8 Mayıs 2010
PERŞEMBE günü İsmet İnönü’nün tarihi kişiliğini hararetle savunan ve Başbakan’ın onun ismini Adolf Hitler’le birlikte telaffuz etmesini şiddetle eleştiren bir makale yazdım ya, elektronik posta kutum mesajla dolup taştı. Ezici çoğunluğu da şu içeriği taşıyordu:
“Eh hadi aferin, ‘liberal’ (!) olduğun için biz zaten seni sevmeyiz ve dolayısıyla da kaleminin böyle bir tavır alacağını beklemezdik ama, işte nihayet doğru bir şey yaptın”.
Fesüphanallah!
ÖYLE, zira “cinnet yılları” ertesinde kendimle hesaplaştıktan ve dolayısıyla nispeten oturaklaştıktan sonra, otuz senedir “esas yön” itibariyle hep aynı çizgiyi sürdürüyorum.
Zikzak bulanın alnını karışlarım ki, bütün bu dönem boyunca Cumhuriyet’i, Atatürk’ü ve İnönü’yü yine “esas yön” itibariyle ve tarihi kontekst çerçevesinde daima sahiplendim.
Halep oradaysa arşiv buradadır,
aynı istikameti vurgulayan sayısız yazı
kaleme aldım.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2010
ASLINA bakarsanız başlıktaki iki ismi yan yana getirmek dahi midemi bulandırıyor. Çünkü ayrıntısına aşağıda geleceğim, İsmet İnönü “zamanın ruhu”nu Türkiye’ye yansıtan ve Mustafa Kemal’i sürdüren, otoriter ama büyük, çok büyük bir liderdir. Nokta!
Oysa Adolf Hitler tarihinin en karanlık dehlizlerinde bile çok az ortaya çıkan türden ve habis benliği ve yarı meczup kimliğiyle bir cehennem kaçkını olan Deccâl’in tâ kendisiydi!
Dolayısıyla, bel altına ilk vuran ve mesnetsiz polemiği başlatan CHP önderi olsa dahi, Başbakan’ın yukarıdaki adları birlikte telaffuz etmesi asla ve asla onaylanamaz ki, yine nokta!
ÜSTELİK geçtim “Milli Şef”i, velev ki Hitler onun kopya etsin, Benito Mussolini bile “Führer”le aynı kaba konulamaz. Böyle bir özdeşleştirme Roma “Duçe”sine ve nazizmle kıyaslanmayacak ölçüde “insaniyet” (!) barındıran İtalyan faşizmine haksızlık olur.
Bu takdirde, Bavyeralı onbaşının lânetli ismini bütün totaliter liderlerden hangisiyle yan yana getirebilirim diye düşünüyorum da, tabii ki aklıma ilkin malûm Stalin geliyor.
Sonra da Romanya’daki “Demir Muhafızlar” örgütünü kuran ve hem canilikte, hem ırkçılıkta, hem de meczuplukta Berlin katilini pek aratmayan Corneliu Codreanu geliyor.
İMDİİ, yukarıda İnönü’nün isminin asla ve katla Hitler’le birlikte anılamayacağını vurgulamakla, “Milli Şef”in demokrat ve sivil bir kimlik taşıdığını da söylemiş olmuyorum.
Hayır, zaten adı üzerinde “şef”, tek parti önderi de tıpkı halefi olduğu “Ebedi Şef” sıfatlı Mustafa Kemal Atatürk gibi diktatoryal yönü fazlasıyla ağır basan otoriter bir liderdi.
Kabul de, anakronik yanılgıya düşerek tarihi bugünkü değerlerimizle yargılamayalım!
Çünkü ilk cumhuriyet şartları zaten bir yana, ne Atatürk ve İnönü; ne de dolayısıyla 1950’ ye dek süren rejim başta “zamanın ruhu” diye adlandırdığım olgudan soyutlanabilir.
1. Harp nihayetiyle birlikte fırtınası esen o “zamanın ruhu” ki, ender demokrasileri de yalayarak istisnasız hemen her yere sirayet etti. Totalitarizmleri ve otoritarizmleri yüceltti.
Çelik yumruklu iktidar ve örgütlerdeki “kişi tapınması” genel bir salgına dönüştü.
Nitekim bırakın SSCB’de “Baba”, Almanya’da “Führer”, İspanya’da “Caudillo”, Hırvatistan’da “Poglavnik” lâkaplı sayısız “put lider”i, Yahya Kemal o nadir demokrasilere dâhil Çekoslovakya bile devlet kurucusu Edward Beneş’in ilahlaştırılmasını kastederek Prag’ı “Bir şehr idi güneşsiz / Görmedim tek semtini Beneş’siz” diye hicvetmemiş midir?
O halde, tabii ki şimdiki ölçülerimizle onaylanamaz ama “Ebedi Şef”i de, “Milli Şef”i de, tek parti iktidarını da bu “zamanın ruhu”na oturtmamız ve haksızlık etmememiz gerekir.
ÖTE yandan, hayali bir “Kemalizm” uydurarak azılı İnönü düşmanlığı güden Attila İlhan’vâri “ulusalcı” hezeyanların aksine, selefle halef arasında öyle Çin Seddi falan yoktur.
Tam tersi, nüanslara rağmen “Milli Şef” hiç şüphesiz ki “Ebedi Şef”in en meşru, en maddi ve manevi mirasçısıdır. Devraldığı bayrağı aynı doğrultudaki gönderde tutmuştur.
Üstelik biraz Büyük Winston Churchill’i andırır biçimde Büyük İsmet İnönü’nün de dört hayati erdemi mevcuttur. Toplamı onun tüm yanlış ve eksiklerini bağışlatacak niteliktedir.
Bir; muazzam bir diplomasi dehasıyla ülkemizi 2. Savaş kâbusundan uzak tutmuştur.
Sırf bu mahareti dahi kendisini sonsuz minnetle anmamıza yetecek ölçüde bir olgudur.
İki; zoraki de olsa çoğulcu rejimi kabullenmiştir. Demokrasimizde onun harcı vardır.
Üç; Aydemir’in darbe girişimine direnmiştir. Diğeri gibi “şapkayı alıp” tüymemiştir.
Ve dört; Deniz’lerin idamını reddetmiştir. Yine diğeri gibi yağlı ipe ilmik atmamıştır.
Ve bütün bunlar da, bırakın ismini Hitler gibi bir Deccâl’inkiyle beraber telaffuz etmeyi, İsmet İnönü’nün şerefli adını yakın tarihimize platin harflerle yazdırmaya yeterlidir!
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2010
“ANTİ-militarizm”le “anti-militerlik”i asla birbirleriyle karıştırmayalım.<br><br>İlki “askercil ideoloji”ye karşı çıkmaktır. Garnizon zihniyetli rejimleri reddetmektir.
Zaten kendisini demokrat diyen herkes de “anti-militarist” tavır almakla yükümlüdür.
İKİNCİSİ ise askeri, orduyu, silahı toptan reddetmek durumudur. Sulhperestliktir.
Kökeni 1. Harp öncesine uzanan ve Vietnam savaşının “savaşma, seviş” sloganıyla da yeniden ivme kazanan bu “pasifist” ve “barışçıl” tutum ilk bakışta pek cazibeli gelebilir.
Oysa aslında avanaklıktan, daha ötesi dangalaklıktan başka bir şey değildir!
Çünkü kavga, yani özünde mücadele, her canlı gibi insanoğlunun da fıtratında vardır.
Savaşı kutsayan Alman muhafazakâr devrimcilerine methiye düzecek değilim ama, İsa Mesih gibi sağ yanağına tokat nakşedene sol yanağını da dönmek refleksi bir tek mukaddes kitaplarda yazar. Hayatta, dolayısıyla da siyasette ve uluslararası arenada böyle bir şey yoktur.
O halde, görünür gelecek için ordusuz bir dünya tasavvuruna da yine yer yoktur.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2010
ORDU konusundaki ilk soruyu biraz avam bir tabirle soralım: <br><br>Yaşadığımız çağda “kelle sayısı”nın bir kıymet-i harbiyesi kaldı mı?
Nefer kalabalığı, tugay adedi veya manga hesabı gerçekten bir anlam ifade ediyor mu?
AÇIKÇASI, nasıl ki ilk yazımda bedelli askerliğe ne kesin bir “evet”, ne de mutlak bir “hayır” cevabı verebildiğimi söylemiştim, aynı şeyi şimdi de tekrarlayacağım.
Daha doğrusu, “hayır”ı başa koymak kaydıyla “hem hayır, hem evet” diyeceğim.
HAYIR, zira hiç şüphesiz ki dünyadaki genel gidişat “profesyonel ordu”ya kayıyor.
Buradaki “profesyonel” kelimesiyle, tıpkı subay ve astsubaylar gibi “meslek” olarak askerliği seçen ve görevi ücret karşılığında ifa eden üniformalı eratın tümünü kastediyorum.
Ve ne garip tecelli, yukarıdaki gelişme aslında bir geriye dönüş oluşturuyor.
Yani, modern zamanlara dek hemen her yerde dil pelesengi edilmiş olan ve Avrupa ‘da şövalyelerle lejyonerlerin; bizde de yeniçerilerle hassaların uğraş melekesini tanımlayan “askerlik sanatı” deyiminin şimdi tekrardan geçerlilik kazanması anlamına geliyor.
ESASEN, hem askeri teknolojilerin artık sonsuz uzmanlık gerektiriyor olmasından, hem de “CNN” ekranındaki “medyatik” (!) arbedelerin “cerrahi müdahele” (!) ekseninde gerçekleşmesinden kaynaklanan bu gelişme Soğuk Savaş’ın bile bitiminden önce başlamıştı.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2010
MÜLTECİYDİM ve “cinnet yılları”na girmiştim. Yirmi yaş asiliğiyle tutuşuyordum
Bir ara da İsviçre Basel’inde dolanmıştım. İş bulursam, gündüzleri hamallık yapardım.
Değil otel parası berduş yurdu bile nerede, geceleri de istasyonda yatıp kalkıyordum.
Ama uyku tulumunu kuytu banka sermeden önce elin ve ayağın çekilmesini; aynasızın devriye bitirmesini ve Milano’ya gidecek son ekspresin de kalkmasını beklemek gerekirdi.
O vakte kadar da gar büfesinin, lokantasının veya emanetçisinin önünde oyalanırdım.
Sonra bir pazar akşamı öyle bir şey gördüm ki, şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum.
MANZARA şöyleydi: Söz konusu gar lokantasının dış kapısına, yani yolcuların arşınladığı ana koridora sıra sıra, öbek öbek ve küme küme, askeri sırt çantaları yığılmıştı.
Her birine de sırf İsviçre ordusunun kullandığı cinsten birer miğfer; “Sig” marka birer makinalı tüfek; “Victorinox” alâmet-i farikalı birer süngü ve birer beylik matara iliştirilmişti.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2010
DOBRA dobra konuşacağım, bedelli askerlik konusunda net bir fikrim yok!
Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık hesabı, soruyu kendi kendime sorduğum takdirde ne mutlak bir “evet”, ne de kesin bir “hayır” cevabı verebiliyorum. Neden mi?
ŞUNDAN ki, tarihi süreç içinde düşünülürse zorunlu askerlik demokratik bir atılımdır.
Kısmi bir yurttaş eşitliği sağlamıştır. Esas itibariyle de 1789 Devrimi’nin uzantısıdır.
Vakıa doğru, söz konusu Devrim öncesi Berlin’e giden ve aslında ilk kez 2. Frederic ’in başlattığı uygulamayı gören Fransız yazar ve diplomat Mirabeau Prusya krallığı için, “orası ordusu olan bir devlet değil, devleti olan bir ordu” cümlesini telaffuz etmiştir.
Fakat yine de genel tertip sisteminin giderek evrenselleşmesi, İhtilâl-i Kebir’in 1798’ de kurumsal kıldığı “cumhuriyetçi kuvvet” yasası ertesinde gerçekleşmiştir.
Buradan itibaren de “asker ocağı” gerek toplumsal ayrıcalıkları asgariye indirmek, gerekse ulus-devleti pekiştirmek açısından bir “eşitleme - harmanlama” işlevi yüklenmiştir.
Nitekim haniyse dün denilecek bir tarihte, yani 1. Harp’te, tek kelime Voltaire lisanı bilmeyen Oksitanlar, Brötonlar, Korsikalılar falan Fransızcayı siperlerde öğrenmişlerdir.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2010
BUGÜN 28 Nisan 2007 “e-muhtıra”sının 3. yıldönümünü idrak ediyoruz. Bu TSK dayatmasından hemen sonra “Dik Kuyruk” başlığıyla yazdığım yazıyı tekrar yayınlıyorum.
BİR: Azınlık bir cuntanın demokratik hükümeti silah zoruyla devirdiği 27 Mayıs 1960 darbesinde dokuz yaşındaydım. Askerler Adnan Menderes’i astılar ve yeni Anayasa yaptılar.
Daha ilk seçimlerde de o askerlerin arzuladığının tam aksine, ilkin koalisyon ortağı, sonra iktidar hükümeti olarak DP’nin devamı olan AP iktidara geldi.
İKİ ve üç: Onbir yaşındaydım. “Nasırcı” Albay Tâlât Aydemir yönetimindeki diğer bir cunta ilkin 22 Şubat 1962, ardından da 21 Mayıs 1963’te çifte darbe girişimine kalkıştı
Cumhuriyet tarihinde darbelere karşı durmak cesaretini göstermiş tek siyasi lider olan İnönü radyodan “Talât’ın iki buçuk çapulcusu, teslim olun” diyebildiği için isyan bastırıldı.
DÖRT ve beş: Yirmi yaşındaydım, 9 Mart 1971 cuntasını tasfiye eden 12 Mart 1971 cuntası, yine demokratik biçimde seçilmiş Süleyman Demirel hükümetini devirdi.
Ama demokrasi cesaretinden yoksun olan AP lideri “şapkasını aldığı gibi” tüyüverdi.
Askerler bu kez “geniş geliyor” diyerek kendi yaptıkları Anayasa’yı da budadılar.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2010
TAKSİM’in ılık cumartesi akşamında saat yediye birkaç dakika öncesini gösteriyordu Bizler, kimimizin elinde mum, kimimizde karanfil, 24 Nisan’da 1915 Ermeni Tehciri’nin acılarını simgesel ve sessiz bir biçimde idrak etmek için Meydan sathına henüz oturuyorduk.
Sıraselviler tarafında bir patırtıdır koptu. Kameramanlar, fotoğrafçılar oraya seğirttiler.
Türk ve Azeri bayrakları taşıyan “ulusalcı” bir grup, “Kahrolsun vatan hainleri” ve “Mustafa Kemal’in Çocuklarıyız” diye tempo tutmaya başladı.
“Vicdani insan” sorumluluğuyla gerçekleştirdiğimiz anmayı sabote etmek istiyorlar.
Muhtemeldir ki, gayet soğukkanlı ve ağırbaşlı fakat tavizsiz davranan emniyet güçleri görevlerini mükemmel biçimde ifa etmeseydi, cumartesi akşamının tadı kaçmış olacaktı.
Her neyse, vukuat çıkmadı ve ben tabanvayla eve dönerken şunları düşündüm.
ŞÖYLE ki, aslında o “anti” göstericilere karşı ne kızgınlık, ne de hiddet duydum.
Böyle bir hiddet ancak, facianın derinliğini “resmi tez”in ötesinde bilmelerine rağmen yine de “Kahrolsun vatan hainleri” demek cüreti gösterebilecek olanlara karşı hissedilir.
Oysa hiç şüphesiz ki Türkiye halkının ezici çoğunluğu “Ermeni Sorunu”nu da, “Büyük Felâket”i de kendisine şırınga edilmiş olan bir “resmi tarih” açısından algılıyor.
ÖYLE, çünkü dokunulmazlık tabusu arkasına saklanarak ve ismi tekele alarak “biz Mustafa Kemal’in çocuklarıyız” diye slogan atanlar acaba şunlardan da haberdar mıydılar?
Meselâ o Mustafa Kemal değil miydi ki Milli Mücadele’yle Enver? Tâlât surekâsı arasına kalın set örmek için ve İttihatçı katliamı kastederek, 24 Nisan 1920 tarihli TBMM oturumda Ermenilere karşı uygulanan kıyamı “fezahat”, yani “facia” olarak tanımlamıştır?
Veya Gazi’nin en yakın arkadaşlarından olan ve hayatını Kemalizme hasleden Falih Rıfkı Atay değil miydi ki 1968 yılında “Dünya” gazetesinde yayınlanan anılarında “Tehcir”i ilk kez “jenosid” olarak adlandırmış ve de aynı Gazi’nin 1915 sonbaharında Halep’teki “Baron” otelinde kalırken yine aynı İttihatçılara “katiller” diye bağırdığını kaleme almıştır?
İMDİİ, geçtim bir “iddia” olarak dahi Ermeni yahut “ortada” tezlere yer verilmesini!
Fakat soruyorum, ilkokul sırasından başlayıp Yusuf Halaçoğlu’nun “TTK”sına uzanan bilûmum “resmi tarih” kitaplarında, aslında “resminin de en resmisi” olmasına rağmen, yukarıdaki gerçeklerin tek bir satırına bile rastlanabilir mi? Tabii ki asla!
Tıpkı aynı Atay’ın “Çankaya”sında yer alan ve özünde cevabı veren “İzmir’i niye yakıyorduk” sorusunun sansürlenmesi gibi, bütün bunlar yine yok sayılır. Esamisi okunmaz
Dolayısıyla da “resmi tarih” beynimizi öylesine yıkamış ve şartlandırmıştır ki bizler, cumartesi günü 95. acılar yıldönümünü idrak ettiğimiz 1915 Ermeni kıyamına dair ya hiçbir şey bilmemişdir, ya da “fezahat”in nalıncı keseriyle yontulmuş varyantına inandırılmışızdır.
Kendimden örnek vereyim.
BEN ki ilk çocukluktan itibaren çok okudum; üstelik Ermeni arkadaşlarla büyüdüm; daha üstelik komünist rahle-i tedristen geçtim, ama “yahu ne olmuş” sorusunu sormak ihtiyacını ASALA terörüyle birlikte ve ancak yetmişli yıllar ortasından itibaren hissettim.
O güne dek bildiğim tek şey, okul kitaplarında, “Doğu Anadolu’daki Ermeni çeteciler de arkadan saldırdı” diye geçiştirilen birkaç paragrafın ötesine gitmiyordu.
Ve eğer araştırmayı derinleştirip vicdani sorumluluğu kavramasaydım, belli mi olur, cumartesi akşamı belki ben de “vatan hainleri” (!) diye bağıranların arasında yer alacaktım.
Dolayısıyla onlara kızamıyorum ve şartlanmaları aşmak çok zor olsa bile ha gayret, “resmi tarih” prangalarını kıracak asgari bir gerçeği önyargısızca araştırmalarını öneriyorum.
Yazının Devamını Oku