“Dönek”, “liboş”, “satılmış”, “hain”, “uşak”., Son olarak da “yandaş”.
Malûm, bütün bunlar son tahlilde daima hakim ideolojiyle bütünleşen bir “statüko münevveranı”nın, “Özallı yıllar”la birlikte ilk kez o hükümranlığa isyan ve ihanet etmek cesaretini gösteren yeni ve özgürlükçü bir “intelligentsia”ya yönelttiği küfürleri oluşturuyor.
Kelime moda olduğu için kullanıyorum, “liberal intelligentsia” da diyebiliriz.
Parantez içinde hemen perşembe günkü yazımı hatırlatayım, buradaki “intelligentsia” deyimiyle haydi haydi soyut ve oldukça da elâstiki bir “aydın katmanı”nı kastediyorum.
BİZDEKİ Fransızca fonetik işgüzarlığının aksine aynen zikredildiği gibi telaffuz edilen bu Rusça kelimeyle 19. yüzyıl Çarlığındaki okur – yazar kesim tanımlanmıştır. Fakat tabii ki bu okur - yazar ifadesi alfabeyi sökmüş insanların tümünü kapsamıyor. Deyim, çoğu defa tûfeyli bir sosyal ayrıcalıkla donanmış olan ve her halükarda da eli kalem, dili kelâm ve beyni fikir tuttuğu varsayılan soyut bir sınıfın mensupları için kullanılır. O mensuplar ise Batı’da birey kimliği edinmiş olan “entelektüel” sıfatına eş düşmez.
Ama buna karşılık, her iki toplumdaki despotik ve kolektif özelliklerden dolayı gerek Osmanlı döneminin “kalem efendisi”, gerekse de Cumhuriyet lügatinin “aydın” kategorileri Rus “intelligentsia”sıyla büyük benzerlikler taşır. Devlet saplantısı başköşeye oturur.
Zaten bana sorarsanız da sözcüğün tam Türkçe karşılığı “münevveran”a tekabül eder. Neyse, şimdi tekrar başa döneyim.
EVET, işte yukarıdaki “intelligentsia”ya mensup Türk “aydın sınıfı” (!) Cumhuriyet tarihinde ilk kez Turgut Özal’la birlikte bölündü. Eski mono blok gövde yekpareliğini yitirdi. Tabii burada “aydın sınıfı” derken, başta “laikçi” bir laiklik anlayışı olmak üzere aynı Cumhuriyet’in batılılaşma - modernleşme projesini a priori benimsemiş olan ve atmışlı yıllardan itibaren de kendini “sol” addetmeye başlayan “hükümran kesim”i kastediyorum. Hatta moda tabirle “beyaz Türk” bir “münevveran”dan bile söz edebiliriz. Üstelik dediğim gibi, hükümran bir sınıfı kastediyoruz. Öyle, çünkü hiç şüphesiz ki söz konusu projeye eleştirel bakan ve geleneksel – muhafazakâr çizgide addedilen diğer bir “intellligentsia” da Türkiye’de daima varolmuştu.
Lâkin TKP’den gelip “Kadro” hareketine fikir babalığı yapanlar ve daha sonra en kızıl komünist geçinenler dâhil, kibirli ve dogmatik birinciler şöyle veya böyle özünde mutlaka devlet ideolojisiyle bütünleştiğinden; başka bir deyişle mayalar daima uyuştuğundan, deyim yerindeyse o ikincilerin “sahne ışıkları”na çıkmasına elbirliğiyle izin verilmedi. Gazetelerde, dergilerde, yayıncılarda, kürsülerde suyun başı hemen her zaman birinciler tarafından tutulduğu, her halükarda da “aykırı sorgulamalar” hem küçümsendiği, hem de gazaba maruz kaldığı içindir ki, “sağ münevveran” (!) bir anlamda gettoya itildi.
BUNUN en yakın ve en somut örneği Cemil Meriç’tir. Batılı anlamdaki çok nadir entelektüellerden birisi olan bu büyük düşünür bile yaşadığı müddetçe o gettodan çıkamadı. Öte yandan, yukarıdaki genel Cumhuriyet ideolojisiyle “muhalif” sanılan ama aslında ortak kalıp paylaşan “sol aydınlar”ın aynı kaba tükürdüğünü sergileyen örnekler sayısızdır.
12 Mart 1971 öncesinde atılan “Ordu – gençlik elele / Milli cephede” sloganından başlayın ve o 12 Mart sonrasındaki “Ecevit affı”nda bütün bir “Ankara me’murîn”inin cezaevleri önünde tahliyeleri alkışlamasına uzanın, buradaki iç içelik göz çıkartacak raddededir.
Doğrusu “Almanya: Sene sıfır” şeklindedir. İtalyan yeni-gerçekçi akımının dev ustası Roberto Rosselini tarafından çekilen ve 2’nci Savaş nihayeti Berlin’ini anlatan film bu adı taşır.
Oradan aldım ve pazartesi Alman birleşmesinin 20’nci yılı olduğu için de rakamı değiştirdim.
BU yirmi senede ne olmadı ki! Geriye baktığımda en önce şansıma şükrediyorum.
Zira, genel yayın yönetmenim Hasan Cemal’in gazeteci olarak “tarihe tanık olmak” kamçılaması sayesinde, komünizmin tek bir fiske vurulmaksızın ve iskambilden bir şato gibi yıkıldığı tüm süreci Varşova’dan Bükreş’e, Peşte’den Berlin’e an be an ve yerinde yaşadım.
Artı, Helsinki’den Rejkavik veya Malta’ya, o tarihin yazıldığı toplantıları da izledim.
Ama bunlara rağmen “sene yirmi”ye böylesine çabuk varılacağını tahmin edemedim.
Kim derdi ki, 1989 yazı nihayetinde sınırı açan Macaristan’dan Trabant otomobillerin patpatıyla Avusturya’ya kafileler halinde kaçarken seyrettiğim Doğu Almanlar, bugün ortak Cumhuriyet’in yurttaşı olarak söz konusu otomobilleri çoktan müzeye kaldırmış olacaklar?
Referandumdaki “evet”lerin ciddi üstünlüğünden sonra siyasi atmosferin aniden yumuşadığını ve dolayısıyla da toplumsal kutuplaşmanın gevşediğini kaydetmiştim. Artı, 12 Eylül halkoylamasının gelecekte bir “demokratikleşme ve sivilleşme virajı” olarak mutlaka Türkiye yakın tarihine altın harflerle yazılacağını tekrarlamıştım.
ÖTE yandan, pazar günkü “Radikal” de benim hafta başındaki iyimserliğimi pekiştiren bir doğrultuda “Güzel Hareketler Bunlar” manşetini kullandı. Bana sorarsanız da, yazı dilinde hiç hoşlanmadığım devrik cümle istisna, yukarıdaki ünlem kamuoyunun hissiyatını en iyi biçimde dile getiren formüle tekabül etti.
Cumhurbaşkanı Gül’ün TBMM’deki açılış konuşmasından yola çıkan gazete bu üç kelimeyle, bir gün önce attığı “Demokrasi Manifestosu” manşetinin devamını getirmiş oldu. Nitekim spot, haber ve yorumlarda da hem iktidarın, hem muhalefetin yarattığı umut yansıtılıyordu. Bunlara bir de kısmen olumlu mecraya giren Kürt sorununu eklemek gerekiyor.
Zaten de fanatik AKP düşmanları hariç hemen tüm medya aynı doğrultuda yayın yaptı. Her halükarda şu kesin, 12 Eylül akşamından itibaren Türkiye’de tansiyon düştü ve sözünü etmiş olduğum “iyimserlikler rüzgarı” ülke sathında hakim duruma geçti. Daldan dala atlamak olacak ama şimdi size başka bir iyimser rüzgâr daha estireceğim.
SONBAHAR kapıya dayandı ya, refakatçim kendisine mevsimlik iskarpin alacakmış. Cumartesi alargalığıyla öğle saatlerine doğru Tünel’de kahve içtikten sonra şu dükkân senin, bu tezgâh benim salına salına Galatasaray’a vardık. Biraz da geçtik. Ve tam Atlas Sineması’nın önüne geldik ki, muazzam bir kuyrukla karşılaştık. Sonu gözükmüyor. Siz deyin Parmakkapı’ya, ben diyeyim Taksim’e kadar uzanıyor.
Sanırsınız ki, komünist Küba Havana’sında bir devlet mağazasına kıytırık mal ithal edilmiş de bütün şehir ahalisi hücuma geçmiş. Veya savaş kıtlığında fırından ekmek çıkacak. Oysa belli bunların hiçbiriyle ilgisi yok, zira hıncahınç kalabalığın kahir ekseriyetini yaş ortalaması yirmiyle yirmibeş arasında değişen cıvıl cıvıl bir gençlik oluşturuyor.
REFAKATÇİM tam karşıdaki bilmem kaçıncı dükkâna girdiğinde artık canıma tak dediği için ben dışarıda kaldım. Alabanda ederek de kuyruktakilerle konuşmaya başladım. Meğersem, ayın dördünde başlayacak olan “Filmekimi” festivaline bilet almak için oradaymışlar. Kimisi sabah altıdan beri bekliyormuş. Kimisi münavebeyle nöbet tutuyormuş. Bir heyecan, bir heyecan, yer bulabilmek arzusuyla kimse kuyruğa beddua okumuyor.
İMDİ, böyle bir ülkenin ve toplumun üzerinde “kötümserlikler rüzgarı” esebilir mi? Ağzımdan yel alsın, bu tür bir yelden söz etmek felaket tellallığı olmaz mı? Düşünün ki son tahlilde orta halli, hatta belki daha alt düzeyde ve pırıl pırıl bir gençlik film festivalinde yer bulabilmek azmiyle sabahın köründe kuyruğa girmektedir.
Dolayısıyla, CHP lideri yukarıdaki girişimiyle en önce şükran ve tebrik hak ediyor.
Ve eğer yukarıdaki yapıcılık sürerse de, muhtemeldir ki, referandumla birlikte zaten tarihi bir viraj dönmüş olan Türkiye yeni parkurda beklenenden çok daha hızlı ilerleyecektir.
Her halükarda, dün belirttiğim gibi, aynı Kılıçdaroğlu’nun bilhassa halkoylamasından sonra sergilediği mutedil, uzlaşmacı ve bütünleştirici tutum, Dersimli halefin polemist, hırçın ve demagog selefle köprüleri attığına dair iyimser sinyaller veriyor.
Ümit edelim ki söz konusu tutum ana muhalefet partisinde yerleşiklik kazanacaktır.
İki haftadan beri nasıl da munis esiyor!
Hissediyor musunuz, bütün bir Türkiye’yi nasıl da iyimser okşuyor?
BİLİYORUZ, gördük, duyumsadık veya bizzat kendimiz aynı yele kapıldık, anayasa referandumu öncesi hüküm süren o fırtına, o bora, o tayfun 12 Eylül’de en zirveye ulaştı.
Meteorologların “göbek” dediği doruk nokta sabah sekizden, akşam beşe dek yaşandı.
Sonra bir baktık ki, daha gece başlangıcında barometre 760 milimetreyi işaretliyor.
Hava basıncı hektopaskal ünitede de, milibar ünitede de, tor ünitede de normale inmiş.
ORAYA inmiş, çünkü “evet”lerin kesin üstünlüğü etrafı hoş bir sükûnetle kaplamış.