş milyon nire; olmadı yarısı iki buçuk milyon nire, seksen bin nire?
Peki, gerisi nerede? Buharlaşıp havaya mı uçtular? Atom çekirdeğine mi dönüştüler?
Geçtim İstanbul’u, Anadolu’nun dört bir yanında adı bugün dahi hayırla anılan “Artin Usta”lar, “Mıgırdıç Ağa”lar, “Dikran Efendi”ler niçin aniden hak ile yeksana kavuştular?
Aşkı uğruna “Bahçelerde mor meni / Verem ettin sen beni / Ya sen İslam ol Ahçik / Ya ben olam Ermeni” diye türkü yaktığımız o “Ahçik”ler nasıl bir çırpıda kayboldular?
“Resmi tez”e inansak ve Ermenilerin diasporaya gittiğini varsaysak bile dünyanın hiç bir yerinde hiç kimse öz be öz yurdunu gönül rızasıyla ve bu denli kitlesel biçimde terk etmez.
Dolayısıyla bütün bunların mantıki bir açıklaması, bir sebebi, bir nedeni olmalı!
Ve o açıklama, o sebep, o neden, bugün acılarının 95. yıldönümünü idrak ettiğimiz ve başta Tâlât olmak üzere İttihatçı avenenin 24 Nisan 1915’de başlattığı Tehcir’e odaklanıyor

EVET, bugün 24 Nisan 1915’in 95. acılar yıldönümünü idrak ediyoruz!
Hayır, Ermeni olarak değil! Hayır, “günah çıkartan” (!) Türk olarak da değil!
Sadece ve sadece i-n-s-a-n olarak idrak ediyoruz!
Her dinden, her milletten ve her meshepten insanlar olarak bugün “Büyük Felâket”in acılarını paylaşıyoruz ki, zaten de birazcık v-i-c-d-a-n sahibiysek paylaşmakla yükümlüyüz.
Zira hukuken soykırımmış veya değilmiş; zorunlu sürgünmüş ya da gönüllü göçmüş; tek taraflı katliammış yahut karşılık mukateleymiş, bunların hiçbiri olguyu değiştirmiyor.
İster birinci, ister ikinci şıkka inanalım, inkâr edilemez gerçek peşimizi bırakmıyor.
O da, en cimri hesaba göre dahi beş milyonla iki buçuk milyon arası Ermeni yurttaş olması gerekirken, şimdi taş çatlasa seksen bin Hay kökenli vatandaşımızın kaldığıdır!
Ne gerisi buharlaştı, ne de “Kemahlı”, “İznikli”, “Yozgatlı” vefat ilânları uyduruldu.
Dolayısıyla, bugün yalnız ve yalnız i-n-s-a-n sıfatıyla, 24 Nisan 1915 “Felâket”ini öyle “günahkâr suçlu” olarak falan değil, “vicdani sorumlu” olarak hatırlayacağız!
Hatırlayacağız, zira o sorumluluğu üstlenmeye öncülük eden i-n-s-a-n-l-a-r-ı-n yaptığı çağrıdaki ifadeyle, bu “acı BİZİM acımız”dır ve de “bu yas BİZİM yasımız”dır!
Bugün 24 Nisan, vicdanla doluyor insan!
Yazının Devamını Oku

Başkanlık sistemi mazrufu

22 Nisan 2010
TÜRKİYE başkanlık sistemine geçmeli midir? Yoksa geçmemeli midir?

Yanıta geleceğim ama her halükarda şu kesin: Yeni gündemimizi bu soru belirleyecek!

Dün Mehmet Barlas’ın vurguladığı gibi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen günkü “çıtlaması”ndan sonra Anayasa değişikliklerinin içeriği artık ikinci plana kaymıştır.

Bundan böyleki tartışmalarımız rejimin işleyiş mekanizmasına odaklanacaktır.

Peki, tekrar sadede dönersem yukarıdaki soruya benim cevabım nedir?* * *

YOK! Yok, çünkü ne “başkanlık sistemi berbattır, sakın ha” diye; ne de aksine “aman çok âlâ, pek iyidir” diye kestirmeden ve hazırlop bir yanıt verebilirim.

Zira bırakın Türkiye’yi, en köklü demokrasilerde bile şunun daha sağlam, bunun daha zaaflı olduğuna dair mutlak bir karar şekillenmiyor. Konuya ilişkin tartışmalar hiç bitmiyor.

Hâl böyleyken, benim cevabım da tabii ki ancak ve ancak genel bir ana hattın ortaya çıkmasından sonra netlik kazanabilir. Artı, o dahi kısmen ve yavaş yavaş belirginliğe kavuşur.


Yazının Devamını Oku

Anavatan yavruvatan

21 Nisan 2010
HAYIRLI uğurlu olsun, malûm Derviş Eroğlu KKTC’ye yeni lider seçildi.

Sami Kohen ve Temel İskit’le birlikte “anavatan” basınının en ehil “yavruvatan” (!) gözlemcilerinden birisi olan Erdal Güven de dünkü “Radikal”de şu ifadelere yer verdi:

“Seçim sonuçları ister istemez AKP’nin Kıbrıs politikasını geriletmek için siyasi malzeme yapılacak. Nitekim daha sonuçlar açıklanır açıklanmaz Kuzey Kıbrıs’taki ‘Kıbrısçılar’ bu yönde propagandaya başladı.

Progandanın önümüzdeki günlerde Türkiye’ye yayılması, Kıbrıs üzerinden AKP’nin altının oyulmaya çalışılması kaçınılmaz ve olmaz olmaz demeyin ! (?) Talat’ın yenilgisi pekâlâ AKP’nin Kıbrıs politikasında sonun başlangıcı olabilir.”

* * *

EVET, “yavruvatan”daki (!) seçim sonuçlarının “anavatan” açısından şu anki özü Güven’in vurgulamış olduğu bu temel noktaya odaklanıyor.

Yazının Devamını Oku

Tabiata, medeniyete ve Günter Grass’a dair

20 Nisan 2010
TABİAT ANA: Bahtiyar ve ihtiyar bir baba önceki hafta, Batı’daki Paskalya tatilini fırsat bilen üç ve dört numaralarına kavuştu. Sonsuz hasret giderdik. Yedi gün kuş gibi geçti. Sonra tam benimkiler gitti ki, aynı yortu tatilinden istifade, refakatçimin kızı geldi.

Geldi ama gidemiyor! Dün Brüksel’e uçmuş olması gerekiyordu ama malûm volkan vukuatından dolayı İstanbul’da mahsur kaldı. Ne zaman dönebileceği de meçhul! Hiç aralıksız internetten İzlanda meteorolojisini ve havayolu trafiğini izliyoruz. İmtihanı var, sevgilisi var, şusu busu var, endişeden kıvranıyor. Fakat elden ne gelir? Üfleyerek yanardağ söndürecek ve yelleyerek duman dağıtacak halimiz yok!

Kaldı ki son tahlilde onun sırtı pek ve diğer talihsizler gibi havaalanı koltuğunda, berduş otelinde veya konsolosluk misafirhanesinde sürünmüyor. Anne evinde rock dinliyor. Ya sukûnete kadar bekleyecek, ya da tren veya otobüsünün arkasından su dökeceğiz. Ve tüm bunlar beni öylesine derin bir varoluş metafiziğine sevkediyor ki!

* * *

MEDENİYET DEDİĞİN: Öyle, çünkü şu esiri olduğumuz endüstriyel, teknolojik ve bilimsel “modern uygarlık” aslında tabiat karşısında öylesine kırılgan ve öylesine biçare ki! Kabul, Âkif gibi “tek dişi kalmış canavar” diye aşağılamayacağım. Ama işte İzlanda volkanı gerçeği gözümüze soktu. Gün geliyor ve “medeniyet” denilen değerler ve araçlar bütünü gafil insanoğlunun ebediyen zapturapta aldığına inandığı doğa karşısında hiç oluyor. Nano teknolojiyle ve titandan imal edildiğini sandığımız halat pamuk ipliği kopuyor. Okyanusun ortasında pusu kuran ve adı sanı bilinmeyen bir yanardağ ateş püskürttüğü an, küreselleşmede en hayati bağı oluşturan hava ulaşımı aynı kürenin yarısında duruveriyor. Uçak kumpanyaları; kargo şirketleri; navlun, kurye, artı bizim çocuklar derken, tatil ekonomisinden diplomasi trafiğine uzanan çok geniş bir yelpazede ve zincirleme bir süreçte, bütün bir “modern uygarlık” adadaki sismik titreşimlerin kat be kat fazlasıyla tir tir titriyor. Dolayısıyla da, bu takdirde de insan ister istemez, Spengler’den Jünger’e, hatta Heidegger’e, hep söz konusu “modern uygarlık”ın yukarıdaki kırılganlığına dikkat çekmiş olan Alman “muhafazakar devrimcileri”ni bir defa daha okumak ihtiyacını hissediyor.

Yazının Devamını Oku

İranî, Amazonî ve Türkî

17 Nisan 2010
BİLİNE, İran meselesi kızışacak! Üstelik şöyle böyle değil, fena kızışacak!<br><br>Hayır, buradaki “kızışmak” fiilini genel dünya diplomasisi açısından kullanmıyorum.

Aksine, özellikle Türk dış politikasını kastediyorum.

Ve yumurta kapıya dayanıyor ki, fazla vakit kalmadı. Önümüzdeki günler sayılıdır.

Hafta başı gerçekleşen Washington zirvesinde ABD lideri Obama, Başbakan Erdoğan’ı Tahran’a ambargo konusunda ikna edemediğine göre de gözler şu an Brasilia’ya çevrilidir.

* * *

EVET evet, Anadolu bozkırının ortasındaki Ankara’nın gözleri şu an, Amazonya’nın tropikal ormanlar ortasındaki Brezilya başkenti o Brasilia’ya çevrilidir!

Yazının Devamını Oku

Bir anayasa nasıl çarpıtılır?

15 Nisan 2010
MALÛM CHP lideri klasik bir “Baykal manevrası”na daha başvurdu.

Hükümet resti restle görünce aynı Baykal, bizzat önermiş olduğu referandum uzlaşmasından derhal çark etti.

Sırtını dayadığı “yüksek yargıçlar oligarşisi”nden medet umacağını tekrar duyurdu.


Eh, “şef” böyle yaptı ya “kul” geri kalır mı? Altı oklu partiye mensup iki milletvekili, İsa Gök ve Attila Kart TBMM Komisyonu’ndaki tartışmalarda çizmeyi hepten aştılar.


Anayasa’da öngörülen değişikleri, “yürütmeye sınırsızlık tanıdığını” iddia ettikleri Weimar Cumhuriyeti’yle kıyaslamakla yetinmediler. İş bu kadarla kalsa sırf cehalete girer.


Yazının Devamını Oku

Teklif mi emir mi?

14 Nisan 2010
SORU: “Ne teklif ediyorsunuz?”<br><br>Küçümseyen ve haşlayan bir ses tonuyla cevap: “Hükümet teklif etmez. Emreder!”

YUKARIDAKİ diyalog, daha doğrusu tersleme, Alman birliklerinin artık Paris’i de tehdit edecek biçimde ilerlemesinden sonra Bordeaux şehrinde çekilmek zorunda kalan ve 11 Haziran 1940 tarihinde “kriz toplantısı” yapan Fransız kabinesinde gerçekleşmiştir.

Soruyu soran kişi, kuzeydeki ricat ertesi aynı Fransız ordusuna acilen Başkomutan olarak atanan ve yakasında dört yıldız taşıyan anlı şanlı General Maxime Weygand’dır.

Bu hazret ilkin cengâverliğiyle pek göz boyamıştır. Öyle ki, bir önceki Doğu Akdeniz komutanlığı sırasında Türkiye’yi de savaşa sokmaya çalışmış ve Sovyet saldırısı altındaki Finlandiya’ya yardım etmek amacıyla İngilizleri poposundan güldürten bir teklif sunmuştur.

Pırpır uçaklarla ve topraklarımız üzerinden Bakü petrollerini bombalamayı önermiştir.

Yazının Devamını Oku

Bir cephe tebliği, iki ayrı okuma

13 Nisan 2010
“İKİ numaralı tebliğdir. Başkomutanlık Yüksek Karargâhı’ndan bildirilmiştir:

“Nihai takviye kuvvetlerini kullanarak son bir can havliyle yoğun taarruza geçen düşman ordusu karşısında dirayetli birliklerimiz, Yüksek Karargâh’ımızın önceden kararlaştırmış olduğu cephe hattını daraltmak stratejisi uyarınca, yine önceden tahkim edilmiş geri mevzilerine düzenli biçimde çekilmiş ve uygun zamanda başlatılacak karşı harekâta kadar muharebeyi yeni istihkâmlarında sürdürmek emrini almışlardır.”

* * *

YUKARIDAKİ uzun ve alengirli cümleyi ben uydurdum. Ama yoktan var etmedim.

Nitekim 1. Harp’in Somme yahut Mazurya muharebelerinden başlayın ve 2. Savaş’ın Pasifik veya Don arbedelerine uzanın, modern askeri tarihte bunun tıpkısı bildiriler sayısızdır.

Yazının Devamını Oku