Paylaş
Geldi ama gidemiyor! Dün Brüksel’e uçmuş olması gerekiyordu ama malûm volkan vukuatından dolayı İstanbul’da mahsur kaldı. Ne zaman dönebileceği de meçhul! Hiç aralıksız internetten İzlanda meteorolojisini ve havayolu trafiğini izliyoruz. İmtihanı var, sevgilisi var, şusu busu var, endişeden kıvranıyor. Fakat elden ne gelir? Üfleyerek yanardağ söndürecek ve yelleyerek duman dağıtacak halimiz yok!
Kaldı ki son tahlilde onun sırtı pek ve diğer talihsizler gibi havaalanı koltuğunda, berduş otelinde veya konsolosluk misafirhanesinde sürünmüyor. Anne evinde rock dinliyor. Ya sukûnete kadar bekleyecek, ya da tren veya otobüsünün arkasından su dökeceğiz. Ve tüm bunlar beni öylesine derin bir varoluş metafiziğine sevkediyor ki!
* * *
MEDENİYET DEDİĞİN: Öyle, çünkü şu esiri olduğumuz endüstriyel, teknolojik ve bilimsel “modern uygarlık” aslında tabiat karşısında öylesine kırılgan ve öylesine biçare ki! Kabul, Âkif gibi “tek dişi kalmış canavar” diye aşağılamayacağım. Ama işte İzlanda volkanı gerçeği gözümüze soktu. Gün geliyor ve “medeniyet” denilen değerler ve araçlar bütünü gafil insanoğlunun ebediyen zapturapta aldığına inandığı doğa karşısında hiç oluyor. Nano teknolojiyle ve titandan imal edildiğini sandığımız halat pamuk ipliği kopuyor. Okyanusun ortasında pusu kuran ve adı sanı bilinmeyen bir yanardağ ateş püskürttüğü an, küreselleşmede en hayati bağı oluşturan hava ulaşımı aynı kürenin yarısında duruveriyor. Uçak kumpanyaları; kargo şirketleri; navlun, kurye, artı bizim çocuklar derken, tatil ekonomisinden diplomasi trafiğine uzanan çok geniş bir yelpazede ve zincirleme bir süreçte, bütün bir “modern uygarlık” adadaki sismik titreşimlerin kat be kat fazlasıyla tir tir titriyor. Dolayısıyla da, bu takdirde de insan ister istemez, Spengler’den Jünger’e, hatta Heidegger’e, hep söz konusu “modern uygarlık”ın yukarıdaki kırılganlığına dikkat çekmiş olan Alman “muhafazakar devrimcileri”ni bir defa daha okumak ihtiyacını hissediyor.
* * *
GÜNTER GRASS’LA ÇAY: Hayır, üşendim! Tabiat ? medeniyet ilişkisi hakkında metafizik düşüncelere dalmak aşkına ne Spengler’i, ne Jünger’i, ne de Heidegger’i açtım. Ama cumartesi büyük, çok büyük başka bir Alman edibin kitaplarına gömüldüm. Zira inanılmayacak şey, aynı günün sabahı Günter Grass’a bitişik masada çay içtim. Haftasonu ekâbirliği, önce berberde perdahlı tıraş olmuştum. Sonra da adet-i veçhile simit ve gazetelerimi alıp müdavimi olduğum kahveye seğirttim ki, gözlerim faltaşı gibi açıldı. O ne, ağzında pipo, “Teneke Trampet”in yazarı refakatçi bir hanımla birlikte bizim salaş masalardan birisinde oturmaktadır. Afalladım. Afalladım ne kelime, feleğimi şaşırdım. Belli, Yaşar Kemal Usta’yla ortak panel için buradadır ama yine de Prusya Silezya’sı nire, İstanbul Firuzağa’sı nire? Semt Orhan Pamuk’tan sonra ikinci bir Nobel daha kazandı. Zaten diğer masadaki Tuğrul Eryılmaz “beraber resim çektirt” diye lâtife yapıyor. Sonra üçüncü çay ve cigara pakedi yarılandığında, Günter Grass’ın beklediği Osman Okkan geldi. Sağolsun, hemen de tanıştırdı. Fakat el sıkmanın ötesine gitmekten çekindim. Oysa, kabul sarı çizmeli Mehmet ağayım ama yine de şunu söylemeyi öyle isterdim ki:
Grass ergenliğinde Nazi SS’lere katıldığını itiraf edip Almanya’da patırtı koptuğu an ben de derhal “Suç ve Af” diye bir makale döşenmiş ve dev yazarı tümüyle sahiplenmiştim. Neyse, zaten Almancam yok ve zaten cesaret edemezdim, onlar da birazdan gittiler.
Ve eminim ki, İzlanda volkanı uçak kaldırmadığına göre Günter Grass hâlâ İstanbul’dadır ve otel odasında, tabiat?medeniyet metafiziği hakkında mülahazalara dalmaktadır.
Paylaş