22 Mayıs 2010
NÂZIM Hikmet Ran Haydarpaşa Garı büfesine baharın “gülden güzel kokan Arnavutköy çileği / Ve asma yaprağına sarılı sardalya ızgarayla” geldiğini söyler.Oysa büyük şair burada üçüncü bir unsuru unutmuştur. Enginarı kastediyorum! Evet, çilek ve sardalyeye ek olarak şehrimize bahar bir de kod adı “cynara scolymus” olan ve “dikengiller” fasilesine ait bulunan bu bitkiyle birlikte gelir. Daha doğrusu gelirdi.
Harcıâlem fiyata indikten sonra “Bayrampaşa” diye bağıracak seyyar zerzevatçıların küfesine düşmeden önce o enginar ne zaman ki turfanda manavlarının başköşesine otururdu ve narin göbeğe ilk çatal “eski ağza, yeni taam” diye batırılırdı, bahara kavuşulmuş demekti.
Fiilleri “di”li geçmiş kullandım, çünkü bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmadı.
Öyle ya, güneyin güneşli seraları ve marketlerin derin dondurucuları derken âlâ sebze şimdi her an emrimize amade bekliyor ve de zemheri ayında bile tabağımıza kuruluveriyor.
OLSUN, ben mevsimlerin damak ritüellerine riayet etmeyi hâlâ sürdüyorum.
Üstelik geçen gün “Zaman”da Selim İleri’nin “Şimdi Enginar Vakti” başlıklı enfes yazısını okudum. Eh ondan kopya, birkaç satırla ben de aynı konuya değinmek istedim.
Kaldı ki hep baharla birlikte peydahlanan yaşlı adamı artık yine görünüyorum. Köşeye çöküyor ve yaprakları ayıkladıktan sonra göbekleri limonlu suya atıyor. Birkaç defa da aldık.
Refakatçim değil ben pişirdim ama baklalısından ziyade sadesini tercih ettiğimden, az biraz ve zar zar kesilmiş patates; artı, tabii ki çok bol dereotu, işte kemal-i afiyetle hazmettik.
ANCAK İleri’nin de vurguladığı gibi belki yaprakları da harcamamak gerekiyor.
Zaten Frenkler sirkeli ve arpacık soğanlı bir sosa batırarak sırf onları kemirirler.
Hatta aslına bakarsanız Akdeniz havzası hariç, yani Braudel’in deyişiyle “şarap coğrafyası”nın kuzeyinde kalan “bira Avrupa’sı” enginarı bilmez. Şimdi şimdi öğreniyorlar.
Nitekim Victor Klemperer 2. Savaş’ın kıtlık Almanya’sına İtalya’dan enginar ithal edildiğini ve karneye tâbi olmamasına rağmen yine de kimsenin yüzüne bakmadığını anlatır.
Üstelik o enginarlar bizimkilere benzemez. Sade yapraktır ve göbekleri bir gıdımlıktır.
Yurtdışı yıllarımda “Bayrampaşa”yı andıranını bulacağım diye fır dönmüştüm.
Kaldı ki enginar yapraklarına karşı dehşet alerjim vardır desem, yalan söylemiş olmam
Çünkü her akşam şişe dibini bulduğum vakitler tabip karaciğerimin mortoyu çekmek üzere olduğunu haber verdiğinde dehşet paniklemiştim. Lokman hekim reçetelerine sarıldım.
Haftalarca üsare içtim ki, karaciğeri kurtardım ama yaprakları artık gözüm görmesin!
ÖTE yandan, tıpkı yukarıdaki Frenklerin kuşkonmazı gibi epey bir zamandır bizde de enginar “kibar sebzesi” (!) addedilir oldu. “Saray mutfağı”(!) falan diye takdim ediliyor.
Elinin körü! Nereden çıktı? Hangi züppe veya tam tersine, hangi andavallı uydurdu?
Gözümü açtım açalı, bırakın beni ebeveynlerim ve büyük ebeveynlerim de gözünü açtı açalı “cynara scolymus” İstanbul sofralarının gayet normal bir mevsim taamını oluştururdu.
En harcıâlem “bol kepçe” ahçı dükkânlarında bile zeytinyağlılardaki yerini hep aldı.
Vakıa doğru, patlıcanı ballandıra ballandıra anlatmış bir Hüseyin Rahmi’nin veya başka bir şehir edibimizin enginara dair de uzun uzun methiyeler yazdığını hatırlamıyorum.
Ne değişir? Eksikliği enginarın sınırlı ömrüne yormak gerekiyor. Her halükarda da bu, aynı sebzenin bir “kodaman”, bir “elit”, bir “zengin”(!) yemeği olduğu anlamına gelmiyor.
Zaten self servis bir lokantada siz de tepsi sürün, fiyatın ehvenliğini derhal görürsünüz.
O halde, sanki ağa - paşa çeşnisiymiş gibi enginara karşı yürütülen sinsi kampanyanın bir yemek kültürü kıskançlığından kaynaklandığı çok aşikâr ki, eh n’apim dertlerine yansınlar.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2010
DEMEK ki biat kültürünün ve kişi tapınmasının laik varyantını yansıtan ve Baykal’ın istifasıyla ayyuka çıkan o ağlamaların ve o zırlamaların; o yalvarmaların ve o yakarmaların; o feryâd-ı figanların ve o açlık grevlerinin falan hiçbir kıymet-i harbiyesi yokmuş! Kendilerine “siyasi gözlemci” payesi biçenlerin kulağına tekrar küpe olsun, demek ki “gürültülü azınlıklar”ın galeyanına bakarak “sessiz çoğunluklar”ın nabzı tutulamazmış.
Bunların hepsi sıfıra sıfır elde var sıfırmış ve ancak buzdağının su üstündeki yanıymış.
ÖYLE, çünkü Deniz Baykal bitmiştir!
Üstelik de topu topu bir haftada bitmiştir. Şıpınişi bitmiştir.
Daha doğrusu, bizzat kendi kurumu tarafından bitirilmiştir!
EVET bizzat kendi kurumu tarafından bitirilmiştir, zira altı oklu parti bünyesindeki son gelişmeler “ezeli lider”in maddi ve manevi sultası altında olduğu varsayılan örgütün de artık “canına tak dediğini” ortaya koydu. Ayan beyan ve hiç tartışmasız biçimde ispatladı.
Bundan geri dönüş de yoktur! Hafta sonu gerçekleşecek kurultay tabir caizse, Baykal’ın siyasi hayatına kazınacak bir “kitabe-i sengi mezar”dan başka anlam taşımayacaktır.
Ve yine tabir caizse, burada CHP açısından bir “isyan”; hatta Freud’ün psikanalitik lügatini kullanırsak, mecâzi anlamda bir “babayı öldürme” durumu söz konusudur.
TAMAM, melûn kaset komplosu tabii ki şok etkisi yaratı.
Ama bilhassa vurguluyorum, Deniz Baykal o kasette yer aldığından d-e-ğ-i-l, olay kendisinden kurtulmak için vesile sunduğundan, parti nomenklaturası fırsatı kullanmayı bildi.
Dolayısıyla da, kumpasçıların muradına erdiğini söylemek yanlış oluşturmaz.
Bu takdirde pespaye şantajcıların kimliğini saptamak şimdi daha çok önemlidir.
Her halükarda da Kemal Kılıçdaroğlu’na verilen destek İstanbul milletvekiline beslenen sempatiden ziyade eski Genel Başkan’a duyulan antipatinin göstergesidir.
En azından, bir yenilenme iradesinin, arzusunun ve talebinin ifadesidir!
Fakat şüphesiz, Baykal’ın hazin sonunun böylesine rezil bir komployla gelmesi tarihe kara harflerle yazılmıştır ve ancak alçakların yakalanmasıyla, o da kısmen temizlenebilir.
ÖTE yandan, Dersim kökenli parlamenterin çok muhtemelen yeni CHP lideri seçilecek olması aynı CHP’nin de illâ “yenileşeceği” anlamına gelmez. Gelemez de!
Zira herkes gibi parti yandaşlarının da kendi meşreplerine göre ve birbirlerinden farklı “yeni” tanımları vardır. Kimisi köhne bit pazarına nur yağdırır, kimisi de en şıkıdımını ister.
Zaten de kimisi Baykal’ı aşırısı sağdan, yani “ulusalcı” mevzilerden eleştirmektedir.
Bunlara göre altı oklu kurum yeterince “cumhuriyet bekçisi” değildir. Yeterince “laikperest” davranmamaktadır ve yeterince “kuvva-ı milliye ruhunu” sahiplenmemektedir.
Yani onların arzuladığı CHP’de Kılıçdaroğlu eski başkana dahi rahmet okutacak bir “statüko zaptiyeliği”ne soyunmalıdır. Otuzlu yıllara dönüş belâgatinden medet ummalıdır
Sesleri çok daha çılız çıkıyor olsa bile, kimisi ise “çağdaş sol” bir söylemle sivil, demokratik ve sosyal demokrasiye yakın bir “modern CHP” özlemini dile getirmektedir.
Ve aynı CHP’nin seküler Alevilerden şehirli laiklere ve “İzmir tipi” (!) şovenlerden emekli memurlara uzanan bir “kemik kitlesi” mevcuttur ki, nispeten homojen bu sosyolojik yapıyla ikinci şıktaki modernist eğilimin getireceği heterojenliği birleştirmek kolay iş değildir.
Dolayısıyla, bugün kişisel bir “anti - Baykal” ortak paydasında oluşan bloklaşmayı şimdiden siyasette de “anti - Baykalcılık” olarak yorumlamak, gelecekte yanılgıya götürür.
Bekleyip göreceğiz ve Kemal Kılıçdaroğlu CHP’sini ona göre değerlendireceğiz.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2010
DİKKAT, gözümüzün önünde kanatlanan kuşu net biçimde göremiyoruz.
Görsek bile, uçuşun yönü, menzili ve hedefi hakkında uzun boylu düşünmüyoruz. Türkiye dış politikasını kastediyorum!
* * *
ÖYLE, çünkü dâhili takvimdeki yoğunluktan mı diyelim, yoksa ağacın tekilliğine takılıp ormanın bütününü ıskalamak körlüğüne mi yoralım bilemiyorum ama şu kesin:
İç siyasetteki harala gürele didişmeden dolayı ülkemizin hâlen o dış politikada yaşamakta olduğu büyük, çok büyük değişim gündemimizde hak ettiği yeri almıyor.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2010
KABUL, dereyi görmeden paçaları sıvamayalım ve ihtiyatı elden bırakmayalım.
Fakat yine de dün sabah Tahran’dan tüm dünyaya “flaş” uyarısıyla duyurulan “nükleer uzlaşma” haberi ertesinde şunu hemen vurgulamamız gerekiyor.
Türkiye büyük, gerçekten çok büyük bir başarıya imza attı.
Hatta İran’daki “üçlü antlaşma”nın Cumhuriyet döneminde pırıldamış diplomatik atılımlar hanesine daha şimdiden yazıldığını söylersek, fazla abartıya kaçmış olmayız.
Ama dediğim gibi, bu başarının “zafer” sıfatıyla da taçlanıp taçlanmayacağı henüz bilmiyoruz ve net cevabı görmek için önümüzdeki kısa ? orta vadeli süreci bekleyeceğiz.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2010
DIŞİŞLERİ Bakanı Ahmet Davutoğlu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dün başlayan ve hakikaten de çok büyük önem taşıyan Atina ziyaretini “devrim” olarak niteledi.
İsabetli bir saptamadır. Ama bu hafta içinde Türkiye dış politikası ikinci bir “devrim” daha yaşadı. Üstelik aslında, batı komşumuzla gerçekleştirmekte olduğumuzu yaya bıraktı
Rus lider Medvenev’in Ankara temaslarına paralel olarak Moskova’yla berraklaşan ve “eksen kayması”nın bile ötesine taşıp, “eksen inşası”na yönelen “yakınlık”ı kastediyorum.
Dobra dobra söyleyeceğim, dost ve kardeş Yunanistan’la başlattığımız “devrim”i ne denli coşku ve sevinçle karşılıyorsam, ikincisinden de o derece ürküyor ve işkilleniyorum.
ÖYLE çünkü ilkin, benim Slavlara sempati beslemem ve ruhen yakın durmam hiçbir kıymet-i harbiye taşımıyor. Beşeri faktörler soğuk devlet politikalarında ancak tali rol oynar.
Üstelik tabii ki tarihi saplantı ve önyargıları aşmak gerekir ama, eğer aynı tarihte asla değişmeyen bir süreklilik ve istikrarlılık varsa, bunu hafife almak da körlük olur.
Ve de söz konusu süreklilik Rusya için diğer bütün ülkelerden daha çok geçerlidir!
Zira 9. – 10. asrın avuç içi kadar Kiev Knetsizliği’nden itibaren hiç ama hiç durmadan yayılarak bugünün devasa sathına ulaşmış o Rusya, Deli Petro’dan Stalin’e, onlardan da Brejnev ve Putin’e, daima iki ana hat ekseninde iç ve dış siyaset inşa etmiştir.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2010
İKİ hafta önceki 1 Mayıs gösterilerine diğer bilumum “ulusalcı” taife gibi “Atatürkçü Düşünce Dernekleri” de (ADD) katıldı.<br><br>Bu ne samimiyetsizliktir! Bu ne şaklabanlıktır! Bu ne şarlatanlıktır! Yukarıdaki flört kendisine “Atatürkçü”(!) diyenler açısından aynı Atatürk’e ihanet, “Marksist”(!) veya “marksizan” geçinenler açısından ise dehşet bir pespayeliktir.
ÖYLE, çünkü her şeyden önce ne “Atatürkçü düşünce” vardır, ne de “Kemalizm” diye bir ideoloji mevcuttur. İkisi de Atatürk’e ve Kemal’e rağmen sonradan uydurulmuştur.
Pragmatizmi seçmiş Cumhuriyet kurucusunu illâ tanımlamak istiyorsak onu, Doğu -İslam toplumlarındaki “modernist - batıcı” atılımın öncüsü olarak sıfatlandırmamız gerekir.
Kaldı ki, pek unutkan o “Atatürkçüler”(!) hem “Ebedi Şef - Milli Şef” devirlerinde; hem de tahakkümün sürdüğü çok uzun yıllar boyunca, zaten ta 1924’de yasaklanmış 1 Mayıs’ ın ancak 1970’lerin ikinci yarısından itibaren kutlanabildiğini hiç mi hiç hatırlamamaktadır?
Ve her halükarda, bir “proleter günü” olan o 1 Mayıs’la, “sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” diyen ve anti-komünizmi göz çıkartan Cumhuriyet geleneği arasında asla bağ yoktur.
Pekiii, bu takdirde, şimdi neden sahte “Atatürkçüler”le kalpazan Marksistler arasında bir kutsal ittifak mevcuttur ve bunların bileşkesinden “ulusalcı” hilkat garibesi doğmaktadır?
YANIT Şefik Hüsnü’lerin ve Reşat Fuat’lerin Türkiye Komünist Partisi’ne uzanıyor.
Komintern’in, dolayısıyla SSCB’nin güdümünde olan o TKP ki, Rusya’nın realpolitik tercihleri uyarınca daima mazoşist bir tutum sergiledi. Sansaryan Han’ı tabutluklarındaki işkencelere rağmen daima Kemalist rejimin ve milliyetçi ideolojinin kuyrukçuluğunu yaptı.
Atmışlı yıllarda kısmen özerk olarak doğan “sol” gençlik hareketi de aynı yönü izledi.
Söz konusu “yeni sol” Kıbrıs’a harekât düzenlemesi için, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’e atfen, “bombala Tansel bombala” sloganıyla palazlandı.
Hemen sonra da şiar “ordu - gençlik elele / milli cephede” yağcılığına dönüştü.
Öyle ki, aynı TKP geleneğini sürdüren “eski tüfek” Mihri Belli bu atılımını çok daha sivil bir TİP’e karşı “Milli Demokratik Devrim” ceberutluğuna yönlendirmek için, Fransız sosyalist Jean Jaures’in “yurtseverlik” kelimesini tercümede “milliyetçilik” diye tahrif etti.
Diğer “eski tüfek” Hikmet Kıvılcımlı ise 12 Mart darbesini, üç gün sonra yazdığı makalede “ordu kılıcını attı” diye hazır olda selâmladı. Generallere övgüler düzdü.
Ve heyhat, ama kendi adı da apoletlilerin “arananlar” listesine girince, “Doktor” bu körlüğün ve mazoşizmin bedelini mültecilikteki hastane yatağında can vererek ödedi.
İŞTE, özünde zaten asla sivil ve demokratik olmamış olan ve “Marksist” (!) geçinen Türkiye “sol”unun esas itibariyle hâl-i pür mecâli budur. Sonsuz acıklıdır ve sonsuz trajiktir.
O halde, ajan-provokatör “karanlıkçı Maocular”dan şimdiki sahte TKP’ye, şarlatan “sol”un 1 Mayıs’ta ADD’yle kol kola “ulusalcı” hezeyanlarda buluşması da sonsuz doğaldır.
Ve galip taraf da hiç şüphesiz ki Atatürkçüler’dir(!)!
Zira bu haşır neşirlik “Kemalistler”(!) taviz verdiği için değil, yukarıdaki şarlatanlar daha da sağcılaştığı, daha da milliyetçileştiği, hatta “Kürt bakkala gitme” ve “hepsini asacağız” diye anıran “Türk Solu” dergisi gibi, daha da ırkçılaştığı için mümkün olmuştur.
Bunlara kuyrukçu demek bile artık kifayetsiz bir ifadedir. Sağcılık sıfatı da hafif kalır.
Şimdi Türkiye’de, bütün evrensel kıstasların, ölçeklerin ve etiklerin hayâsızca ırzına geçen ve kuyrukçuluğu icazetçilik raddesine vardırarak faşizm sınırında dolanan bir a-ş-ı-r-ı s-a-ğ vardır ki, ağızlarında geveledikleri “solculuk” ve “Marksistlik” pespaye bir yalandır!
Onların geçmiş 1 Mayıs’ına lânetler olsun ve evrensel s-o-l değerlerin başı sağolsun!
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2010
PAZARTESİ saat ondörtte önemli bir randevum vardı. Kesinkes gitmem gerekiyordu.Dolayısıyla, CHP’yi aşırı sağ bir partiye dönüştürdüğü için kendisinden günahım kadar hazetmesem bile, alçak komplocuların oyununa gelmemesi için Deniz Baykal’ı istifaya etmemeye çağıran dünkü makalemi erken saatte yazdım. Sonra da, pek hırpani vaziyette olduğumdan sakal tıraşı için önce berbere uğradım.
Ve tam ustura vurulacak ki, dükkândaki televizyon “flaş” anonsuyla istifayı duyurdu.
Gerisini biliyorsunuz ve hadi buyurun cenaze namazına!
* * *
ÖYLE, çünkü yazıya “Baykal istifa etmemeli” başlığını atmıştım. İçerikte de altı oklu parti liderinin neden şu aşamada görevden ayrılmaması gerektiği temasını işlemiştim.
O halde ne yapacağım? Ya randevu iptal, yeni yazı yazacağım, ya da öyle bırakacağım
İkinci şıkkı seçtim. Sadece gazeteyi arayıp “istifa etmemeli”yi “istifa etmemeliydi”ye dönüştürdüm. Altına da makalenin karardan önce kaleme alındığına dair not eklettirdim.
Zira değişen duruma rağmen muhteviyattaki her şey geçerliliğini aynen koruyordu.
Üstelik gerek Deniz Baykal’ın açıklama sırasında dile getirdiği asılsız suçlamalar, gerekse de ağlamalı zırlamalı militan görüntüler, demagog şahsiyetine ve şeyh - mürit ilişkisi üzerine kurulu yönetim tarzına dair tahlillerimin doğruluğunu tekrardan ispatlıyordu.
* * *
ÖNCE şundan ki, Baykal alçak komplonun iktidar tarafından düzenlendiğini ima etti.
Peki de, bu sonsuz vahim ithamı doğrulayacak mini minnacık bir delile sahip midir?
Tabii ki hayır! Aksine, gerek “siyasi mahfiller”de, gerek “kulağı delik” çevrelerde, gerekse de kamuoyunda yaygın kanaat kumpasın CHP çevresinde düzenlendiği yönündedir.
Zaten de Allah’ı var, Deniz Baykal’ın mesnetsiz suçlamaları karşısında onun oyununa gelen Başbakan önceki gün “kaset” sözünü kullanana dek, hükümet konuya asla değinmedi.
Üstelik AK Parti Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, internetten önce aynı Başbakan’ın olaydan haberdar olduğunu, fakat lâfının dahi edilmesini kesinlikle yasakladığını açıkladı.
O halde, yine bir “Baykal klasiği”yle karşı karşıya olduğumuz gün gibi aşikârdır.
Altı oklu kurumun eski lideri bir taşla iki kuş vurmak ve hem kendisine “mağdur”(!) ve “mazlum”(!) süsü vermek, hem de AK Parti’yi töhmet altında bırakmak istemektedir.
Pekii, bunun gerisinde bir müddet sonra tekrar başkanlığa gelmek hesabı var mıdır?
* * *
BİLMİYORUZ! Artı, en yakın kurmayları dâhil, kafasındaki yedi tilkiyi kuyruklarını birbirlerine değdirmeden dolaştıran Baykal dışında da kimsenin bildiğini sanmıyorum.
Fakat şüphesiz, iç bünyede kurmuş olduğu pederşahi sultadan ve yukarıda belirttiğim gibi şeyh – mürit ilişkisi üzerine inşa ettiği organizmadan dolayı, bugünkü “Baykal’sız CHP” de aslında tamamen yine “Baykal’lı CHP”dir. “Başkanın adamları” hâlâ her şeye kadirdir.
Nitekim iki gözü iki çeşme ağlamalar; “kurultay isterse reddemez” türü beyanlar; “ağam geri dön” diye başlatılan grevler falan, bu “geri dönüş”ün zemini baştan mevcuttur.
Tamam ama, Anglo-Sakson deyimiyle böylesine bir “come back”, yani böylesine bir “aslına rücu” Türkiye’nin genel siyasi dinamiklerinden dolayı o kadar da kolay değildir.
Velev ki Deniz Baykal’ın kafasında sekizinci bir tilki daha dolaşıyor olsun, Anayasa referandumu, belki Anayasa Mahkemesi, seçim atmosferi derken, aynı tilkinin kuyruğu ister istemez olayların irade ötesi gidişatına göre sallanacaktır.
Her halükarda da benim şahsi temennim, alçak komploya karşı kesinkes sahiplendiğim fakat partisini faşizan bir söylemle donattığı için asla hazetmediğim Baykal’ın yerine CHP’nin, onun ideoloji ve metoduyla köprüleri atabilecek yeni bir yönetim kavuşmasıdır.
Hayat ve Türkiye değiştiği içindir ki altı okun ve sekiz tilkinin devri çoktan bitmiştir!
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2010
KİMLER tarafından gerçekleştirilmiş olursa olsun, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a karşı düzenlenen “kaset komplosu” korkunç ve dehşet bir a-l-ç-a-k-l-ı-k-t-ı-r!
Artı, gizli çekimi yapan o çıkasıcası gözden, bunu internette yayan o rezil varakpareye, kumpasa şöyle veya böyle karışmış olan her şahıs ve her kurum da yine birer a-l-ç-a-k-t-ı-r! Çünkü siyasi mücadelede bel altından vurmak ve insani tercih ve zaaflardan yararlanmaya kalkışmak, ahlaksızlığın, şerefsizliğin ve iğrençliğin en üst seviyesidir. Ve yukarıdaki insani tercih ve zaaflar da, dereceleri ne olursa olsun, bu ikinci türden ahlaksızlığın, şerefsizliğin ve iğrençliğin yanında sütten çıkmış ak kaşık kadar masum kalırlar. Dolayısıyla, Baykal’a ve ailesine bütün kalbimle geçmiş olsun diliyor ve maruz kaldığı a-l-ç-a-k saldırı karşısında kendisini sonuna kadar savunacağımı alenen ilân ediyorum.
OYSA ben o Deniz Baykal’ı sevmem! Bir nebze sevmem. Günahım kadar hazetmem. Geçtim altı oklu partiyi alenen aşırı sağ bir kuruma dönüştürmesini, daha ötesi, aynı partiyi artık yarı – faşizan söylemlerle bile haşır neşir etmesinden dolayı sevmem. Bana göre, zaten demokrasiyi tam özümseyemeyen ama yine de bazen kısmi “ileri” adımlar atan CHP, Antalya milletvekilinin sultası altına girdikten sonra tekrar aslına rûcû etti. “Tek parti” döneminin diktatoryal ideoloji ve pratikleriyle yeniden yekvücut oldu. Dolayısıyla da, Baykal’ı sevebilmem söz konusu değildir ve onun kurum liderliğinden tasfiye edilmesini yine bütün kalbimle arzulamak benim için en doğal ve en mantıki tutumdur. Ancaak…
ANCAĞI şu ki, ne gariptir ki esas olarak CHP’ye yakın kalemşörlerin talep ettiğinin tam tersine, ben Deniz Baykal’ın asla ve katla istifa etmemesi gerektiğini düşünüyorum. Zira böyle bir istifa komplocu a-l-ç-a-k-l-a-r’ın hedefe varması anlamına gelecektir.
Dolayısıyla da zoraki bir görev bırakma sırf CHP açısından değil, Türkiye’de iyi kötü varolan demokrasi kültürü ve rejim geneli açısından bir “teslimiyet” simgesine dönüşecektir. Oysa hem altı oklu kurum, hem de diğer tüm partiler bu teslimiyeti reddetmelidir!
O tüm siyasi partiler ki asla, ama gerçeksen asla ve asla, aynı CHP’yi eleştirirken, a-l-ç-a-k-l-a-r-ı-n düzenlemiş olduğu kumpası dillerinin ucundan dahi telaffuz etmemelidir! Aksi takdirde, böyle bir kolaycılık bel altına vuruştan medet ummak anlamına gelir.
Yoksa bu da başka bir alçaklığa tekabül eder ki, eh işte, şerefsizlik madalyası kazanır.
O halde şimdiki acil görev, yalnız liderlerini daha bir müddet sahiplenmek zorunda olan CHP’lilerle sınırlı kalmıyor. Ülkemizdeki politika mihraklarının tümünü birden kapsıyor. Yani, o a-l-ç-a-k kaset artık yoktur; zaten olmamıştır ve zaten olmayacaktır ki, nokta!
Yazının Devamını Oku