25 Eylül 2010
TOPHANE’yi bilirim. Öyle yarım yamalak falan değil iyi bilirim. Üstelik de severim. Bilirim, zira babamın matbaası oradaydı. Beşikteyken post serdim desem yalan olmaz.
6 - 7 Eylül’de dükkânı talandan kurtardığı için Çingene hamal Hamdi’nin Karabaş’taki evine teşekküre gitmişliğim vardır. Babama ve Koço Amca’ya çay bardağında rakı vermişti.
Çıraklık yıllarımın öğle paydoslarında ise pilav üstü kuruyu Lüleci Hendek’teki Agop’ un aşevinde kaşıkladım. Esrarkeşleri içeri sokmazdı ve “çek bir betonarme” diye bağırırdı.
Zaten o esrarkeşler de üç kuruş bulduğunda rıhtımdaki afyonlu şarabı tercih ederdi.
* * *
SONRA Tophane’yi severim, çünkü limanımın gerçek argosuna orada vakıf oldum.
Yumurta topuk iskarpin ve top ense tıraş, semt bitirimleri kerhaneye gidecek alıkları “bul karayı, al parayı” diye düdüklerken, onlara baka baka enfes bir küfür hazinesi edindim.
İftihar vesilemdir ve yedi nesil Kasımpaşalı hariç bana lâf yetiştirenin alnını karışlarım
Öte yandan, komşu mahallede oturduğumdan şimdiki Tophane’yle de bağım sürüyor.
Tramvaya hep Kılıç Ali Paşa’dan bindiğimiz için, başta son “vukuat”ın gerçekleştiği Boğazkesen Caddesi olmak üzere, haftada en az bir defa tüm oraları tabanvayla katediyorum.
* * *
TOPHANE hem değişti, hem değişmedi. Fakat ikinci şık daha ağır basıyor.
Semt İstanbul tarihinde sahip olmuş olduğu o “lumpen proleter” kimliğini koruyor.
Doğru, moda çoktan geçtiği için artık ne yumurta topuk iskarpin, ne top ense tıraş var!
Ama Reşat Ekrem’in ballandıra ballandıra anlattığı köşe külhanbeyleri ve dudakta cigara, evlerin önünde karanfil ayıklayan Roman kadınlarıyla eski Tophane hâlâ duruyor.
Bu, şehirli bir Tophane’dir! Yukarıdaki “lumpen” sıfatını da tam hakkıyla layıktır.
Yeni Tophane ise taşralı, daha doğrusu köylü bir karakter arzediyor. Son yirmi yılın iç göç olgusundan nasiplendi. Kürt veya Arap, çoğunluğu Doğu kökenli insanları sakin edindi.
Ve her açıdan biliyorum, yukarıdaki ahali ciddi bir muhafazakâr kimlik de yansıtıyor.
Çarşamba kadar değil ama türbanın ötesinde çarşaflı kadınlar da bolca göze çarpıyor.
Kesin hüküm veremem, fakat ilk Tophane’yi çok yakından tanıdığımdan, ortak mekân paylaşmalarına rağmen bu iki toplumsal kesimin aynı hayat tarzını paylaştığını sanmıyorum.
Zaten farklı kahvelerdeki farklı müşterilere bakıldığında da durum açıkça sezinleniyor.
Her halükarda, yeni ve köylü sakinlerine rağmen eski ve şehirli Tophane pes etmiyor.
* * *
İMDİİ, tüm bunlardan yola çıkarsak, “yepyeni” ve “ultra şehirli” Tophane’ye, yani sanat galerilerine yönelen pespaye saldırı niçin ve kim tarafından gerçekleştirildi?
“Eski” ve “yeni” Tophane’nin bu “yepyeni” Tophane’ye karşı kurmuş olduğu geçici bir ittifak tarafından gerçekleştirildi. Artı, tamamen “korunma refleksi”nden kaynaklandı.
Diğer deyişle, şu “içki” ve “kadın” palavrası yine Tophane ağzıyla “kaşkariko”nun zirvesidir. Hop dedik muhterem madik yutmayız, biz de kaldırım üniversitesinden mezunuz!
Dolayısıyla, rezil “mariz” olayının tek nedenini değişime direniş içgüdüsü oluşturdu.
Namaz ve niyaza uzak bir “lumpen gelenek” o namaz ve niyazı kendine siper edindi.
Mazide aynı tür mahallelerin, örneğin New York’ta Soho, Paris’te Haller, Brüksel’de Molenbeek sakinlerinin başka tür gerekçelerde yaptığı gibi, “savunma taarruzu”na (!) geçti.
Yani, sanat niteliği itibariyle “öncü”yle ve “aykırı”yla özdeşleşen bir hal ve oluş tarzına; artı, onun geri planda yansıttığı refah sembolizmine şiddet içerikli bir tepki verdi.
Derhal cezalandırılmalıdır ama ortada pireyi deve yapacak bir toplumsal kavga yoktur.
Fakat çok hayati ve çok ciddi bir olgu vardır: Onu da, “dini muhafazakarlık”ın haydi haydi laik bir “lumpen kültür” tarafından bile saldırıya bahane gösterilmesi oluşturmaktadır.
Ve, buna zemin yaratan ruhi ortamı yok ve imha etmek şimdi otoritenin acil görevidir!
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2010
DÜN dediğim gibi, utangaç bir “sosyalist” sıfatıyla yetinen ama evrensel kriterlere göre komünist çizgide olan “Birgün” gazetesi referandumu şu inanılmaz özetle sonuçlandı: “Sağ yüzde 60, sol yüzde 40”!
Pes ki pes ve de böyle “sol”a (!) kitakse!
* * *
ÖYLE, çünkü insaf, halkoylaması plebisite dönüştüğü için AKP’ye karşıtlıkta buluşan ve başka ortak paydası olmayan yamalı bohça bir hayır koalisyonuna nasıl “sol” denilebilir?
“Sol” tanımının yine evrensel kabul görmüş asgari ve minumum kıstasları yok mudur?
Oysa yukarıdaki tahlile göre, türbanlı hizmetçiden tiksindiği için Moldavya’dan “fam dö şambr” getirten botokslu Nişantaşı sosyetiği; cenazede “kana kan, intikam” şiarı attıktan sonra Kürt esnafın dükkânını kundaklayan taşra ırkçısı; aynı Kürtlere dekolte göbeği ile taş fırlatan kızıl ojeli İzmir dilberi; veya dört çarpı dört otomobilinde cep telefonuyla kâh firma müdürüne, kâh borsa simsarına talimat veren işadamı “sol” (!) oluyor. Breh breh breh!
Dolayısıyla, yukarıdaki “cici merkez”in ve “şık semtler”in “hayır”ını “evet”le göğüsleyen o yüzde atmışlık çevre, periferi, avam, pleb, varoş falan da “sağ” addediliyor.
Eminim, Fransız Devrimi’ndeki saflaşmadan ötürü ilk kez 28 Ağustos 1789’da lügate girmiş olan “sağ - sol” terimleri o gün bugündür hiçbir zaman böylesine altüst, böylesine tahrif ve böylesine dejenere edilmemiştir ki, bunu Türk “sosyalistler”e (!) borçluyuz.
Bravo ve bravissimo, işte terminolojiye ve literatüre yepyeni bir katkı yaptılar.
* * *
BELKİ beni şu avuntuyla teskine çalışacaksınız: “Canım uzun etme ve şükret. Hiç olmazsa ‘ulusalcılar’ gibi o yüzde atmışa ‘aptal’ dememişler de ‘sağ’ diye geçiştirmişler”.
Hayır, böyle bir züğürt tesellilerine karnım tok! Tok, çünkü yukarıdaki “solcu tahlil” (!) aslında sonsuz hazin bir gerçeği bir defa daha gözler önüne seriyor. O gerçek de şudur:
Evrensel sol kültüre yabancı CHP’yi zaten hesaba katmıyorum ama, kendine Marksist diyen öteki “sol” da, tek tük istisnalar hariç, Türkiye’de devlet ideolojisine eklemleşmiştir.
Egemenlerle ruhi bütünlüğü vardır. Kıstaslarını İttihatçı, Kemalist ve laikçi eksende; yani öz itibariyle, hadi biat demeyelim de statükoya komşuluk çizgisinde belirlemektedir.
Ta 1920 TKP’sinin Sansaryan Hanı işkencelerinden 12 Mart 1971 darbesinin “ordu kılıcını attı” sevinçlerine; oradan da bugünkü referandum analizlerine, ülkemizdeki “radikal sol” (!) cellâdına âşık bir maktuldür. Söz konusu statükoyla mazoşist bir ilişki yaşamaktadır.
Ona yaklaşıldığı ölçüde “sol” sıfatını bahşetmektedir. Uzaklaşma da “sağ” olmaktadır
Üstelik ağzıyla kuş tutsa bile, yukarıdaki “sol” (!) öyle Marksist falan da değildir!
* * *
DEĞİLDİR ve illâ bir “izm” kullanılcaksa da, bizimkiler olsa olsa “Lassalist”dir.
Bununla, Hegel’in devlet kuramını Marx ve Engels’den bile daha çok amentü bellediği için onlarla uluorta çelişen 19. yüzyıl Alman sosyalisti Ferdinand Lassalle’yi kastediyorum.
O Lassalle ki özgürlükçü demokrasiye karşı beslediği nefretten dolayı otokrat Prusya şansölyesi Bismarck’la uzun uzun mektuplaşmaktan ve baş başa görüşmekten çekinmemiştir.
Artı, 1862 tarihli “Anayasa Nedir” risalesine bir bakın, “liberal kandırmaca” diye bizzat anayasa kavramını çöpe atan Breslavlı bu “keskin devrimci”yle bizim “keskinler”in aynı telden çaldığını anında fark edersiniz. Ustası da, çırağı da otorite ideolojisiyle flört eder.
1862 Almanya’sında burjuvalar, 2010 Türkiye’sinde de yüzde atmışlar “sağ” addedilir
Varsa yoksa fetiş bir işçi sınıfı ki, o sınıf da ancak Ferdinand Lassalle’in “rasyonel diktatörlük” dediği ve tabii yine devletle özdeşleşen bir “sol” yapı tarafından kurtarılacaktır.
Oysa bu kafa değişmediği takdirde, referandumun o kıymeti kendinden menkul yüzde kırklık “sol”u (!) bile bizim “Lassalistler”i daha da çok marjinalleşmekten kurtaramayacaktır.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2010
KENDİNİ genel anlamda “sosyalist” olarak tanımlayan “Birgün” gazetesi akıllara seza bir referandum tahlili yaptı. Doğrusu, benim de dudağım uçukladı. Şaşırdım kaldım.
Bu inanılmaz “sol” (!) tahlile yarın geleceğim, önce şu “sosyalist” sıfatındaki utangaçlığa, samimiyetsizliğe ve riyakârlığa değinmek istiyorum.
* * *
GEREK söz konusu yayın organı, gerekse üç - aşağı beş yukarı aynı “devrimci” saplantıdaki diğer “keskinler” (!) hangi akla hizmet yukarıdaki kelimeden medet umuyorlar?
Neden kendilerini inkâr etmek, en azından gizlemek ihtiyacını hissediyorlar?
Yani, o “devrim”e bel bağladıkları için reformizmi “sınıf işbirliği” sayanlar, niçin aynı reformizm ve aynı işbirlikçilikle özdeşleşmiş “sosyalist” sıfatını kullanıyorlar?
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2010
ÖNCEKİ hafta gittiğim Ege köylerinden birisinde şu manzarayla karşılaştım.
Artık kulübecik mi diyeyim, yoksa başka bir şey mi bilemiyorum, etraftaki taşlar üst üste konularak yöre çıkışındaki yol kavşağına minik bir mekân inşa edilmişti.
Eni yaklaşık 50 – 60 santim, derinliği bir o kadar, boyu ise biraz daha uzundu.
İçine de, hani kaşları daima çaş çatık ve kendisine hiç benzemeyen Atatürk büstleri vardır ya, işte onlardan bir tane yerleştirilmişti.
SONRA, mukavva veya kontrplakla kaplanmış arka zemine, üzerinde yine Mustafa Kemal’in kalpaklı bir resmi bulunan bayrak gerilmişti. Burada hemen şu da ekleyeyim.
Yolculuğum 30 Ağustos bayramına da denk geldiği için fark ettim ki, Batı bölgemizde bu tür sancak artık bir “alâmet-i farika”ya dönüşmüş.
Roland Barthes’in “Modern Efsaneler” kitabını hatırladım, foto-montajlı bayrak bir simge, bir slogan, bir “tavır”, bir “duruş” olarak algılanıyor.
Eğer sırf yıldız ve hilâlle yetiniyor ve kalpaklı eklentiye itibar etmiyorsanız, demek ki bütün geri planıyla birlikte “cumhuriyetçi”, “laikçi” ve “Atatürkçü” değilsiniz.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2010
YABANCI basın organlarının referandum ertesindeki yorumlarını izlediniz mi?
Dikkat, genel olarak “yabancı” diyorum ve “Batı” kelimesini kasten kullanmıyorum.
Ben hepsini izledim. Lisanını anladığım medyayı internetten direkt olarak takip ettim.
Anlamadıklarımı ise Türk gazetelerinde yayınlanan tercümelerinden okudum.
İLKİN şunu belirteyim ki, İngiliz “Daily Telegraph” yayınlanan ve buram buram İsrail dezenformasyonu kokan “İran rüşveti” (!) asparagası bir yana, ne Şark’ta, ne Garp’ta ve ne Yaşlı Kıta’da, ne Yeni Dünya’da, “evet”i olumsuz değerlendiren tek organ çıkmadı.
İlaç için, numunelik olarak, mostralık niyetine bile tek bir tane dahi çıkmadı.
Hatta öyle ki, Sezar’ın hakkı Sezar’a, yukarıdaki İsrail’de yayınlanan “Haaretz” bile dobra dobra davrandı ve, “biz hoşlanmasak da Erdoğan’ın Türkiye’de Atatürk’ten sonra ikinci büyük lider olduğunu kabullenmemiz gerekiyor” yorumunu yapmaktan çekinmedi.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2010
REFERANDUMDAN çok büyük bir zaferle çıkan taraf tabii ki AKP’dir. Tartışılmaz. Göreceli galibiyet alan diğer kurum ise BDP’dir. Ama bu kısmen yoruma açıktır.
Her halükarda, kimse bahane aramasın, ikisi de bileğinin hakkıyla başarı sağlamıştır.
Fakat “hayırcı muhalefet” sırf kendi uğradığı hezimetten sorumlu değildir
Aynı zamanda da yukarıdaki zaferi iktidar partisine altın tepsi içinde hediye etmiştir.
ÖYLE, zira daha en baştan, kasten eksen kaydıran muhalefetin anayasal referandumu AKP’ye karşı bir güvenoyuna dönüştürmesini “aymazlık stratejisi” olarak nitelendirmiştim.
Dedim ki, “hayır”ların öne geçeceği ve bunların oranının da yüzde kırk ? kırbeş civarında kalacağı varsayılsa bile, böyle bir gelişme hayati bir etki yaratmaz. Yaratamaz.
Hükümet kurumu tabii ki bir dereceye kadar “sarsılır” ama ciddi bir yara almaz.
ALMAZ, çünkü bu sonuç karşısında bile aynı parti “sekiz yıllık iktidar aşınmasına ve üstelik hepinizin bana karşı tek bir blok oluşturmasına rağmen işte kitle desteğimi hâlâ koruyorum” demek marjına yine sahip olacaktır. Hakkı baki ve mahfuz kalır.
Hele hele, yukarıdakinin tersine “evet”ler ağır bastığı ve üstelik ciddi bir sınır aşıldığı takdirde, sonuç artık bizzat muhalefete karşı bir “güvensizlik oylaması” anlamına gelir.
Bütün “hayırcı” partilerin kendi ayağına ateş etmiş olduğu kesinlik kazanır.
Dolayısıyla da, aynı muhalefet aynı iktidarın başına zafer tacı oturtmuş olur.
İşte zaten 12 Eylül 2010 akşamı gerçekleşen şey de o taçlandırmanın ta kendisidir!
Pekii, muhalefetin stratejisi doğru veya yanlış, AKP neden çok net bir güvenoyu aldı?
HER şeyden önce, korungan mahallelerinden dışarı adım atmayanlar; Zeytinburnu’nda metro değiştirip Bağcılar hattına binmeyenler; varoşların berber koltuğuna oturmayanlar; bayram camilerinin avlularında secdeye varmayanlar; bekçili sahil sitelerinden başka yerlerde denize girmeyenler; kenar semtlerin alış-veriş plazalarında pazar aylaklığına çıkmayanlar; veya sosyolojik tahlillerini içkili kafelerin kalabalıklık, merkez gazetelerin yerellik ve paralı kliniklerin doluluk oranına bakarak yapanlar, yukarıdaki soruya doğru cevap veremezler.
Zaten veremedikleri için çuvalladılar. Dünden itibaren de inanılmaz bir züğürt tesellisiyle ve hem kel, hem fodul hesabı, işi “yüzde 42 iyi sonuçtur” demeye vardırdılar.
Oysa AKP, “hayırcı” muhalefetin ve akıldanelerinin altın tepside sunduğu hediyeye ek olarak, esas güvenoyunu kendi iktidarı boyunca gerçekleştirdiklerinden dolayı aldı.
ÖYLE, çünkü gecekonduları süpüren yeni TOKİ konutlarında hangi ahali oturuyor?
Sosyal Sigorta hastanelerinde itip kakılmayanlar oradan nasıl bir ruh haliyle çıkıyor?
Borç harç, dört şeritli yolları dolduran vasıtaların mülk ruhsatı kimin cebinde duruyor?
Bayramda memleketine otobüs yerine artık uçakla gidenler; bakkalda veresiye defteri yerine artık plazada kredi kartı kullananlar; iğreti aşevleri yerine artık kalantor lokantada masaya oturanlar ne tür bir sınıf atlaması yaşıyorlar? Ne cins bir hissiyat karmaşası taşıyorlar?
Yani o uçaklara şalvarlı bindikleri için “müdavim yolcuları” rahatsız edenler; yani o plazalara türbanlı girdikleri için “ekâbir tüketicileri” şaşırtanlar; yani o lokantalarda kebap aradıkları için “elit gurmeleri” irkiltenler; yani zenginleşmek, şehirlileşmek ve dolayısıyla modernleşmek sürecinden geçenler, iş son raddeye vardığında hangi tercihi yapıyorlar?
Şüphesiz ki, toplum projesi sunmayan bir muhalefet illâ güvenoyu diye dayattığında, yukarıdaki imkânlardan az çok yararlanan geniş kitleler sonsuz insani bir refleksle o tercihi, zaten kendisini “irkiltici”, “şaşırtıcı” ve “rahatsız edici” bulanlardan yana yapmıyorlar.
AKP’ye güvenoyu veriyorlar ki, onları buna zorlayan “hayır”cılar hayrını görsün!
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2010
YUKARIDAKİ mısra Büyük Yahya Kemal’e aittir. Münir Nurettin’in de segâh makamında bestesini yaptığı güfte “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok / Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” diye başlar. İşte, Pazar akşamından beri de statükonun terennüm edebileceği yegâne şarkı budur. Bir başkası yoktur ve kalmamıştır! YOKTUR ve kalmamıştır, çünkü notalar şimdi çok tiz ve çok berraktır. Zira 12 Eylül 2010 referandumu modern tarihimize hayati bir viraj döndürmüştür. Dolayısıyla, demokrasi, özgürlük ve sivillik rüştünü kesinkes ispatlayan Türkiye halkı Anayasa değişikliğine “evet” demekle aynı zamanda da musiki zevkini ortaya koymuştur. Yani, “Şahikalar yaradan bir ırkın ahvadıyız” türü hamasetlere ve “Gün doğdu hep uyandık, siperlere dayandık” cinsi gazlamalara kulak tıkadığını beyan etmiştir.
Bunların ikisini birden aynı anda, aynı sahnede ve aynı mikrofonda söyleyen “statüko koalisyonu”nun “kakofoni korosu” fazla dinleyici cezbedememiştir. Salon boş kalmıştır. Büyük çoğunluk, destek verdi diye Sezen Aksu’nun adını dahi sokak tabelasından söken totaliter hançerelere pabuç bırakmamıştır. Tercihini aynı Aksu’nun “Üç ihtilal üç kuşak / Fiiliyattan geçtim / Düşünmek bile yasak” güftesine kulak kabartarak yapmıştır. Ve işte, üç ihtilalin üç kuşaktır dayattığı o “yasak” kırılmıştır. Prangalar sökülmüştür.
Bu takdirde de statükonun kendisi için son bir matem marşı, son bir “requiem”, son bir ağıt olarak söyleyebileceği tek şarkı “Dönülmez akşamın ufkundayız” olarak kalmıştır.
EVET, söz konusu statüko için artık “vakit çok geç”tir! Bu, bir “son fasıldır”! Fakat tabii ki doğru, Anayasa’nın yirmialtı maddesi, üstelik de ciddi eksik ve zaaflarla değiştirildi diye dayatmacı paradigma öyle bir çırpıda yıkılmış falan değildir. Gerçek bir sivil demokrasiye geçebilmek için katetmemiz gereken yol hâlâ upuzundur.
Ancak hayatiyet taşıyan ana nokta, en az 12 Eylül 1980 darbesinden beri otuz yıldır; ama aslında İttihatçı şûrekânın 23 Ocak 1913 baskınından beri, yani haniyse tam bir asırdır o yolu kapatan engelin, bariyerin, barajın sembolik açıdan aşılmış olmasıdır.
Mevcut askeri, adli ve mülki vesayetin önceki gün reddedilmesi; daha doğrusu militarist, jüristokratik ve bürokratik tahakkümün bizzat ulusun önemli bir çoğunluğu tarafından ilga edilmesi, aynı vesayet ve tahakküm rejiminin sigortasını da attırmıştır.
Zaten statükonun “dönülmez akşamın ufku” şarkısıyla yas tutmak zorunda kalması da buradan kaynaklanmaktadır.
KENDİ düşen ağlamaz, yukarıdaki hazin durumun sorumlusu da bizzat o statükodur. Eğer önceki gün yüz yıllık tarihinde hiç olmadığı ölçüde fahiş, pahalı ve iflas ettirici bir bedel ödediyse, çünkü aynı statüko değişen hayatı, dünyayı ve Türkiye’yi reddetmiştir.
Daima, köhne zihniyetleri ve değerleri ilelebet dayatmak sevdasıyla yanıp tutuşmuştur.
Daima, haksız ve hakkaniyetsiz biçimde bahşedilmiş ayrıcalıklarına sarılmıştır. Daima, toplum projesi değil “öteki”ne nefret ve husumet ekseninde belagat üretmiştir. Referandum sonucu da tüm bu körlüğün, bu inatçılığın ve bu muhterisliğinin diyetidir.
Ancak, tabii ki intikamcı güdüler beslemediğimden ve tabii ki zıtlaştırıcı çelişkileri arzulamadığımdan, öyle “mehel olsun” falan da demiyorum.
Yalnız ve yalnız bilumum statüko güçlerini uğradıkları bu ağır hüsrandan sonra “yeni”yi düşünebilmek gayretine davet ediyorum. Lütfen yine bir “öteki”nde günah keçisi keşfetmek adetini bıraksınlar, çünkü şimdi şu sonsuz kesin, artık statüko için “dönülmez akşamın ufku”dur ve artık “vakit çok geç”tir!
Yazının Devamını Oku