Kürtler ayrılır mı? (III)

ULUS - devlet öncesinde kimlik aidiyetlerini zikretmek kolaydı. Şimdiki zorluk yoktu

Bunu nostaljik bir yakınma olarak söylemiyorum. Ama işte ne karışan, ne soran vardı.
Herkes kendini hissettiği gibi tanımlardı ki, özgürlük geniş ve tercih kişiseldi.
Aşağıdaki şartlar hariç, otorite “sen şusun” veya “sen busun” diye dayatmazdı
Taht ise örneğin Britanya’ya; hanedan ise örneğin Osmanlı’ya; din ise örneğin İslam’ a; kilise ise de örneğin Fener’e bağlılık yeterliydi ve gerisi tebaanın paşa gönlüne kalmıştı.

NİTEKİM, genel ve nötr o “British” tahtı etrafında birleştikten sonra ister Glasgow’daki klan kendine İskoç desin, ister Cardiff’deki işçi Gal unvanını kullansın, isterse de Sussex’deki lord İngilizliğe toz kondurmasın, Buckingham Sarayı onların kimliğini öyle kabullenirdi.
Ötesi, ulus bütünlüğü çok geç gerçekleşen ama etnik açıdan diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslanmayacak ölçüde “saf” (!) olan 1871 Almanya’sında dahi, yine genel ve nötr “Reich” çatısı altından buluşan halk kendini kâh mahalli, kâh kâvmi dürtülü bir Suab, bir Bavyeralı, bir Renan, bir Sakson, bir Prusyalı, bir Sorab sıfatlarıyla tanımlardı. Nazi balyozu da inmezdi.
Yani, insan benliğinin en derininde nöbet tutan ve bir kavme, bir kabileye bir kültüre bağlılık içgüdüsünde hayat bulan o aidiyet dürtüsü “otorite”nin müdahale alanına girmezdi.

VE tabii aynı şey Cumhuriyet öncesinin Devlet-i Âliye’si için de geçerlilik taşıyordu.
Bizim İmparatorluğumuz da her hangi bir kavmi, etnik veya dini tanım ekseninde değil, tüm hükümdarlıklar gibi takdir-i ilâhi olduğu varsayılan ve bu metafizik çağrışımıyla yine genel ve nötr bir boyut kazanan “Osmanlı” sıfatının tuğrasında isimlendirme yapmıştı.
İmani ve hukuki “millet” kavramı hariç, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Lâz, Sırp, Çerkez, Arap, Bulgar her neyse, kim kendini nasıl tanımlıyorsa, o, Dersaadet için de işte aynen oydu!
Lâkin doğru, İzmir’in Baladuryan ailesine mensup eski Fransa Başbakanı Edouard Baladur’un mazisinde olduğu gibi, Gregoryen Ermeni Kilisesi’nden Katolikliğe geçmek için padişah fermanı gerekirdi. Fakat aynı şey aynı Fransa’da da Protestanlık için gerekirdi.
Ama ne o Baladuryan’ların Ermeniliği, ne Bedirhan’ların Kürtlüğü, ne de Kantemir’lerin Rumenliği asla inkâr edilmedi. Hatırlayalım, Sırp Kilisesi’ni dahi bizzat Sokullu kurdu.
Aksine, kim ki yukarıdaki türden bir inkârcılığa yeltendi veya Eflâk’ta voyvodalık, Anadolu’da beylik, Arnavutluk’ta valilik derken kendi “ben”ini bir başkasına dayatmak cüretini gösterdi, bostancıbaşının baltası kellenin ense taraflarını kaşımaya başladı.

OYSA tüm bunlar kâh diriltici bir doping aşısı şırıngalayan, kâh da öldürücü bir veba mikrobu saçan milliyetçiliğin bize de sirayet etmesiyle birlikte hak ile yeksana kavuştu.
Ulus - devlete geçiş sancılarına paralel olarak kimlik tanımı otoritenin insafına kaldı.
Zira geç ulaştığımız o ulus - devleti kurarken eski kuyruk açısıyla ipin ucunu kaçırdık.
İnsanoğlunun fıtratında mevcut aidiyet dürtüsünü silmeye, kazımaya, yıkmaya çalıştık.
Şunun şurasında modern kullanım tarihi bir asrı pek geçmeyen ve hem lügat, hem köken itibariyle belirli bir etnisiteyi tanımlayan “Türk” kelimesini bu etnisiteye mensup olmayanlara da dayattık.
“Kürtler ayrılır mı” soruna “hayır” cevabı verebilmek ve ülkemizin bütünlüğünü koruyabilmek açısından zorunluluk arzeden bu yeni tür tanımlamaya Cumartesi değineceğim.
Yazarın Tüm Yazıları