Paylaş
EN önce yukarıdaki AB’nin “kurucu babalar”ını teker teker sayalım: Alman Adenauer bir; Fransız Schumann iki; İtalyan Gasperi üç; Belçikalı Spaak dört; Lüksemburglu Besch beş ve Hollandalı Beyen altı, biri hariç söz konusu şahsiyetlerin tümü de Katolik kökenlidir. Üstelik en önemli dört tanesinin kıblesi inancın da ötesinde, siyasi olarak da Roma’ya dönüktür. Nihayetinde Vatikan II reformlarına götürecek olan sosyal ve insancıl Hıristiyanlıktan etkilenmişlerdir. Artı, ilk “Kömür ve Çelik Camiası” antlaşmasının imzalandığı 1951 yılı Avrupa’sına dönerek, yukarıdaki ülkelerin sahip bulunduğu siyasi coğrafyaya da şöyle bir göz atalım. Bu satıh kendisi de Papa tarafından taçlandırılmış olan Karlman’ın 9. Yüzyıl başında miras bıraktığı İmparatorluk’la hemen hemen aynı sahaya tekabül eder. Sadece Cermen ve Latin bileşimlidir. O halde şimdi de şunu saptayalım: Evet, “Avrupa ütopyası”nın derininde Hıristiyanlık, daha ötesi Roma Hıristiyanlığı vardır. Ve tekrar artı, geçmişte bu din kültürüne politik bütün oluşturmuş olan emperyal yekpareliği hedefler.
Ancaak...
* * *
ANCAĞI şu ki, yukarıdaki “kurucu babalar”dan bugünkü torunlara dek, aslında sırf Ren nehri ekseninde hesaplanmış olan köprülerin altından çok sular aktı. Yakamozlara ve anaforlara karıştı. Daha ötesi, Manş Denizi’nin yukarısından ve Tuna, Vistüla veya Meriç nehirlerinin üzerinden de yepyeni köprüler inşa edildi. Hatta işin aslına bakarsanız, Fransızların biraz kuyruk acısıyla ama biraz da haklı olarak İngiltere’nin Latince tanımına atfen “Kalleş Albion” diye anlandırdığı ve ne Karlman İmparatorluğu’yla, ne de Katolik gelenekle ilgisi bulunan Birleşik Krallık ne zaman ki 1973 yılında AB üyesi oldu, devran değişti. “Kurucu babalar”ın ütopyası o Manş Denizi’nin bile daha ötesindeki Atlas Okyanusu’nda boğuldu. Çünkü tâa 1. Harp nihayetinden beri ana siyasetini daima Batı Atlantik’teki akrabalarına göre ayarlayan Büyük Britanya, potansiyel olarak olsa dahi Yeni Dünya’dan bağımsız bir Yaşlı Kıta’yı hiç düşünmedi. Hele hele, “Duvar”ın çöküşüyle birlikte aynı Yaşlı Kıta’nın bölünmüşlüğü sona erip Topluluk eski Doğu Bloku ülkelerini de bünyesine katınca, yukarıdaki ütopyanın siyasi veçhesi hayalciliğe dönüştü.
* * *
ANCAK tabii ki tüm bunlar Avrupa Birliği’nin “hapı yuttuğu” (!) anlamına gelmiyor. Bir kere her şeyden önce AB şimdiye dek çok, ama gerçekten çok büyük başarılara imza attı. Hayır, sırf siyasi ve iktisadi sınırların kaldırılmasını veya mali açıdan tek para birimine geçilmesi gibi aslında her biri sonsuz zorluk içeren başarıları kastetmiyorum. Bunlar zaten kesin vakıa oluşturuyorlar. Fakat bilhassa ortada bir de “etik zafer” ve bir “moral galibiyet” var!
* * *
ÖYLE, çünkü Brüksel başkentli kurum bugün demokrasi, çoğulculuk, sivillik, insan hakları, hatta ekoloji konularında dünyadaki yegâne “referans bütünü”nü oluşturuyor! Başka bir emsal bilmiyoruz. Artı, aynı AB kendi bünyesine katacakları da aynı kıstaslara göre değerlendiren yine yegâne politik yapılanma olarak şekilleniyor. Dolayısıyla da Türkiye dahil pek çok ülke için “dış dinamik” işlevi görüyor. Bölgesel açıdan cazibe merkezi yaratıyor ve motor rol oynuyor. Evrensel açıdan ise örnek addediliyor. Bu öyle az buz şey değildir! Avrupa Birliği sayesinde insanlık tarihi ilk defa “ahlakiyat”ı böylesine ön plana çıkartan bir kurumlaşma yaşıyor. Ve o “ahlakiyat” yine ilk defa belirleyici konum elde ediyor. Diğer bir deyişle, “kurucu babalar”ın ütopyasındaki insancıllık boyutu cidden gerçeklik kazanıyor. Ama ütopyalar “realpolitik” anlamdaki diğer siyasi gerçeklikle donanmadıkları takdirde boş ve kof hayalciliğe dönüşürler ki, AB’nin şimdiki sorunu oluşturan bu hayati noktayı başka bir yazıya bırakıyorum.
Paylaş