Paylaş
Olmayacaktır da. Olamaz da. Nokta. Ve sanılmasın ki “mutlak bağımsızlık yoktur” derken adalet mekanizmasının zaten uymak zorunda olduğu genel hukuk kurallarını kastederek kelime oyunu yapıyorum. Hayır! Gayet dobra dobra, “kanun”u yorumlayan yargı organının o “kanun”u yapan yasama organından tümüyle soyutlanmış biçimde düşünülemeyeceğini söylemek istiyorum. Çünkü ister totaliter ve otoriter rejimlerde, isterse de demokratik sistemlerde olsun, her yargı belirli bir “etkileşim bağımlılığı” altındadır ve gerisi lâf-ı güzaftır!
* * *
ZATEN birincilerde bağımlılıktan bile değil emir kulluğundan söz etmek gerekir. Meselâ komünist totalitarizmde önce Jozef Stalin komut buyurur. Andrey Vişinski’ nin “sosyalist legalite”si (!) de muhalifleri ilkin işkenceden geçirir, ardından kurşuna dizer. Nazi totalitarizmde ise müteveffa MHP milletvekili Gündüz Aktan’ın pek bir hayran olduğu Carl Schmitt tarafından teorileştirilmiş “total devlet meşruiyeti” geçerlilik kazanır. Temerküz kampları hâkime bile ihtiyaç duyulmadan doldurulur. Ölüm kampları izler. Oysa çoğulcu rejimlerde böyle bir şeyden söz edilemez. Adalet çok, çok daha özerktir. Çünkü her demokrasinin olmazsa olmaz kuralını “kuvvetler ayrılığı” ilkesi oluşturur. Yasamanın, yürütmenin ve yargının birbirlerinden “bağımsız” olması zorunluluktur. Fakat bu bağımsızlık pratikte ancak bir ölçüye kadar geçerlidir. Teoriyi tam kapsamaz. Yürütmeden ziyade yasama yargıyı kısmi ölçüde bağımlılıkla; daha doğrusu yukarıda değindiğim “etkileşim bağımlılığı”yla donatır ki bunda da fazla yadırganacak bir şey yoktur.
* * *
YOKTUR, zira özünde soyut bir kavram olan ve sosyal ilişkilerin kaideler bütününü oluşturan hukuk, o ilişkilerin dinamik ve evrimine uyum sağladığı ölçüde somutluk kazanır. Oysa yukarıdaki bütünleştirici handikap söz konusu uyumun hızını yavaşlatır. Artı, zaten adı üstünde “yasama”, aynı hukuk demokrasilerde, siyasiliği sayesinde yukarıdaki dönüşümü çok daha çabuk yakalayan yasama organı tarafından oluşturulur. İkisi arasındaki bu sürat farkı da hemen her yerde çelişki yaratır. Veya en azından, “anakronizm” denilen türden bir “zamane uyumsuzluğu”ndan söz etmek gerekir. Dolayısıyla da yasama, yargının teorik bağımsızlığını pratik bir “mutlak”la donatmaz.
* * *
DONATMAZ, çünkü “kanun yapıcı” o “mutlak”ın Türkiye’deki gibi “hakimler oligarşisi” tarafından “mutlakiyet”le suistimal edilebileceği rizikosunu daha baştan hesaplar. Bunun “jüristokratik” bir sultaya götüreceğini bildiğinden, ilk andan tedbirini alır. Yani, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, vs. gibi Yüksek Yargı kurumlarının tek tabanca davranmasını önlemek için, oralara üye seçiminde ve oraların işleyişin yapısında, bugün böyle, yarın başka olacak sosyal dinamikleri kucaklayan yasama organına belirli haklar tanır. Toplumdaki çoğulculuğun buralara da yansımasına imkân tanıyacak sistemler üretir. Nitekim Almanya’da, Polonya’da, Macaristan yukarıdaki üyelerin tümü; Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da ve Portekiz’de de büyük çoğunluğu parlamento tarafından seçilir.
* * *
OYSA malûm, ülkemizde bu mümkün değildir. O halde de, breh breh breh, demek ki Türkiye’de dayatılan “jüristokratik mantık”a göre buralarda yargı “bağımsızlığı” yoktur. Ama tabii ki ve yine breh breh breh, aynı mantığa göre 28 Şubat generallerini ayakta alkışlayan o bizim yüksek yargıçlar; seçmenin yarısından oy almış partiyi kapatmaya yeltenen o bizim yüksek savcılar; “ordu göreve” diyen dergilerde kalem oynatan o bizim yüksek hâkimler “bağımsızdır” (!) ki, eh başta dediğim gibi ne kendimizi, ne başkasını kandıralım!
Paylaş