7 Ağustos 2010
TÜRKİYE’nin tek ve yegâne bir kurumunda selefler halefleri belirliyor.
Gidenler gelenleri, çıkanlar kalanları, kalkanlar da oturanları tayin ediyor.
Nerede mi? Tabii ki TSK’da!
EVET evet, apoletli paşalar işte bir Ağustos günü buluşuyorlar ve kendilerinden boşalan koltuğa diğer hangi apoletlilerin geçeceğine yine bizzat kendileri karar veriyorlar.
Oysa başka hiçbir makamda hiçbir kimseye böyle bir ayrıcalık bahşedilmiyor.
Hele hele, seçilmişlerin yönettiği demokratik rejimlerde asla ve asla bahşedilmiyor!
Fakat kabul, belki şirket sahipleri istisna sayılabilir. Ancak unutmayalım ki burada mülkiyet söz konusudur. Patron değil mi, ister oğluna, isterse de kapıcıyı veraset hakkı tanır.
Kaldı ki oralarda bile kararlar artık hissedar ve borsa nabzı tutulduktan sonra alınıyor.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2010
İKİ haftadır, aslında 11 Eylül’ün mukadder bir sonucu olan 12 Eylül’ün sebeplerini ve darbeyi hazırlayan dâhili ve harici ortamı mümkün mertebe nesnel biçimde tahlile çalıştım.
Kendi öznel duygularımı portmantoya astım. Kin, öfke, öç hissiyatına itibar etmedim.
Ancak 13 Eylül’e, yani en can alıcı noktaya; yani müdahaleyle birlikte dayatılan askeri diktatoryaya; hatırlamaktan dahi tiksindiğim infazlara, işkencelere, mahpuslara, yasaklara ve nihayet o 13 Eylül’ün empoze ettiği ve otuz yıldır hâlâ hüküm süren sisteme değinmedim.
DEĞİNMEYECEĞİM de! Zira konuya ilişkin fikirlerimi zaten onyıllardır işliyorum.
Bu makale dizisinde onları tekrarlamak anlamsız olacağından bugün yalnız “12 Eylül’le hesaplaşmak” meselesine şöyle bir gireceğim. Sonra da şimdilik noktayı koyacağım.
Çünkü malûm, Anayasa referandumu arifesinde en çok güncellik kazanan ve en çok polemiğe yol açan tartışmalardan birisini şu “hesaplaşmak” sorunu oluşturuyor.
EN önce ve en baştan söyleyeyim ki ben bu “hesaplaşmak” terimini sevmiyorum.
Hayır, 12 Eylül’ün ağır, çok ağır, sonsuz ağır bir faturası olmadığı için değil!
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2010
MURAT Belge geçen günkü “Taraf”ta provokasyona dair şöyle bir metafor yapmıştı.
Eğer kalabalığın ortasındaki bir provokatör tabancasını ateşler ve kalabalık da “Ne oluyoruz” diye bakınırsa, bu şaşkınlık o provokasyonun hedefe ulaşamadığı anlamına gelir.
Ancak, aynı “paat” sesiyle birlikte aynı kalabalık derhal kendi belindeki piştovlara sarılır ve vaveylaya katılırsa, işte burada amaca erişilmiş demektir.
İkisinde de kışkırtma vardır. Ama birincisinde ortam hazır değildir. Yahut hiç yoktur.
Savunma veya saldırı refleksi belirleyicilik kazanmamıştır. Tepki bir hayret ifadesidir.
Fakat diğerinde hem ruh hali, hem de silahlanma durumu zaten alestadadır.
Yeknesaklaşmış şiddet atmosferinde tek bir mermi muazzam taraka kopartmaya yeter.
İşte ben de 12 Eylül’ün komplo olmadığını söylerken bu ikinci durumu kastediyorum.
EVET, 12 Eylül dört başı mamur ve iyi hesaplanmış bir komplonun ürünü değildi!
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2010
HAYIR, değildi! <br><br>Farkındayım, yukarıdaki cevap birçokları için yadırgatıcı olabilir. Şoke bile edebilir.
Oysa aksini söylemek, yani “Tabii ki generaller önceden kumpas kurmuştu” diye kestirmeden hüküm vermek, bugün siyaseten durduğum yer açısından çok daha işime gelirdi.
Eh adım “liberal”e(!) çıkmış ya, dolayısıyla demokrat, sivil ve özgürlükçü saflara nefret kusanlar tarafından dahi “beklenen”, “sıradan” ve “olağan” bir yanıt addedilirdi.
LAKİN gerçekler inatçıdır. Nesnel, soğuk ve pek çok defa da acımazdır.
Onları kendi öznel değerlerimizle, temennilerimizle, temayüllerimizle değiştiremeyiz.
Başka bir deyişle, 12 Eylül’ün temsil ettiği her şeyle uzlaşmaz bir çelişki yaşasak bile; artı, onun balyozunu yemiş, işkencesini tatmış, mahpusunu yatmış, sürgününü yaşamış sayısız mağdur arasında yer alsak bile, bütün peşin hükümlerimizden ve bütün intikam ve rövanş duygularımızı arınarak yukarıdaki acımasız ve inatçı gerçeği kabullenmek zorundayız.
Ve o gerçek de şudur ki, özünde bir sonuç olan 12 Eylül’ün sebepleri aynı nesnellikle irdelendiği takdirde, askeri darbe öyle ince elenip sık dokunmuş bir komplo ve tezgâh değildi!
Şimdi konuyu enine boyuna açalım.
BAŞLIKTAKİ soruyu formüle ederken kastettiğim şey şuydu:
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2010
12 Eylül darbesinin gerçekleştiği 1980 sonbaharında dünya ahvali nasıldı? Vahimdi! Kelimenin tam anlamıyla berbattı! Cipciddiydi!
1948 Berlin, 1951 Kore ve 1962 Küba krizleri hariç tutulursa, Soğuk Savaş modern tarihteki en zirve noktasına ulaşmış durumdaydı ki, bunu saptamak için kısa bir tur atalım.
BREJNEV yönetimindeki Sovyetler Birliği iç bünyede durağanlık krizi yaşıyordu.
Ancak, bir süre sonra kendisini yok oluşa götürecek olan askeri teknik lobinin “ileri kaçış” stratejisine uygun olarak bunu dış bünyede yayılmacılığa dönüştürmüştü.
SSCB artık hızla yükselen bir emperyalist güçtü ki, kâh bizzat kadro göndererek, kâh da Castro’nun lejyoner askerlerini kullanarak Afrika Angola’sından Ortadoğu Suriye’sine, oradan Asya Afganistan’ına, kürenin dört bir yanında hayati mevziler kazanıyordu.
Zaten de 27 Aralık 1979’da o Afganistan’ı açıkça ve resmen işgal etti.
Çok çok daha önemlisi, yukarıdaki Soğuk Savaş’ın hayati noktasını oluşturan Merkezi Avrupa’ya orta menzilli nükleer füze yerleştirerek “denge statükosu”nu tamamen değiştirdi.
NATO’nun bu dengeyi tekrar sağlamak için yine aynı yılın sonunda misilleme füzeleri konuşlandırmak kararı alması ise Kremlin’i çileden çıkardı.
ÖYLESİNE çıkardı ki, tehditler bir yana, Moskova şimdi saftirik barışperestleri ve 5. kol komünist partilerini seferber ederek Batı’yı cebren geri adım atmaya zorlamaktadır.
Artı, çok güçlendirdiği donanmasını da zırt pırt Türk boğazlarından geçirerek ta Deli Petro’dan beri hedeflediği “sıcak denizlere inmek” projesini artık fiiliyatta uygulamaktadır.
Buna karşılık, Vietnam Savaşı’nın travmasını üstünden atamamış olan ABD her yerde geri çekilmektedir. Geleneksel tecritçi politikalar kamuoyunda yeniden prim yapmaktadır.
Üstelik Jimmy Carter gibi iyi niyetli bir naifin yönettiği o ABD yanlış tahliller sonucu ne İran’daki değişim dinamiğini zamanında kavrayabildi, ne de Mollaların Tahran’daki Amerikan diplomatlarını 444 gün boyunca rehin almasının utancını üzerinden atabildi.
Özetlersek, Türkiye’nin 12 Eylül darbesini yaşadığı 1980 sonbaharında dünya ahvali aynen “Bindik bir alamete, gidiyoruz bir kıyamete” deyimindeki gibidir.
O Türkiye ise zaten o kıyametin tam göbeğindedir. Deccal çoktan kapımızı çalmıştır.
İktidar ve muhalefetiyle basiretsiz, muhteris ve ilkesiz bir siyaset sınıfının kol gezdiği ülkede ne devlet mekanizması işlemektedir, ne de “hayat hürriyeti” garanti edilebilmektedir.
Kan gövdeyi götürmektedir ki, adı telaffuz edilmemiş bir iç savaş hüküm sürmektedir.
Siyasi kaosa ek olarak iktisadi durum da felakettir. Nitekim Amerikalı Carter, Alman Schmidt, Fransız d’Estaing ve İngiliz Callaghan’ın katılımıyla 1979 Ocak’ı Guadelup’unda toplanan “Dört Büyükler” zirvesinde Türkiye ilk gündem maddesini oluşturmuştur.
Ankara’yı “acilen kurtarmak” kararı alınmıştır ama Washington ve Brüksel’de açık açık, bu kurtarmanın artık gerçekten mümkün olup olmadığı derin kaygılarla tartışılmaktadır.
İMDİİ, darbe ister “dış mihraklı” olsun, ister olmasın, yukarıdaki dünya konjonktürü ve Türkiye kaosu soğuk, mesafeli ve nesnel bir biçimde tartıldığı takdirde, Batı “dış mihrak”ının 12 Eylül’ü desteklemesi, en azından “ferahlaması” kadar normal bir şey olamaz!
Aksi düşünülebilir mi, Türkiye’de kısmi istikrar sağlayacak ve her halükârda da onun “elden çıkmasını” önleyecek bir müdahaleye tabii ki göz yumulacaktı. Hatta göz kırpılacaktı.
Darbeden otuz yıl sonra anakronik ve sahtekâr bir “ahlakçılık” oyunu oynamayalım.
Soğuk Savaş dönemindeki diğer realpolitik oyunun kurallarını da asla unutmayalım,
salı günü esas hayati noktayı, yani 12 Eylül’ün ertesindeki 13 Eylül’ü işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2010
12 Eylül gündemde olduğu için geçen haftadan beri darbeyi mümkün mertebe nesnel, soğuk ve mesafeli biçimde tahlil etmeye çalışıyorum ya, bugün de bir anekdotla başlayacağım. Artık otuz üç yıla varan gazetecilik hayatımın en yadırgatıcı olaylarından birisini yine aynı 12 Eylül 1980 vesilesiyle yaşamıştım. Brüksel’de diplomatik muhabirlik yapıyordum.
NATO Başkomutanı Bernard Rogers basın toplantısı düzenledi. Hangi konuya dair olduğunu şimdi çıkartamayacağım ama her halükarda Türkiye’deki durumla hiç ilgisi yoktu.
Neyse, Amerikalı general söyleyeceklerini söyledi ve sıra sorulara geldi.
GELDİ ve İngiliz ceride “The Guardian”ın temsilcisi John Palmer mikrofonu aldı.
“NATO üyesi Türkiye’de askeri darbe yapıldı. Başkomutan sıfatıyla sivillerin derhal iktidara dönmesi için TSK’yı uyarmayı düşünüyor musunuz” sorusunu soruverdi.
O bunu sordu ki, aman efendim aman, dört yıldızlı subay da küplere bindi.
Komutan hiddetten köpürüyor. Burnundan soluyor. Koltuğunda zıp zıp zıplıyor.
Görülmüş şey değil, hazret bas bas bağırarak “ne uyarısı be mister, Türk ordusu ülkeyi kurtardı, farkına varamayacak kadar kör müsün” gibisinden sözlerle Brüksel’deki gazetecilerin en renkli simalarından birisi olan John’u zılgıttan geçiriyor. Resmen azarlıyor.
Salon dondu kaldı. Kimseden çıt çıkmaz oldu. Tabii diğer sorular da baştan savıldı.
Ve bu olay hem benim, hem de toplantıya katılan diğer meslektaşlarımın hafızasına Belçika başkentindeki gazetecilik kariyerimizin en unutulmaz “vukuat”ı olarak nakşedildi.
MALUM, yukarıdaki Rogers aynı zamanda kendi adıyla bilinen planın da mucididir.
Hani, NATO’nun askeri kanadından çekilmiş Yunanistan’ın tekrar buraya dönebilmesi için Ankara’nın karşılıksız olarak veto kaldırdığı gelişme var ya, işte onu kastediyorum.
Hatırlatırım, Türkiye’nin onay tarihi 12 Eylül darbesinden otuz sekiz gün sonradır.
Artı, yine hatırlatırım, Atina’ya karşı tek koz addedildiği için 1974’den beri hiçbir sivil hükümetin yanaşmadığı bu veto ilgası kararı tamamen Cunta tarafından alınmıştır.
Hatta Dışişleri Bakanı Türkmen dahi haberi ancak askeri imzadan sonra duymuştur.
Ve buradan yola çıkarsak da, General’in yukarıdaki “darbe yandaşlığı”yla Kuzey Atlantik Paktı bünyesindeki gelişme arasındaki ilişkiyi görmemek için kör olmak gerekir.
TAMAM da, ben bu irtibatı nesnel olarak saptamama rağmen ne Cuntacı subayların yanlış karar aldığını söyleyeceğim, ne de evlere şenlik komplo teorilerine prim vereceğim.
Evet evet, karşılıksız olsa dahi askerlerin hiçbir sivil hükümetin cesaret edemediği ve edemeyeceği biçimde NATO’daki vetoyu kaldırması doğru bir inisiyatif oluşturmuştur.
Çünkü en önce biz o NATO’nun üyesiydik. Ağacı değil ormanı görmek zorundaydık
Oysa Soğuk Savaş’ın zirveye ulaştığı bir dönemde Atina’nın İttifak dışında kalması objektif olarak SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyordu.
Başka bir deyişle, son tahlilde öyle fazla kıymet-i harbiye ifade etmemesine rağmen Ankara’nın “hayır”ı hem genel bir stratejik gedik yaratıyordu, hem de Yunanistan’a karşı taktik bir diplomatik koz oluştursa dahi aynı diplomaside “inatçı Türkiye”yi tecrit ediyordu.
Dolayısıyla da, İttifak Komutan generalin bir üyenin o İttifak’a dönüşü için hazırladığı plan ve bu planın da 12 Eylül askerleri tarafından onaylanması doğru, haklı ve yerindeydi.
PEKİİ, hiddet, öfke, terbiyesizlik falan bir yana, aynı General Bernard Rogers’in Brüksel’deki basın toplantısında aynı 12 Eylül’ü desteklemesi yanlış, haksız ve yersiz miydi?
Bu sorunun cevabını, 1980 sonbaharının dünya konjonktürü çerçevesinde ve her türlü “ahlaki”(!) kaygıdan uzak bir realpolitik yaklaşımla cumartesi günkü yazımda arayacağım.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2010
YARIM asırdır zırt pırt darbe veya darbe girişimi yapılıyor ya, dolayısıyla da Türkiye’de siyasete soyunan politika ricalinin daha baştan kelleyi koltuğa aldığı gibi kanaat uyanıyor. Sakın inanmayın! Yanıltıcıdır. Hatta yalandır. Hem de kuyruklu yalandır!
Aksine, militan Kürt siyasetçiler hariç geçmişin politika ricali şimdiye dek daima höt denildiği an tısacak kadar korkak ve ödlek oldu. Etik anlamda da ahlaksız ve ilkesiz davrandı.
Bırakın öyle kelleyi falan, serçeparmağını bile koltuğa alan çıkmadı.
ÖYLE, zira hadi 27 Mayıs 1960 ilk emsaldi diyelim ve DP yönetiminin âsi subaylara karşı direnmeyişini -ki eski komitacı Celâl Bayar direnmiştir- anlayışla karşılayalım.
Fakat Aydemir’in 21 Mayıs 1963 isyanını radyodan “Tâlât’ın iki buçuk adamı kışlana dön” anonsuyla bastıran İnönü hariç, hiçbir politikacı hiçbir darbeye göğüs germedi.
İktidarı ve muhalefetiyle Türkiye siyaset sınıfı anında teslim bayrağı çekti.
Evet evet, korkak ve ödlek o Türkiye siyaset sınıfı hem demokratik, hem de insani cesaret babında daima utanç verici bir notla sınıfta kaldı ki, nokta, satırbaşı ve paragraf!
NİTEKİM, yine mi darbe oldu, önce paşa paşa evlerinden toplanmayı beklediler.
Sonra da ya tıpış tıpış karantina rezidanslarının ya da mahpusların yolunu tuttular.
Kendilerini tutuklamaya gelen askerlere çay ve kurabiye ikram etmedikleri kaldı.
Oysa diren be adam! Yürekli ol ve karşı koy! Yelken mayna etme!
Tamam, başına miğfer takıp ve eline mitralyöz alıp Şili’nin Salvadore Allende’si gibi kahramanca ölebilecek bir ideale sahip olmadığın için bu yiğitliği zaten senden beklemiyoruz.
Fakat ne bileyim ben, mesela hiç olmasa kapıyı açma!
EVET açma ve bırak o kapıyı dipçikle kırsınlar! Bırak kilidi mermiyle parçalasınlar!
Sen meşru siyasetçisin, “Haneme tecavüz ediyorsunuz, derhal dışarı çıkın” diyerek ne onların içeri adım atmasını, ne de seni kodese götürmelerini öyle kuzu kuzu kabullen!
Bırak eline kelepçe taksınlar. Bırak yerde sürüklesinler. Bırak başına çuval geçirsinler.
İki koluna girilmiş durumda cemseye derdest edilirken “Cuntaya hayır” diye haykır!
Komşular duyar ve darbeci sansüre rağmen de senin haberin bütün dünyaya yayılır.
Bu takdirde adın tarihe, 12 Mart muhtırası verilince “şapkasını alıp giden” veya 28 Şubat postmodern darbesi yapılınca istifa eden gibi utançla yazılmaz.
Sivil ve çoğulcu rejimi korumak için direnmiş siyasetçi olarak baş tacı edilirsin.
DAHA ötesi, istihbaratın ve polisin ne güne duruyor, darbe kokusu aldığın an, bindir!
Bindiremedin, tehlikeyi kamuoyuyla paylaş. Sivil direniş çağrısı yap. Gizliye saklan.
“Kan dökülmesini istemedim” mazeretini de uydurma. Bu riskin sorumlusu, meşru ve legal olan sen değilsin ve olamazsın! Gayrimeşru ve illegal olan darbeciler düşünsün.
Oysa diyelim ki, yine de önleyemedin. Fırsat bul, dışarı kaç! Direnişi oradan sürdür!
Albaylar Cuntası döneminde Paris sürgünündeyken Yunanistan’ın AB üyeliği için lobi yapmış Karamanlis’i örnek al ve darbecilerin def edileceği günkü dönüşünü oradan hazırla.
Fakat çaresiz, kaçamadın. Göz hapsine alındın; kodese, kışlaya, garnizona tıkıldın.
Uzlaşma! Ecnebi gazetecisi var, el altı kuryesi var, kürenin dört yanında tanışın var!
Bunları kullanarak yine diren ve asla ve asla da, susacak kadar küçülme!
Ancak, tabii eğer sen tüm bencilliğinde ve aynen 12 Eylül öncesi yaptığın gibi siyasi intihar tetiğini kendin çekmişsen, bütün bunlara cesaret edecek manda yüreğin olsa kaç yazar?
Ne direnişini izleyecek kitle, ne sözünü işitecek kulak, ne de hakkını onaylayacak bir dış dünya bulabilirsin ki, zaten de yarın 12 Eylül 1980’in bu dış konjonktürünü işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2010
BAZEN siyaset sınıfı intihar eder. Kolektif olarak eder. Tıpış tıpış mezbahaya gider.
İşte 1975 – 1980 yılları arasında Türkiye siyaset sınıfının yapmış olduğu şey de budur!
YUKARIDA “sınıf” derken demokrasilerde mevcut olan politika erbabını kastettim.
İşte o erbap bazı dönemlerde, her hangi bir dış dayatmadan dolayı falan değil sırf iç organizmasındaki aktörlerin körlüğünden, partizanlığından, basiretsizliğinden, inatçılığından vs. ötürü kamayı kınından çeker ve hançeri karnına saplayarak hara-kiri yapar.
Üstelik Japon yazar Mişima’nın ünlü “seppuku”su gibi ritüel ve kaidelere de uymaz.
Bıçağı kendi böğrüne indirmeden önce bir de sağını solunu yara bere içinde bırakır
Tıpkı, 11 Eylül 1980 gecesine dek Türkiye siyaset sınıfının tümüyle yaptığı gibi!
Tıpkı, oluk oluk akan kana rağmen bir kifayetsizin “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diye meydan okuması; diğer kifayetsizin ise “solculuk” (!) adına ülkeyi uçuruma, iflasa ve kaosa sürüklemesi zaten bir yana, aylarca ve aylarca cumhurbaşkanı bile seçemeyen Demirel’lerin, Ecevit’lerin, Erbakan’ların, Türkeş’lerin intihar yöntemi gibi!
ANCAK şu kesin, yukarıdaki tür intiharlarda ne ilk, ne de tek emsaliz!
Yazının Devamını Oku