11 Eylül 2010
ZATEN referandum kesinleştiği an açıklamıştım ama bir defa daha tekrarlayayım. “Yetmez fakat” ünlemini saklı tutmak kaydıyla yarın tabii ki “evet” diyeceğim! * * *
“EVET”, çünkü Türkiye’nin daha demokratik ufuklara doğru ilerlemesini istiyorum.
Değişikliği, başta TSK ve Yüksek Yargı olmak üzere, mevcut statükoyu hâlâ dayatan organlar tarafından tıkanmış solunum sistemimin nispeten ferahlaması için destekliyorum.
Ancak hemen ekleyeyim ki, “hayır” diyecek olanlardan önemli bir bölümünün aynı özlemi paylaştığı konusunda kuşku beslemiyorum. Aksini iddia etmek ne haddime!
Ayrıştığımız temel noktayı, benim bir anayasa tasarısı için sandığa gidecek olmam, onların ise referandumu iktidara karşı bir güven oylaması olarak algılaması oluşturuyor.
Ben AKP’yi değil, yukarıdaki yolu açtığına inandığım bir projeyi onaylayacağım.
Onlar ise bu belirleyici özü geri plana atarak, söz konusu partiye “hayır” demek refleksiyle hareket edecekler.
* * *
HİÇ tartışmasız, böylesine bir tutum da meşrudur! Demokrasilerin doğasında vardır!
Nitekim de, değişiklik ciddi bir farkla reddedildiği takdirde hükümet kurumu bu “hoşnutsuzluğu” göz önüne almak ve geleceğe ilişkin dersler çıkarmakla yükümlüdür.
Fakat yukarıdaki meşruiyet, her kim tarafından ve hangi amaçla hazırlanmış olursa olsun; eksik ve zaafları ne denli eleştiri hak ederse etsin, yarın onaylanacak veya reddedilecek paketin halen mevcut Anayasa’yı esas itibariyle “i-yi-leş-tir-di-ği” gerçeğini değiştirmiyor.
Ve söz konusu iyileştirmeye üzerinde zaten uzlaşılan 24 madde dışında, polemiklere odak oluşturan Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya ilişkin değişikleri de dâhil ediyorum.
* * *
HATTA bilhassa ve öncelikle dâhil ediyorum, çünkü bugün Türkiye’de mevcut Yüksek Yargı ne bağımsız, ne de tarafsızdır! Evrensel demokrasi ilkeleriyle de çelişkilidir.
Zira 12 Eylül Anayasa’sının dayattığı mekanizmadan dolayı, aynı Yüksek Yargı’nın önemli bölümü “milli eğilimler” içinde marjinal bir yer tutan ideolojiye bağımlı ve taraftır.
Dikkat “milli irade” değil “milli eğilimler” diyerek çok geniş bir yelpazeyi kastettim.
* * *
ÖYLE, çünkü fotoğraf kareleri hâlâ sonsuz net duruyor, 28 Şubat generallerini ayakta alkışlamış hâkimlerden ne denli bir “bağımsızlık” beklenebilir?
Emekli olduğu an “Ordu göreve” ve “Kürt bakkala gitme” diyen bir dergiye “yazar” (!) kesilen ve halen de sürdüren bir eski Anayasa Mahkemesi başkanının ve aynı ideolojideki diğerlerinin, görevdeyken “tarafsız” davrandıkları iddiası kimi inandırabilir?
1985’de “özelleştirme Anayasaya uygundur” hükmüne varan, 1994 ise bunu “değildir” diye değiştiren ve her halükarda da yasamaya ilişkin konularda yetki hakkına sahip olmak lüksüyle donatılan bir Yüksek Yargı’nın demokrasilerdeki kuvvetler ayrılığı ilkesini nalıncı keseriyle hep kendine yontuğu gerçeği hangi mazeret arkasında gizlenebilir?
Üstelik aynı demokrasilerde o “milli eğilimler” dolaylı veya dolaysız yönden mutlaka üst hukuk kurumlarına yansıtılırken, sen, ben, bizim oğlan, HSYK üyelerinin Yargıtay ve Danıştay; Yargıtay ve Danıştay’ın ise HSYK mensuplarını “seçtiği” (!) bugünkü mesleki kast sisteminin “bağımsızlık” ve “tarafsızlık” güvencesi sunduğu tezi nasıl ikna edici olabilir?
Ve nihayet, ne şimdiki, ne sonraki iktidarlar yerinde kazık çakacağına ve de mevcut üyelere zaten dokunmayan değişiklik paketi çok uzun süreye yayılacağına göre, bugün var, yarın yok iktidarların yargıyı vesayet altına alacağı “öcü”sü nasıl korkutuculuk salabilir?
İşte, öyle uzun boylu vicdani falan bile değil, yarınki referandumun özü yukarıdaki sorulara verilecek mantıki cevaplardadır ki, ben kendi yanıtlarımdan dolayı “evet” diyeceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2010
MAVİ Kıta’daki enfes koya bakarak tıraş olduğum köy berberine iltifatta bulundum: “Şanslınız, burası hiç bozulmamış. Rumların bıraktığı gibi duruyor”.
El cevap: “Doğulular gelirse bizden kimse kalmaz. Mayamız tutmuyor, kaçarız”. Tabii yukarıdaki utangaç “Doğulular” sözünü siz “Kürtler” olarak tercüme edin. Artı, iltifatımı izafileştirin. Çünkü o güzelim taş mekânlar aslında enkaza dönüşmüş. Köylüler “onarım”ı (!) hilkat garibesi çirkinliğindeki tadilatlarla gerçekleştirmiş. Ve hatırlatayım, Mübadele ertesi buraya iskân edilmiş olan ahali Makedonya ve Ada göçmenidir ki, tek tük yaşlılar hem Balkan, hem de Heraklit lisanını hâlâ konuşabiliyor.
EVET, berberin “Kürtlerle tutmayan maya”sı “siyaseten doğru” içerik taşımıyor. Belki ırkçılık değil ama, daha ilk bakışta buram buram bir “ötekileştirme” kokuyor. Ancak, riyakârlığa kaçan o “siyaseten doğru” retoriğe şimdi ben de uzak duracağım. Önce berberin, dolayısıyla da Ege insanlarının genel ruhiyatını anlamaya çalışacağım.
VİCO, Maistre, Herder gibi “eski rejim” düşünürleri “Aydınlanma”ya karşı çıkmış oldukları için, sonradan icat edilmiş yelpazenin “sağ”ına yerleştirilirler. Lânetli sayılırlar. Oysa insani fıtrat, dolayısıyla beşeri uyum konusunda gayet ciddi tahlilleri vardır.
Hepsinin bir ortak noktasını da kasten şöyle özetleyeyim: “Evli evine, köylü köyüne”. Hayır, özünde asla ırkçı olmayan ve diğer uygarlıklara, diğer tarzlara, diğer imanlara saygıyı da ön plana çıkartan yukarıdaki “muhafazakarlar”ın burada kastettiği şey şudur:
Çok uzun ve çok çetrefil süreçler ertesinde oluşmuş farklı insan gruplarını zamanda ve mekânda “aynileştirmek” çabası kaosa yol açar ki, “ilâhi sürekliliği” tarumar eder.
KABUL, teoriyi göreceleştirmek gerekiyor ama doğruluk payı da inkâr edilebilir mi? Nitekim bugün yine aynı Batı’da, göçmen işçi yoğunluğu kendi hayat tarzını empoze edecek düzeye vardığından beri, aslında Vico’dan, Maistre’den, Herder’den hiç hazetmeyen “sol” (!) sosyologlar, aşılmasının tehlike yarattığı bir “tolerans sınırı”ndan söz eder oldular.
Zaten sorarım, Brüksel’de Türklerin oturduğu Schaerbeek semtinde; Paris’te Mağribi ve Afrikalıların yaşadığı kuzey banliyöde veya Amsterdam’da göçmenlerin çoğunluk olduğu Slotervaart mahallesinde, birkaç istisna hariç Belçikalı, Fransız yahut Hollandalı kaldı mı?
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2010
DAHA çocuktum, rahmetli Metin Toker her seçim arifesi Ege gezisine çıkardı. Çok büyük ihtimalle de, oradan gazetesine aktarmış olduğu nabız yoklamaları sandık tarafından doğrulanırdı. Yani “geniş Ege”de kazanan parti Türkiye genelinde de kazanırdı.
Fakat artık bu kıstas yok! Çünkü ne böyle bir bölge, ne de böyle bir ülke var!
Dönüşüm dinamiği, durağan bir tarım toplumunu esas alan eski yöntemi geçersiz kıldı.
Kaldı ki, aynı ‘geniş Ege’yi bugün nasıl tanımlayabiliriz?
EVET nasıl tanımlayabiliriz, zira dev tarihçi Fernand Baraudel’in geçmişte ‘geniş Akdeniz’i belirlemek için yaptığı türden bir “etkileşim genellemesi”ne gidemeyiz.
Onun coğrafi ? kültürel alanı saptarken kıstas bellediği gibi, tencerede zeytinyağı yerine tereyağı kavruluyor ve kadehte şarap yerine bira içiliyor olmasını hudut addedemeyiz.
İkincisine zaten yabancıyız. Birincisi ise günümüzde hiçbir geçerlilik taşımıyor.
Karadan sahile göç, acılı kebap işte Çeşme rıhtımında bile kalamar tavaya fark atıyor.
Diğer taraftan reyonda marka seç, zeytinyağlı dolma Uşak mutfaklarında da sarılıyor.
Dolayısıyla, Ege bölgesini kesin bir çemberle kuşatacak kriterlerden yoksunuz.
Ama madem Braudel’in midevi sınırıyla başladım, o halde yarı şaka şunu söyleyeyim
“Geniş” değil de “dar” Ege “kumru”nun yendiği yerdir ve yenmediği yerde biter!
EFENDİM, kuş adının nedenini bilemiyorum ama aslında “hamburger kültürü”nün uzantısı olan bu “kumru” peynir, salam ve sosisle yapılmış bir tost cinsine tekabül ediyor.
Şimdiye dek ne tatmış, ne görmüştüm. Çanakkale’de rastladım ve aşağılarda da sürdü.
Dolayısıyla biz de varsayalım ki, esas olarak kıyı şeridinde ve etkilediği yörelerde tüketilen bu yeni icat sandviç “modern Ege”nin sınırını çizen ana unsuru oluşturuyor olsun!
KELİMEYİ kasten kullandım, zira sıfatın tüm çağrışım ve varyantlarıyla birlikte Ege bölgesi, belki birkaç istisna hariç bütün Türkiye’nin en modern toplumsal sathını oluşturuyor.
Evet, eğer sözcüğün hakkını veriyor ve onu genel anlamda “yenilikçilik”, felsefi bab’da “akılcılık”, imanî planda “laiklik”, hayat tarzında da “hürriyetçilik” olarak algılıyorsak; yani deyimin tarihi özünde yatan “Batılık”ı inkâr etmiyorsak, Ege sonsuz m-o-d-e-r-n-d-i-r!
Moderndir, çünkü meselâ ülkemizdeki en estetik kitle mimarisi İzmir civarlarında sıralanıyor. Trafik kurallarına harfiyen riayet eden taşıtlar da hep bölge plakası taşıyor.
Moderndir, çünkü örneğin iftar açmaya giden köy mütedeyyinleri bahçede rakı içen diğer köylüleri “afiyet olsun” diye selamlıyor. Onlar da “Allah kabul etsin” yanıtı veriyor.
Moderndir, çünkü hafif makyajla kapı zillerini çalan kadın postacılar tıpkı bakkallar, tıpkı benzinciler, tıpkı garsonlar, tıpkı balıkçılar gibi daima “efendim” diye hitap ediyor.
Moderndir, çünkü aynı balıkçılar cezadan korktukları için değil denizdeki ekolojik tarumarın bilincinde oldukları için, 1 Eylül önceci sandaldan çapari dahi atmıyor.
Ve benim de kesin tercihim olan bu modernite idealimdeki Türkiye’ye ayna tutuyor.
ANCAK, bütün bu olumlulukların yanı sıra yukarıdaki “derin” veya “modern” Ege aynı zamanda, yine aynı moderniteye eklemlenmiş olan olumsuzluk zaaflarını da barındırıyor.
Farklı hayat tarzlarına ve farklı dünya görüşlerine hoşgörü bir anda zıddına dönüşüyor.
Sonra değineceğim, aslında kısmen açıklanabilir bir tahammülsüzlük sarmalı iniyor.
Dolayısıyla otoritarist ideolojilerle flörte geçiliyor. Fetiş tabulardan medet umuluyor. Artı, en önce Ege’nin ait olduğu Batı’ya nefret dürtüsü kendini inkâr anlamına geliyor.
Zaten “Ege sorunu” da bu çelişkili ikileme odaklanıyor ki, “kumru” tosttu, değil ama yine emsalsiz Ege mahsulü şu ahtapot ızgarayı afiyetle bir bitireyim, konuya yarın geleceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2010
DİKKAT, başlıktaki “sorun” kelimesi sizi yanıltmasın! Çünkü belki birkaç gün sürecek olan bu makale dizisinde “Ege sorunu” deyince akla ilk gelen Ankara ? Atina diplomatik uyuşmazlıklarına değinecek değilim. Yani ne karasuları sınırının saptanması, ne kıta sahanlığının paylaşılması, ne de yakın adaların silahsızlandırılması konularına gireceğim. Vardığımız aşamada bunlar ikincil kalıyor.
Dost ve kardeş Yunanistan’la mevcut pürüzler işte siga siga hallediliyor ve edilecek. Nitekim giderek olgunlaşan ve giderek ehlileşen iki taraf da üzerinde ot dahi bitmez bir kaya parçasına bayrak dikmek hırsıyla artık histerik savaş naraları atmıyor.
ÖTE yandan, yine başlıktaki “Ege” sözüne aldanıp “cinnet yılları”nda haykırdığım güftesi bizden, musikisi ise palikaryalardan aşıramento marşı hatırladığımı da sanmayın. Hani şu “Ege Denizi kararınca dağlar uykuya dalar / O karanlık ovalarda isyan ateşi yanar” diye başlayan; sonra “Ay ışığı jandarmanın süngüsünde parlıyor / Mahpus yoldaş pencereden bakıyor” diye devam eden ve, “Jandarma biz komünistiz, jandarma biz komünistiz, / Kurtuluşun bizimledir, elini uzatsana” nakaratını tekrarlayan “eski tüfek” marş vardır ya, işte onu kastediyorum.
NE hatırlaması, ben o defteri kapatalı bir ömür geçti. Zaten bet sesimi çoktan kıstım. Sayfayı yeniden açacak ve hançeremi tekrardan yırtacak kadar da mazoşist değilim. Kaldı ki ne Söke, ne Manisa, ne de Akhisar ovaları marşta tarif edildiği gibi karanlık!
Aksine, ışıl ışıl! Pırıl pırıl ve kıpır kıpır! Denizin yakamozu ta oraları bile yıkamış. Öyle “isyan ateşi” (!) falan ise hiç mi hiç yanmıyor. Bırakın Mao Efendi’nin buyurduğu gibi tek bir kıvılcımın tüm bozkırı tutuşturmasını! Hepsi en modern sistemlerle ve gürül gürül sulanan bağlarda, bahçelerde, tarlalarda; artı, fabrikalarda, işletmelerde, hiper-marketlerde, “shopping center”larda en ufak bir yangın ihtimali belirse, bizzat yöre halkının derhal gönüllü itfaiyeciliğe koşacağı kesinlik arzediyor. Çünkü “eski tüfek” vaazın tam tersine, artık apaydınlık o ovalarda yanan yegâne ateşi daha çok huzur, daha çok refah ve daha çok zenginlik özlemi oluşturuyor ki, nokta!
BUNLARDAN eminim, zira sözümona tatil bahanesiyle iki hafta Ege’yi arşınladım. Refakatçimle birlikte Çanakkale’den, hatta tam huduttaki Trakya Enez’inden başlayıp ve kâh sahili yalayıp, kâh karayı yarıp, en uç Saros Körfezi’nden aşağı Aydın ovasına indik.
Ve hem kese meselesi, hem gözlemcilik tutkusu, Homeros denizinin öyle ahım şahım beldelerinde konaklamadık. Harcıâlem mıntıkaların yine harcıâlem yerleriyle yetindik. Üstelik koyların balıkçı kahvelerinde mazot fiyatlarına ilişkin sohbetlere daldım. Dağların köy berberlerinde Makedon asıllı muhacirlerin hâlâ konuştuğu dilleri dinledim.
Kır lokantası masalarında da gözlemedeki peynirin otları hakkında gevezelik yaptım. Kiliseden bozma camii avlularında ise merhumun ruhuna El Fatiha lokmalar tattım. Yani, kendi kendimi aldatmak bile olsa mümkün mertebe turistlikten uzak durmaya ve o emsalsiz güzellikteki Kuzey Ege’nin o emsalsiz iyilikteki insanlarını anlamaya çalıştım.
Çünkü aynı zamanda ve bilhassa, söz konusu balıkçıların giydiği ve CHP’nin dağıttığı “hayır” şiarlı kepleri; her yere tabela asmış “Atatürkçü Düşünce Dernekleri”nin sloganlarını; “Kürt” kelimesi telaffuz edilmeden utangaçça “Doğulu” diye sıfatlandırılan göçmenlere karşı duyulan hisleri; gezi teknelerinde yolcuların bayrak sallayarak söylediği “Onuncu Yıl” marşlarını da gözlemledim. Sonsuz bir dikkatle gözlemledim.
Ve dolayısıyla, aslında bizzat benim de kendi sorunum olan ve beşeri, ruhi ve iktisadi boyut içeren bir “Ege sorunu”nun varlığına tekrar kesin kanaat getirdim ki, yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2010
RESMİ ideoloji ezelden beri “Türk” tanımının etnik boyut içermediğini iddia eder. Daima sıfatın TC sınırları içinde yaşayan tüm yurttaşları kapsadığı tezini işledi. İşliyor
Ancak doğru değil! Bin defa değil ve milyar defa değil!
Dayatılan bu savın gerçekle bağdaşmadığını ve de asla bağdaşamayacağını bizzat aynı resmi ideolojinin kendi teori ve pratiğinden iki örnekle açıklayacağım.
HATIRLAYIN, Bulgaristan’da yaşayan Türkler 1985 yılında komünist rejimin “Slavlaştırma” zulmüne uğrayınca akın akın “soyvatan”a göçtüler. Hudut kapısı doldu taştı.
“Soydaş”larımızı bağrımıza bastık. Buna yükümlüydük. Zaten pek çoğu aslında diğer yabancılara hemen hiç “bahşedilmeyen”(!) TC vatandaşlığına haniyse şıpınişi kabul edildiler.
Yukarıdaki kelimelerin “soy” kökenine dikkatinizi çekerim, konuya tekrar döneceğim.
İKİNCİ örneği Ayşe Hür’ün “Taraf” Gazetesi’nde naklettiği olaydan aktarıyorum.
Vahram Papazyan ve Mıgırdıç Mıgıryan adlı iki Ermeni genç İsveç’te gerçekleşen 1912 olimpiyatında Osmanlı bayrağıyla yarışmışlar. Buna rağmen Selim Sırrı Bey Stockholm dönüşü “gözlerim doldu. Her millet temsil edilirken Türk yoktu” şeklinde demeç vermiş.
Bunun üzerine de “Marmnamarz” gazetesi editörü Savaraş Kirişyan, “iki kişi Ermeni oldukları için değil, Osmanlı oldukları için orada bulundular. Formada hilal vardı. Osmanlı oldukları için alkışlandılar, niye anmıyorsunuz” türü bir makale yazmış.
Yani hem cemaatin tepkisini, hem de Ermenilerin yurttaşlık aidiyetini dile getirmiş.
Hemen hatırlatayım, üç yıl sonra Tehcir’e uğrayan aynı Kirişyan, Ayaş’ta katledildi.
İMDİİ tekrar sadede gelirsek, bu iki örnek dahi resmi ideoloji tarafından dayatılan dogmanın aksine, “Türk” kavramının etno-kültürel bir içerik taşıdığını ispatlamaya yetiyor.
Birincisi teoriyle çelişen pratiği, diğeri ise aynı teorinin arkasındaki gerçeği yansıtıyor.
Çünkü sırf “soydaş” oldukları içindir ki o resmi ideolojinin TC Devleti göçmenlere derhal kapıyı açtı. Yine derhal “soyvatan” tabiyeti verdi. Zaten de manen yükümlüydü.
Zira evlâd-ı fatihan veya değil, onlar sapına kadar Türk’tüler. Bizim “ben”imizdiler.
Nitekim işte “soy” diyoruz. Bütün geri planıyla birlikte bir kimlik çağrıştırıyoruz. Hem etnik açıdan, hem de kendilerini öyle hissettikleri için Türk olan insanları kastediyoruz.
Ee, hani “Türk” sıfatı kavmiyet içermiyordu? Hani yurttaş kavramıyla sınırlıydı?
Eğer onlarla ortak dil konuşmasaydık; eğer onlar Ali, Veli, Ayşe adını taşımasaydı; eğer onlar İslam dininden olmasaydı, her Bulgaristanlıyı âlâ ve valâyla kabullenecek miydik?
Tabii ki hayır, çünkü aidiyet dürtüsü yaratılışın fıtratında vardır ve sonsuz doğaldır!
ÖTE yandan, hem Selim Sırrı Bey “olimpiyatlarda Türk yoktu”, hem de Kirişyan “iki Ermeni Osmanlı oldukları için oradaydı” diye yakınırken, her ikisi de haklıydı.
Çünkü Papazayan ve Mıgıryan, Türk değil Ermeniydiler! Fakat evet, Osmanlıydılar!
Zaten Ermeni gazeteci kavmi aidiyet taşımayan o Osmanlı üst kimliğini sahiplendiği içindir ki resmi “Türk ideolojisi”nin ilk oluşum sancılarında faturayı hayatıyla ödedi.
Bu takdirde, bir asır önce spor adamımız teorik açıdan doğru bir “Türk” algılaması yaparken ve bir asır sonra da bizzat devlet aynı algılamayı pratik olarak sürdürürken, “Türk” kelimesindeki etnik içeriği inkâr etmenin artık anlamı kaldı mı? İnandırıcılık taşıyor mu?
Daha hayatisi, kendini Türk hissetmeyen insanları o “Türk” tanımında buluşturmak hâlâ mümkün mü? Israrda fayda var mı? Ortak bir sıfat aramaktan kaçmak akla yatkın mı?
Bunlara verilecek “hayır” cevabı özünde bir “Türk Sorunu” olan “Kürt Sorunu”nu çözüme kavuşturacak ve “Kürtler ayrılır mı” sorusunu da yine “hayır”la yanıtlayacaktır!
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2010
ULUS - devlet öncesinde kimlik aidiyetlerini zikretmek kolaydı. Şimdiki zorluk yoktu Bunu nostaljik bir yakınma olarak söylemiyorum. Ama işte ne karışan, ne soran vardı.
Herkes kendini hissettiği gibi tanımlardı ki, özgürlük geniş ve tercih kişiseldi.
Aşağıdaki şartlar hariç, otorite “sen şusun” veya “sen busun” diye dayatmazdı
Taht ise örneğin Britanya’ya; hanedan ise örneğin Osmanlı’ya; din ise örneğin İslam’ a; kilise ise de örneğin Fener’e bağlılık yeterliydi ve gerisi tebaanın paşa gönlüne kalmıştı.
NİTEKİM, genel ve nötr o “British” tahtı etrafında birleştikten sonra ister Glasgow’daki klan kendine İskoç desin, ister Cardiff’deki işçi Gal unvanını kullansın, isterse de Sussex’deki lord İngilizliğe toz kondurmasın, Buckingham Sarayı onların kimliğini öyle kabullenirdi.
Ötesi, ulus bütünlüğü çok geç gerçekleşen ama etnik açıdan diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslanmayacak ölçüde “saf” (!) olan 1871 Almanya’sında dahi, yine genel ve nötr “Reich” çatısı altından buluşan halk kendini kâh mahalli, kâh kâvmi dürtülü bir Suab, bir Bavyeralı, bir Renan, bir Sakson, bir Prusyalı, bir Sorab sıfatlarıyla tanımlardı. Nazi balyozu da inmezdi.
Yani, insan benliğinin en derininde nöbet tutan ve bir kavme, bir kabileye bir kültüre bağlılık içgüdüsünde hayat bulan o aidiyet dürtüsü “otorite”nin müdahale alanına girmezdi.
VE tabii aynı şey Cumhuriyet öncesinin Devlet-i Âliye’si için de geçerlilik taşıyordu.
Bizim İmparatorluğumuz da her hangi bir kavmi, etnik veya dini tanım ekseninde değil, tüm hükümdarlıklar gibi takdir-i ilâhi olduğu varsayılan ve bu metafizik çağrışımıyla yine genel ve nötr bir boyut kazanan “Osmanlı” sıfatının tuğrasında isimlendirme yapmıştı.
İmani ve hukuki “millet” kavramı hariç, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Lâz, Sırp, Çerkez, Arap, Bulgar her neyse, kim kendini nasıl tanımlıyorsa, o, Dersaadet için de işte aynen oydu!
Lâkin doğru, İzmir’in Baladuryan ailesine mensup eski Fransa Başbakanı Edouard Baladur’un mazisinde olduğu gibi, Gregoryen Ermeni Kilisesi’nden Katolikliğe geçmek için padişah fermanı gerekirdi. Fakat aynı şey aynı Fransa’da da Protestanlık için gerekirdi.
Ama ne o Baladuryan’ların Ermeniliği, ne Bedirhan’ların Kürtlüğü, ne de Kantemir’lerin Rumenliği asla inkâr edilmedi. Hatırlayalım, Sırp Kilisesi’ni dahi bizzat Sokullu kurdu.
Aksine, kim ki yukarıdaki türden bir inkârcılığa yeltendi veya Eflâk’ta voyvodalık, Anadolu’da beylik, Arnavutluk’ta valilik derken kendi “ben”ini bir başkasına dayatmak cüretini gösterdi, bostancıbaşının baltası kellenin ense taraflarını kaşımaya başladı.
OYSA tüm bunlar kâh diriltici bir doping aşısı şırıngalayan, kâh da öldürücü bir veba mikrobu saçan milliyetçiliğin bize de sirayet etmesiyle birlikte hak ile yeksana kavuştu.
Ulus - devlete geçiş sancılarına paralel olarak kimlik tanımı otoritenin insafına kaldı.
Zira geç ulaştığımız o ulus - devleti kurarken eski kuyruk açısıyla ipin ucunu kaçırdık.
İnsanoğlunun fıtratında mevcut aidiyet dürtüsünü silmeye, kazımaya, yıkmaya çalıştık.
Şunun şurasında modern kullanım tarihi bir asrı pek geçmeyen ve hem lügat, hem köken itibariyle belirli bir etnisiteyi tanımlayan “Türk” kelimesini bu etnisiteye mensup olmayanlara da dayattık.
“Kürtler ayrılır mı” soruna “hayır” cevabı verebilmek ve ülkemizin bütünlüğünü koruyabilmek açısından zorunluluk arzeden bu yeni tür tanımlamaya Cumartesi değineceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2010
ON yıllardır aslında “Kürt Sorunu” diye bir mesele olmadığını vurguluyorum.<br><br>Israrla, tek ve yegâne denklemin “Türk Sorunu”na odaklandığına dikkat çekiyorum. “Sebep”i oluşturan bu ikinci sorun çözümlendiği takdirde de “sonuç” olan diğerinin zaten otomatik olarak ortadan kalkacağına işaret ediyorum.
Tekrarlamaktan dilimde tüy, kalemimde mürekkep ve bilgisayarımda hafıza bitti.
Peki, söz konusu “Türk Sorunu” nedir ve kökeni nereye uzanmaktadır?
İLKİN şunu söyleyeyim: Tek bir yazıya sığmayacak ölçüde çetrefillik arzeden bu çok zor konuyu enine boyuna işleyebilmek için önce kişisel bir parantez açmam gerekecek.
Çünkü biliyorum ki “Türk Sorunu” deyimini kullanıyor olmam pek çok kimseyi hem yadırgatıyor, hem de öfkelendiriyor. Hiddetten kıvrananlar bile oluyor. Normaldir!
Normaldir, zira ülkemizdeki “sıradan insan” ideolojik açıdan son bir asırlık Osmanlı ? Cumhuriyet modernleşmesinin rahle-i tedrisinden geçmiştir. Dolayısıyla da o modernleşme tarafından dayatılmış olan siyasi kavramların yanılmaz olduğu fikriyle şartlandırılmıştır.
Eh bunların sorgulanması karşısında da, “en güvenilir dağlara kar yağdığı” için paniklemek, şaşırmak, hırslanmak doğal ve insani dürtülerdir.
Nitekim eminim, bu sabahtan tezi yok, en hafifi “bre zındık, esas senin ‘Türk’ kelimesiyle sorunun var” diye başlayan ve beni ya “Ermeni dölü”, ya “gizli Kürt” yahut “Yahudi Sabetayist” olduğumu itham edecek mail’ler elektronik kutuma lanet yağdıracaktır.
VAKIA öyle olsam ne değişirdi ve de zaten iftiharla haykırırdım, fakat değilim.
Belki meydan okumak için maalesef demem gerekir ama, eh işte istesem bile değilim.
Aksine, soy, sop, ecdat, falan filan, hem etnik aidiyet itibariyle en az yedi göbektir; hem de sonsuz defa daha önemlisi, ruhi hissiyat olarak da “sapına kadar” (!) Türküm!
Fakat o “Türk” kelimesiyle sorunum olduğu doğrudur!
Hayır, onca sene yurtdışında yaşamış olmama rağmen aslını inkâr eden namertlerden daima tiksinmiş birisi olarak, tabii ki kendimi “Türk” hissetmekten “utandığım” için değil!
Benim “Türk” kelimesiyle olan sorunum benim kendi “ben”imden kaynaklanmıyor!
Tam tersine, “öteki”nin “ben”inden kaynaklanıyor!
Yani demek istiyorum ki, kendilerini “Türk” hissetmeyenlere de bu sıfatın empoze edilmesi karşısında onların yaşadığı travmadan ve çok ciddileşen isyandan kaynaklanıyor.
Ve, yukarıdaki sıfatın hem vaftiz babası, hem mülk sahibi, hem de metazori dayatıcı o “ben” olduğuma göre, kabak tabii ki eninde sonunda yine benim başımda patlıyor ve bir “Türk Sorunu” olarak önüme konuyor.
ÖYLE, çünkü ben etnik olarak da, his olarak da Türküm ve dolayısıyla söz konusu unvan benim öznel açımdan normalin normalini oluşturuyor. Zaten aksi düşünülemez!
Fakat o etnisiteyi veya o hissiyatı paylaşmayana “sen de öylesin” derken, karşımdaki günün birinde “ne münasebet, değilim” diye terslediği an, işte bütün paradigma yıkılıyor.
Şimdiye dek “mutlak doğru” diye ezberlediğimiz ideolojik lügatin sayfaları yırtılıyor
Dolayısıyla da, hiç şaşırmadan, hiç hiddetlenmeden ve bilhassa da hiç korkmadan, eski şartlanma, önyargı ve tanımları sorgulamak cesaretini gösterip “ulus”, “kimlik”, “yurttaş”, “aidiyet” gibi kavramları yeniden yerli yerine oturtmamız bir zorunluluk olarak dayatıyor.
Evet dayatıyor, zira o “hayır, ‘ben’ sen değilim” yanıtı gündemime “Kürt Sorunu” başlığıyla oturuyor ama bu cevap ancak bir “sonuç”u yansıttığından, “sebep”i oluşturan “Türk Sorunu”nu çözümlemek bir “Türk” olarak en çok ve en önce beni ilgilendiriyor.
Ortak bir “biz”i keşfedebilmek ümidiyle bu ilgimi yarın da sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2010
ÜLKEMİZ Kürtleri Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılmak istiyorlar mı? Farklı devlet kurmak veya Irak Kürdistanı’yla birleşmek gibi bir hedef güdüyorlar mı?
Hayır! Bin defa hayır!
En kötümser cevap dahi hiç olmazsa kısa ? orta vade için yine hayırdır ki, nokta!
Çünkü PKK sempatizanlarının önemli bölümü de dâhil Kürt kökenli yurttaşların ezici çoğunluğu aynı Türkiye’yi göğüslerini gere gere vatan addetmek iradesiyle yanıp tutuşuyorlar
Yeter ki o “yurttaş” hakkına evrensel anlamda ve kolektif biçimde sahip olabilsinler!
YUKARIDAKİ kesinkes verdiğim “hayır” cevabı bazılarına çok iyimser gelebilir.
Hatta “saftirik” diye de yorumlanabilir. “Kendi öznel arzularını nesnel gerçeğin yerine koyuyorsun ve hayal âleminde yüzüyorsun” gibisinden eleştiriler getirilebilir.
Ve de doğru, çeyrek yüzyıldır süren iç savaş hâlâ bitmediğine; artı, Güneydoğu’daki belediye binalarına Türk bayrağı yanında Kürt bayrağının da çekilmesi türünden temenniler artık açıkça dile getirildiğine; daha artı, “bölgesel otonomi” talepleri dahi yine artık alenen telaffuz edilmeye başlandığına göre, bana yönlendirilebilecek o “iyimser”, “afaki” veya “saftirik” eleştirilerini ilk bakışta normal karşılamak ve yadırgamamak gerekiyor.
OYSA aksine, zaten aslında hiç iyimser olmayan ben burada da sonsuz gerçekçiyim.
Ve afaki değil gözlemci; saftirik değil “cingöz” (!) davrandığım içindir ki, en baştaki “Kürtler Türkiye’den ayrılmak istiyor mu” sorusunu mutlak bir “hayır”la yanıtladım.
Ancak dikkat ettiyseniz, biri nicel, biri de nitel olmak üzere iki ayrı vurgulama yaptım.
Kabul, müneccimbaşı olmadığım için tabii ki öyle çok uzak gaiplerden fetva veremem. Ama yine de “kısa? orta vadede” diye belirli bir zaman sınırlaması getirdim.
Ardından, “o yurttaş haklarına evrensel anlamda ve kolektif biçimde sahip olmaları kaydıyla” diye, özünde çok geniş kapsam içeren ikinci bir önşart daha ekledim.
Birincisinden, yani zaman faktöründen başlayalım.
MADEM varsayımdan yola çıkıyoruz, bu takdirde ilkin şunu vurgulamak gerekiyor.
Ne bağımsız bir Kürdistan, ne de Kuzey Irak’a yamalanmış bir “Büyük Kürdistan”, o kısa ? orta vade Türkiye Kürtlerine alternatif sunabilir. Asla ve asla seçenek oluşturamaz!
Bırakın seçeneği, şu an Güneydoğu’nun en geri yörelerinde veya Batı’nın en “lumpen proleter” varoşlarında oturanlar için bile, ütopik ve hayali bir cazibe merkezi dahi olamaz.
Alay mı ediyoruz, zaten önemli bir bölümü aynı Batı’da yaşayan ve Türkiye’nin hem üretim, hem pazar ekonomisiyle tümüyle bütünleşmiş olan ülke Kürtleri, sanki refah kriterleri hiç umurlarında değilmiş gibi, akla esti diye bağımsız bir Kürdistan’ı tercih edecekler. İnsaf!
O Türkiye Kürtleri deli veya mazoşist midir ki, bugün sahip oldukları standartları kat be kat aratacak; aynı Batı’nın sermaye, yatırım ve teknoloji transferinden mahrum kalacak; denize çıkışı bulunmayacak; etrafı hasım devletlerle çevrelenecek böyle bir bağımsız veya “Büyük” Kürdistan uğruna, asırlardır kader birliği yaptıkları halk ve devletten ayrılacaklar?
Bu tür bir şüphe, kaygı ve korku en önce Kürtleri aptal yerine koymak anlamına gelir!
TEKRARLIYORUM, baştaki ikinci şart gerçekleştiği, yani Kürt yurttaşlar o yurttaş kimliğiyle “tam ve kolektif biçimde” donandığı takdirde, kısa ? orta vadede Türkiye’nin bölüneceğini, çatlayacağını, patlayacağını falan düşünmek ancak hezeyan oluşturur. Abestir.
Kabul müneccim değilim ve zaten de etnik irrasyonalizmler “hayat boyu garanti” (!) kredisi açmaz ama, yukarıdaki o şart o hayata geçerse görünür gelecekteki riziko sıfırdır!
Rizikolu durumu, yani Kürt sorununun aynı “yurttaş” boyutunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku