Hadi Uluengin

Aydın kırılması (II)

9 Ekim 2010
AZI var çoğu yok, aşağıdaki kepaze küfürnameleri haniyse otuz yıldır işitiyoruz:

“Dönek”, “liboş”, “satılmış”, “hain”, “uşak”., Son olarak da “yandaş”.

Malûm, bütün bunlar son tahlilde daima hakim ideolojiyle bütünleşen bir “statüko münevveranı”nın, “Özallı yıllar”la birlikte ilk kez o hükümranlığa isyan ve ihanet etmek cesaretini gösteren yeni ve özgürlükçü bir “intelligentsia”ya yönelttiği küfürleri oluşturuyor.

Kelime moda olduğu için kullanıyorum, “liberal intelligentsia” da diyebiliriz.

Parantez içinde hemen perşembe günkü yazımı hatırlatayım, buradaki “intelligentsia” deyimiyle haydi haydi soyut ve oldukça da elâstiki bir “aydın katmanı”nı kastediyorum.

Yazının Devamını Oku

Aydın kırılması (I)

7 Ekim 2010
İLK kırılma Turgut Özal, ikincisi ise AKP iktidarıyla gerçekleşti. Her biri milâttır. Burada “kırılma” derken “intelligentsia”nın bölünmesini kastediyorum. Fakat en önce şu “intelligentsia” deyimine açıklık getireyim.

BİZDEKİ Fransızca fonetik işgüzarlığının aksine aynen zikredildiği gibi telaffuz edilen bu Rusça kelimeyle 19. yüzyıl Çarlığındaki okur – yazar kesim tanımlanmıştır. Fakat tabii ki bu okur - yazar ifadesi alfabeyi sökmüş insanların tümünü kapsamıyor. Deyim, çoğu defa tûfeyli bir sosyal ayrıcalıkla donanmış olan ve her halükarda da eli kalem, dili kelâm ve beyni fikir tuttuğu varsayılan soyut bir sınıfın mensupları için kullanılır. O mensuplar ise Batı’da birey kimliği edinmiş olan “entelektüel” sıfatına eş düşmez.
Ama buna karşılık, her iki toplumdaki despotik ve kolektif özelliklerden dolayı gerek Osmanlı döneminin “kalem efendisi”, gerekse de Cumhuriyet lügatinin “aydın” kategorileri Rus “intelligentsia”sıyla büyük benzerlikler taşır. Devlet saplantısı başköşeye oturur.
Zaten bana sorarsanız da sözcüğün tam Türkçe karşılığı “münevveran”a tekabül eder. Neyse, şimdi tekrar başa döneyim.

EVET, işte yukarıdaki “intelligentsia”ya mensup Türk “aydın sınıfı” (!) Cumhuriyet tarihinde ilk kez Turgut Özal’la birlikte bölündü. Eski mono blok gövde yekpareliğini yitirdi. Tabii burada “aydın sınıfı” derken, başta “laikçi” bir laiklik anlayışı olmak üzere aynı Cumhuriyet’in batılılaşma - modernleşme projesini a priori benimsemiş olan ve atmışlı yıllardan itibaren de kendini “sol” addetmeye başlayan “hükümran kesim”i kastediyorum. Hatta moda tabirle “beyaz Türk” bir “münevveran”dan bile söz edebiliriz. Üstelik dediğim gibi, hükümran bir sınıfı kastediyoruz. Öyle, çünkü hiç şüphesiz ki söz konusu projeye eleştirel bakan ve geleneksel – muhafazakâr çizgide addedilen diğer bir “intellligentsia” da Türkiye’de daima varolmuştu.
Lâkin TKP’den gelip “Kadro” hareketine fikir babalığı yapanlar ve daha sonra en kızıl komünist geçinenler dâhil, kibirli ve dogmatik birinciler şöyle veya böyle özünde mutlaka devlet ideolojisiyle bütünleştiğinden; başka bir deyişle mayalar daima uyuştuğundan,  deyim yerindeyse o ikincilerin “sahne ışıkları”na çıkmasına elbirliğiyle izin verilmedi. Gazetelerde, dergilerde, yayıncılarda, kürsülerde suyun başı hemen her zaman birinciler tarafından tutulduğu, her halükarda da “aykırı sorgulamalar” hem küçümsendiği, hem de gazaba maruz kaldığı içindir ki, “sağ münevveran” (!) bir anlamda gettoya itildi.

BUNUN en yakın ve en somut örneği Cemil Meriç’tir. Batılı anlamdaki çok nadir entelektüellerden birisi olan bu büyük düşünür bile yaşadığı müddetçe o gettodan çıkamadı. Öte yandan, yukarıdaki genel Cumhuriyet ideolojisiyle “muhalif” sanılan ama aslında ortak kalıp paylaşan “sol aydınlar”ın aynı kaba tükürdüğünü sergileyen örnekler sayısızdır.
12 Mart 1971 öncesinde atılan “Ordu – gençlik elele / Milli cephede” sloganından başlayın ve o 12 Mart sonrasındaki “Ecevit affı”nda bütün bir “Ankara me’murîn”inin cezaevleri önünde tahliyeleri alkışlamasına uzanın, buradaki iç içelik göz çıkartacak raddededir.

Yazının Devamını Oku

Almanya: Sene yirmi

6 Ekim 2010
ASLINDA başlık benim yukarıda yazmış olduğum gibi değildir.

Doğrusu “Almanya: Sene sıfır” şeklindedir. İtalyan yeni-gerçekçi akımının dev ustası Roberto Rosselini tarafından çekilen ve 2’nci Savaş nihayeti Berlin’ini anlatan film bu adı taşır.
Oradan aldım ve pazartesi Alman birleşmesinin 20’nci yılı olduğu için de rakamı değiştirdim.

BU yirmi senede ne olmadı ki! Geriye baktığımda en önce şansıma şükrediyorum.
Zira, genel yayın yönetmenim Hasan Cemal’in gazeteci olarak “tarihe tanık olmak” kamçılaması sayesinde, komünizmin tek bir fiske vurulmaksızın ve iskambilden bir şato gibi yıkıldığı tüm süreci Varşova’dan Bükreş’e, Peşte’den Berlin’e an be an ve yerinde yaşadım.
Artı, Helsinki’den Rejkavik veya Malta’ya, o tarihin yazıldığı toplantıları da izledim.
Ama bunlara rağmen “sene yirmi”ye böylesine çabuk varılacağını tahmin edemedim. 
Kim derdi ki, 1989 yazı nihayetinde sınırı açan Macaristan’dan Trabant otomobillerin patpatıyla Avusturya’ya kafileler halinde kaçarken seyrettiğim Doğu Almanlar, bugün ortak Cumhuriyet’in yurttaşı olarak söz konusu otomobilleri çoktan müzeye kaldırmış olacaklar?

Yazının Devamını Oku

Bunlar güzel hareketler!

5 Ekim 2010
GEÇEN hafta bugün yayımlanan yazım “İyimserlikler Rüzgârı” başlığını taşıyordu.

Referandumdaki “evet”lerin ciddi üstünlüğünden sonra siyasi atmosferin aniden yumuşadığını ve dolayısıyla da toplumsal kutuplaşmanın gevşediğini kaydetmiştim. Artı, 12 Eylül halkoylamasının gelecekte bir “demokratikleşme ve sivilleşme virajı” olarak mutlaka Türkiye yakın tarihine altın harflerle yazılacağını tekrarlamıştım.

ÖTE yandan, pazar günkü “Radikal” de benim hafta başındaki iyimserliğimi pekiştiren bir doğrultuda “Güzel Hareketler Bunlar” manşetini kullandı. Bana sorarsanız da, yazı dilinde hiç hoşlanmadığım devrik cümle istisna, yukarıdaki ünlem kamuoyunun hissiyatını en iyi biçimde dile getiren formüle tekabül etti.
Cumhurbaşkanı Gül’ün TBMM’deki açılış konuşmasından yola çıkan gazete bu üç kelimeyle, bir gün önce attığı “Demokrasi Manifestosu” manşetinin devamını getirmiş oldu. Nitekim spot, haber ve yorumlarda da hem iktidarın, hem muhalefetin yarattığı umut yansıtılıyordu. Bunlara bir de kısmen olumlu mecraya giren Kürt sorununu eklemek gerekiyor.
Zaten de fanatik AKP düşmanları hariç hemen tüm medya aynı doğrultuda yayın yaptı. Her halükarda şu kesin, 12 Eylül akşamından itibaren Türkiye’de tansiyon düştü ve sözünü etmiş olduğum “iyimserlikler rüzgarı” ülke sathında hakim duruma geçti. Daldan dala atlamak olacak ama şimdi size başka bir iyimser rüzgâr daha estireceğim.

SONBAHAR kapıya dayandı ya, refakatçim kendisine mevsimlik iskarpin alacakmış. Cumartesi alargalığıyla öğle saatlerine doğru Tünel’de kahve içtikten sonra şu dükkân senin, bu tezgâh benim salına salına Galatasaray’a vardık. Biraz da geçtik. Ve tam Atlas Sineması’nın önüne geldik ki, muazzam bir kuyrukla karşılaştık. Sonu gözükmüyor. Siz deyin Parmakkapı’ya, ben diyeyim Taksim’e kadar uzanıyor.
Sanırsınız ki, komünist Küba Havana’sında bir devlet mağazasına kıytırık mal ithal edilmiş de bütün şehir ahalisi hücuma geçmiş. Veya savaş kıtlığında fırından ekmek çıkacak. Oysa belli bunların hiçbiriyle ilgisi yok, zira hıncahınç kalabalığın kahir ekseriyetini yaş ortalaması yirmiyle yirmibeş arasında değişen cıvıl cıvıl bir gençlik oluşturuyor.

REFAKATÇİM tam karşıdaki bilmem kaçıncı dükkâna girdiğinde artık canıma tak dediği için ben dışarıda kaldım. Alabanda ederek de kuyruktakilerle konuşmaya başladım. Meğersem, ayın dördünde başlayacak olan “Filmekimi” festivaline bilet almak için oradaymışlar. Kimisi sabah altıdan beri bekliyormuş. Kimisi münavebeyle nöbet tutuyormuş. Bir heyecan, bir heyecan, yer bulabilmek arzusuyla kimse kuyruğa beddua okumuyor.

İMDİ, böyle bir ülkenin ve toplumun üzerinde “kötümserlikler rüzgarı” esebilir mi? Ağzımdan yel alsın, bu tür bir yelden söz etmek felaket tellallığı olmaz mı? Düşünün ki son tahlilde orta halli, hatta belki daha alt düzeyde ve pırıl pırıl bir gençlik film festivalinde yer bulabilmek azmiyle sabahın köründe kuyruğa girmektedir.

Yazının Devamını Oku

Baklavalar ve çıraklar

2 Ekim 2010
GECE çok ıslaktı ve çok sıcaktı. Dehşet ıslaktı ve dehşet sıcaktı. Ödünç aldığım otomobil tam köprü trafiğinde başıma belâ açtığı için, Çağlayan taraflarında sabaha kadar açık olan tamircilerden birinde radyatör kelepçesi değiştirtiyordum.

YARI beline kadar motora eğilmiş adam hışımla bağırdı: “Onyedilik lokmayı getir”. Henüz bıyıkları terlememiş çocuk koşarak içeri gitti. Geri döndü. Anahtarı verdi. Yarı beline kadar motora eğilmiş adam aniden doğruldu. Başını kaporta kapağına çarptığı için galiz küfür savurdu. Ardından çırağa hitap ederek daha da galiz küfür savurdu: “Onyedi dedik o... çocuğu, senin okuman yazman da mı yok!”
Tokat da nakşetmek istedi ama çocuk hızlı bir refleksle çekildiği için hamle boşa gitti. Dudaklarımın ucuna sevgili Refik Durbaş’ın o emsalsiz hüzünler şiiri geldi: “Elim sanata düşer usta / Dilim küfre, yüreğim acıya...”
Sonra iş bitti. Usta özür dilercesine “olur böyle şeyler, sıcaktan bunaldım da” diyerek çırağın omzuna şaplak vurdu. Çırak, hiç beklenmedik bir hareketle ustanın elini öptü. Ben de aynı çırağa yüklü bahşiş bırakarak kaçarcasına ayrıldım. Sıcak geceye sığındım
Refik’in şiiri ise “Sevda ne yana düşer usta / Hicran ne yana” diye devam etti.

GARİP, yaz ortasında yaşadığım bu sahneyi dün seyrettiğim “Şark Tatlıları” veya Türkçe ismiyle “Baklava” başlıklı yarı belgesel ? yarı kurgu filmden dolayı hatırladım. Yunan asıllı Fransız yönetmen Ancelos Abazoğlu’nun Olga Abazoğlu ve Mesut Tufan’la birlikte gerçekleştirdiği ve Fransız ? Alman ortak kanalı “Arte”deki bir haftalık “2010 Kültür Başkenti İstanbul” özel programları çerçevesinde çekilmiş olan “Baklava”, adı üstünde, tatlıların şahını, daha doğrusu şehin şahını konu alıyor.
Buğdayın sertlik kalitesinden şurubun kıvam derecesine ve oklavayı tutuş tarzından fırının dakika süresine, konu hakkında öğrenmek istediğiniz her şey burada var! Eğer kolestrol korkunuz yoksa derim ki, önce filme bakın sonra da derhal en yakın tatlıcıya dalın ve de afiyet şeker olsun! Bir de kısaca şunu ekleyeyim. Finansörler arasında Yunan televizyonu da yer alıyor.
Dolayısıyla, bırakın telveli kahveyi, kelime etimolojisindeki Türkçe kökene rağmen Batı komşularımızın daha düne kadar o baklavayı bile “Helen” yaptığı düşünülürse, iki halk arasındaki dostluk ve kardeşliğin şimdi ne denli pekiştiğini görmek insana mutluluk veriyor.

ÖTE yandan Antep’te başlayıp İstanbul’da devam eden film yöre çocuğu Mustafa’ nın oradaki çıraklığı şehrimizde de sürdürmek ve burada ustaya dönüşmek azmini yansıtıyor. Yani, çağrışımlı iç göç olgusunun dışında geleneksel usta-çırak ilişkisi kurdelenin geri planındaki ana temayı oluşturuyor. Ekranda kökeni ahiliğe ve loncalara uzanan mesleki ayrışma ve eğitim işleniyor.
Nitekim de usta müstakbel çırakları daha ilkokulda belirlerken tercihini, öğrencilerin hangi mantıki ve ahlaki gerekçelerle oklava sallamak istediklerini dinledikten sonra yapıyor. Mustafa gibi biraz kalfalığa doğru ilerlemişi başka yerde iş aradığında ise yeni usta önce o oklavadan dolayı pazıların şişip şişmediğini denetliyor. Sonra da eskiyi kefil istiyor.
Zaten çırak da etapları atlayarak ve un torbası sırtlamadan hemen fıstık ufalamaya geçemeyeceğini; hele hele şurup dökmeye hiç geçemeyeceğini daha en baştan biliyor. Evet evet, Abazoğlu’nun filmi Durbaş’ın “Gurbet ne yana düşer usta / Sıla ne yana? / Hasret hep bana / Bana mı düşer usta?” dizelerindeki hüznü neşeye dönüştürüyor.
Tatlı yiyelim tatlı konuşalım ve her baklava taamında ustanın da, çırağın da yüzyıllardan süzülen mesleki adap, edep ve maharet şurubunu damağımızda şaklatalım.
Yazının Devamını Oku

Komplo Avcı’ya mı adalete mi?

30 Eylül 2010
BÖYLE giderse artık ben de komplo teorisyeni kesileceğim. Ağzım torba değil ya, aşağıdaki türden bir senaryo uyduracağım:

EFENDİM, Hanefi Avcı’nın tutuklanması aslında bir “derin devlet” kumpasıdır.
Adalet mekanizmasının AKP iktidarı ve Gülen camiası emrinde olduğuna inandırmak için, iyi saatte olsun güçler tarafından kasten gerçekleştirilmiştir.
Tevkifat, kamuoyunda eski Eskişehir Emniyet Müdürü’nün sırf yazdığı kitaptan dolayı kodese sokulduğu kanaatini yaratmak amacını gütmektedir.
Dolayısıyla da “sivil vesayet” tezleri çok daha geniş bir kitlede kabul göreceğinden, aynı iktidara ve aynı camiaya yönelik tepki hızla ivme kazanacaktır.
O halde, aman sakın görünüşe aldanmayın ve geri plandaki hinliği sezinleyin!

HAYIR, tabii ki böyle bir şey yok!
Ortada ne bir “derin”, ne de bir “sığ” devlet komplosu var!
Kesin bir şey söylemek istemiyorum ama ilk izlenim olarak, yine ölçüyü kaçırmış bir adli merciin başına buyrukluğu varmış gibime geliyor.
Çünkü neresinden bakılırsa bakılsın, hatta “Devrimci Karargâh” ilişkisinde şüpheler mevcut olsun, Avcı’nın tutuklanması yukarıdaki komplo teorisine ters yönden hizmet ediyor.
Yani, senaryoyu senaryo olmaktan çıkartıp onu aksi doğrultuda gerçek kılacak bütün unsurları, bütün öğeleri ve bütün endişeleri barındırıyor.
Hele hele, zanlının yazdığı kitaptan hemen sonra mahreme ilişkin “ifşaatlar”ın da (!) aniden ortaya saçıldığı göz önüne alınırsa, “pis kokular” daha da çok mide bulandırıyor.

PEKİİ, Avcı’nın tevkifinde gerçekten de iktidar ve camia parmağı var mı?
İhtimal vermiyorum!
Bir kere, o iktidar herhalde avanak değil! Yukarıdaki tutuklamayla birlikte “sokaktaki adam”ın ne düşüneceğini hükümet de en az benim kadar öngörecek kapasitedir.
Dolayısıyla, kendi ayağına ateş etmek anlamına gelen bir tevkifat kararı intihar olur.
Öte yandan, mümtaz din adamı Fetullah Gülen Hocaefendi ve camia önderlerinin sürekli olarak intikamcılıktan uzak durulmasını vaaz ve tavsiye ettikleri düşünülürse, Hanefi Avcı’nın “cemaat talimatı”yla (!) mahpusa sevkedildiği iddiası da bana inandırıcı gelmiyor.
Ancaaak!

ANCAĞI şu ki, farklı ve zıt ideolojik kamplara ayrışmış Türk adalet mekanizmasının karşı taraftan “öç alma” veya “gözdağı verme” dürtüleriyle donanmış hakimler, yargıçlar, savcılar barındırdığı da kesin bir vakıa oluşturuyor. Bunu Bursa’daki sağır sultan bile biliyor.
Dolayısıyla, Avcı’nın tutuklamasında yukarıdaki kanatlardan her hangi birinin söz konusu dürtülerle hareket etmediği yönünde ne bahse girebilirim, ne de tez geliştirebilirim.
Zaten, belki sütten çıkmış ak kaşık masumların değil ama evrensel ölçeklerde usul hukuku mağdurlarının gerçek suçlularla birlikte haksız yere içeride bırakıldığı “Ergenekon” soruşturması ve davası tam iki buçuk yıldır sürüyor. Başka bir hakkaniyetsizlik sergiliyor.
Yani, Türkiye’deki o adli mekanizmanın tamamen keyfi, tamamen öznel ve tamamen “yorumsal” (!) pratiklere açık kapı bıraktığı diğer bir hayati gerçeği oluşturuyor.
Ülkemizdeki laçka sistem, yasa uygulayıcıların o yasayı kendi mezhebine göre ve dört bir yana çekiştirebileceği inanılmaz bir elâstikiyet arzediyor. Sübjektif hukuk hüküm sürüyor.
Ve Hanefi Avcı’nın tevkifi de dâhil temel, ana ve esas sorun buradan kaynaklanıyor.
Artık şu veya bu komplo teorisini çöpe atmak ve adaleti a-d-i-l kılmak zamanıdır!
Yazının Devamını Oku

CHP’nin ikilemi

29 Eylül 2010
GERÇEKLEŞİR veya gerçekleşmez, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim öncesinde yeni bir anayasa hazırlanması yönünde yaptığı teklif son derece olumlu bir gelişme oluşturuyor.

Dolayısıyla, CHP lideri yukarıdaki girişimiyle en önce şükran ve tebrik hak ediyor.

Ve eğer yukarıdaki yapıcılık sürerse de, muhtemeldir ki, referandumla birlikte zaten tarihi bir viraj dönmüş olan Türkiye yeni parkurda beklenenden çok daha hızlı ilerleyecektir.

Her halükarda, dün belirttiğim gibi, aynı Kılıçdaroğlu’nun bilhassa halkoylamasından sonra sergilediği mutedil, uzlaşmacı ve bütünleştirici tutum, Dersimli halefin polemist, hırçın ve demagog selefle köprüleri attığına dair iyimser sinyaller veriyor.

Ümit edelim ki söz konusu tutum ana muhalefet partisinde yerleşiklik kazanacaktır.

Yazının Devamını Oku

İyimserlikler rüzgârı

28 Eylül 2010
RÜZGAR nasıl da döndü!

İki haftadan beri nasıl da munis esiyor!
Hissediyor musunuz, bütün bir Türkiye’yi nasıl da iyimser okşuyor?

BİLİYORUZ, gördük, duyumsadık veya bizzat kendimiz aynı yele kapıldık, anayasa referandumu öncesi hüküm süren o fırtına, o bora, o tayfun 12 Eylül’de en zirveye ulaştı.
Meteorologların “göbek” dediği doruk nokta sabah sekizden, akşam beşe dek yaşandı.
Sonra bir baktık ki, daha gece başlangıcında barometre 760 milimetreyi işaretliyor.
Hava basıncı hektopaskal ünitede de, milibar ünitede de, tor ünitede de normale inmiş.

ORAYA inmiş, çünkü “evet”lerin kesin üstünlüğü etrafı hoş bir sükûnetle kaplamış.

Yazının Devamını Oku