Paylaş
Oysa yukarıdaki nostaljik yakınma şımarıklığın daniskasına tekabül ediyor.
Çünkü gayr-ı Müslim ekalliyetin mevcudiyeti hariç, ne bizlerin zamanında, ne de son İmparatorluk döneminde şehrimiz asla ve asla bugünkü kadar e-v-r-e-n-s-e-l olmamıştı!
Emperyal kimliğe rağmen Payitaht da, Dersaadet de son tahlilde bir “levant” kentiydi.
Başka bir deyişle, “Şark’ta muteber” cinsinden bir Doğu Akdeniz’in “Batı”sıydı!
KABUL, yukarıdaki azınlığın varlığı tabii ki sosyolojik bir zenginlik oluşturuyordu.
Fakat adı üstünde, onlar da en kabadayısı aynı “levant”ın levanten “batılılarıydı” (!).
Meselâ mimariyi ele alalım ve ister Balyan biraderlerin gönyesinden çıkma Boğaz saray ve camilerine, ister de şimdi üzerine bitpazarı nuru yağan Pera binalarına göz atalım.
Birkaç istisna hariç bunların hemen hepsi “kitsch” dediğimiz zevksizlik abideleridir.
Ha altmışlı yıllardan itibaren Laz kalfaların inşa ettiği hilkat garibeleri, ha 20. asır başı Galata’sında yapılmış “alafranga palaslar” (!). Fark iç güveysinden hallicedir, işte o kadar!
Her iki kesim de taklit ettikleri Batı’nın aynı döneminde geçerli olan üslûp, konfor ve işçilikle kıyaslandığı takdirde, yukarıdaki “Şark’ta muteber” kategoriye girerler ve nokta!
Pekii, ya büyük “K” harfiyle “Kültür”?
BURADA da dobrası şu ki o “bir sengine yekpare Acem mülkü fedâ edilen” şehr-i Stambul hem son İmparatorluk, hem Cumhuriyet devrinde vasatın da vasatı bir taşra kentiydi.
Cep doldurmak için turneye çıkan ve eski vakitlerde Donizetti’ye, benim zamanımda ise “yeyeci”lere uzanan birkaç konseri geçelim, şehir kupkuru bir Kerbela çölünde yaşıyordu.
Geçtim büyüğünü, hangi küçük “k”lı “kültür”den bahsediyorsunuz?
Şimdiki gibi, müzede Picasso mu, sergide Dali mi tereddütleri ne kelimeymiş!
Bugünkü gibi, filanca dizayncının tasarımlarına mı, falanca fotoğrafçının klişelerine mi, yoksa fişmekan yaratıcının videolarına öncelik verelim lüksleri veya Pakistanlı üstadın tabla konserine mi, İngiliz cazmenin “jam session”una mı gidelim şaşkınlıkları ne sözmüş!
Benim doğduğum, büyüdüğüm ve dehşet susamama rağmen de kana kana bir yudum dahi içemediğim o kültür çölünde, oldu olacağı, iki dandik tablo asan tek bir resim müzesi ve teksirle çoğaltılmış programı aç gözle beklenen tek bir sinematek vardı ki, gerisi mafiş!
DOLAYISIYLA tekrar başa dönersek, evet biz bu şehir yerlilerinin “hani o Yedikule marulları” dercesine “nerede o eski İstanbul” diye ah vah etmesi ancak şımarıklık oluyor.
Hele hele iş kültür babına geldiğinde şımarıklığı da aşıyor. Nankörlüğe tekabül ediyor.
Çünkü tekrarlıyorum, İstanbul bugün o “Kültür”ün büyük “K” harflisi de dâhil, belki son üç asırdır asla olmadığı ölçüde evrensel bir kente dönüştü. D-ü-n-y-a-l-ı-l-a-ş-t-ı!
Nitekim kendi turizm tarihinde ilk defa, bir bölüm seyyah şehre Aya Sofya ve Sultan Ahmet’i gezmek için değil “İstanbul Modern” veya “Santral İstanbul”daki bir sergiyi görmek yahut “Babylon” veya “Garaj İstanbul”daki bir konseri izlemek için geliyor
Bu, Kerbela’da susamış benim kuşağım için serabına dahi inanılmaz bir mucizedir.
Zaten “Anadolu Etüdleri Fransız Enstitüsü”nün Paris’te düzenlediği paneli “Dünya metropolü İstanbul’un hizmetinde kültür” diye adlandırması, yani “dünya metropolü” deyimini kullanması bir tesadüften kaynaklanmıyor. İfade nesnel bir olguyu tanımlıyor.
O halde, aynı panelde dile getirilen ve hiç şüphesiz düzeltilmesi gereken tüm yanlış ve eksiklerine rağmen yine de sonsuz sevinelim, zira artık büyük “K” harfli “Kültür”ünde de dün-ya-lı olan bir kentin sakiniyiz ki, varsın taşra bostanından Yedikule marulu toplamayalım.
Paylaş