ZATEN referandum kesinleştiği an açıklamıştım ama bir defa daha tekrarlayayım. “Yetmez fakat” ünlemini saklı tutmak kaydıyla yarın tabii ki “evet” diyeceğim!
* * * “EVET”, çünkü Türkiye’nin daha demokratik ufuklara doğru ilerlemesini istiyorum. Değişikliği, başta TSK ve Yüksek Yargı olmak üzere, mevcut statükoyu hâlâ dayatan organlar tarafından tıkanmış solunum sistemimin nispeten ferahlaması için destekliyorum. Ancak hemen ekleyeyim ki, “hayır” diyecek olanlardan önemli bir bölümünün aynı özlemi paylaştığı konusunda kuşku beslemiyorum. Aksini iddia etmek ne haddime! Ayrıştığımız temel noktayı, benim bir anayasa tasarısı için sandığa gidecek olmam, onların ise referandumu iktidara karşı bir güven oylaması olarak algılaması oluşturuyor. Ben AKP’yi değil, yukarıdaki yolu açtığına inandığım bir projeyi onaylayacağım. Onlar ise bu belirleyici özü geri plana atarak, söz konusu partiye “hayır” demek refleksiyle hareket edecekler. * * * HİÇ tartışmasız, böylesine bir tutum da meşrudur! Demokrasilerin doğasında vardır! Nitekim de, değişiklik ciddi bir farkla reddedildiği takdirde hükümet kurumu bu “hoşnutsuzluğu” göz önüne almak ve geleceğe ilişkin dersler çıkarmakla yükümlüdür. Fakat yukarıdaki meşruiyet, her kim tarafından ve hangi amaçla hazırlanmış olursa olsun; eksik ve zaafları ne denli eleştiri hak ederse etsin, yarın onaylanacak veya reddedilecek paketin halen mevcut Anayasa’yı esas itibariyle “i-yi-leş-tir-di-ği” gerçeğini değiştirmiyor. Ve söz konusu iyileştirmeye üzerinde zaten uzlaşılan 24 madde dışında, polemiklere odak oluşturan Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya ilişkin değişikleri de dâhil ediyorum. * * * HATTA bilhassa ve öncelikle dâhil ediyorum, çünkü bugün Türkiye’de mevcut Yüksek Yargı ne bağımsız, ne de tarafsızdır! Evrensel demokrasi ilkeleriyle de çelişkilidir. Zira 12 Eylül Anayasa’sının dayattığı mekanizmadan dolayı, aynı Yüksek Yargı’nın önemli bölümü “milli eğilimler” içinde marjinal bir yer tutan ideolojiye bağımlı ve taraftır. Dikkat “milli irade” değil “milli eğilimler” diyerek çok geniş bir yelpazeyi kastettim. * * * ÖYLE, çünkü fotoğraf kareleri hâlâ sonsuz net duruyor, 28 Şubat generallerini ayakta alkışlamış hâkimlerden ne denli bir “bağımsızlık” beklenebilir? Emekli olduğu an “Ordu göreve” ve “Kürt bakkala gitme” diyen bir dergiye “yazar” (!) kesilen ve halen de sürdüren bir eski Anayasa Mahkemesi başkanının ve aynı ideolojideki diğerlerinin, görevdeyken “tarafsız” davrandıkları iddiası kimi inandırabilir? 1985’de “özelleştirme Anayasaya uygundur” hükmüne varan, 1994 ise bunu “değildir” diye değiştiren ve her halükarda da yasamaya ilişkin konularda yetki hakkına sahip olmak lüksüyle donatılan bir Yüksek Yargı’nın demokrasilerdeki kuvvetler ayrılığı ilkesini nalıncı keseriyle hep kendine yontuğu gerçeği hangi mazeret arkasında gizlenebilir? Üstelik aynı demokrasilerde o “milli eğilimler” dolaylı veya dolaysız yönden mutlaka üst hukuk kurumlarına yansıtılırken, sen, ben, bizim oğlan, HSYK üyelerinin Yargıtay ve Danıştay; Yargıtay ve Danıştay’ın ise HSYK mensuplarını “seçtiği” (!) bugünkü mesleki kast sisteminin “bağımsızlık” ve “tarafsızlık” güvencesi sunduğu tezi nasıl ikna edici olabilir? Ve nihayet, ne şimdiki, ne sonraki iktidarlar yerinde kazık çakacağına ve de mevcut üyelere zaten dokunmayan değişiklik paketi çok uzun süreye yayılacağına göre, bugün var, yarın yok iktidarların yargıyı vesayet altına alacağı “öcü”sü nasıl korkutuculuk salabilir? İşte, öyle uzun boylu vicdani falan bile değil, yarınki referandumun özü yukarıdaki sorulara verilecek mantıki cevaplardadır ki, ben kendi yanıtlarımdan dolayı “evet” diyeceğim.