ON yıllardır aslında “Kürt Sorunu” diye bir mesele olmadığını vurguluyorum.
Israrla, tek ve yegâne denklemin “Türk Sorunu”na odaklandığına dikkat çekiyorum.
“Sebep”i oluşturan bu ikinci sorun çözümlendiği takdirde de “sonuç” olan diğerinin zaten otomatik olarak ortadan kalkacağına işaret ediyorum. Tekrarlamaktan dilimde tüy, kalemimde mürekkep ve bilgisayarımda hafıza bitti. Peki, söz konusu “Türk Sorunu” nedir ve kökeni nereye uzanmaktadır?
İLKİN şunu söyleyeyim: Tek bir yazıya sığmayacak ölçüde çetrefillik arzeden bu çok zor konuyu enine boyuna işleyebilmek için önce kişisel bir parantez açmam gerekecek. Çünkü biliyorum ki “Türk Sorunu” deyimini kullanıyor olmam pek çok kimseyi hem yadırgatıyor, hem de öfkelendiriyor. Hiddetten kıvrananlar bile oluyor. Normaldir! Normaldir, zira ülkemizdeki “sıradan insan” ideolojik açıdan son bir asırlık Osmanlı ? Cumhuriyet modernleşmesinin rahle-i tedrisinden geçmiştir. Dolayısıyla da o modernleşme tarafından dayatılmış olan siyasi kavramların yanılmaz olduğu fikriyle şartlandırılmıştır. Eh bunların sorgulanması karşısında da, “en güvenilir dağlara kar yağdığı” için paniklemek, şaşırmak, hırslanmak doğal ve insani dürtülerdir. Nitekim eminim, bu sabahtan tezi yok, en hafifi “bre zındık, esas senin ‘Türk’ kelimesiyle sorunun var” diye başlayan ve beni ya “Ermeni dölü”, ya “gizli Kürt” yahut “Yahudi Sabetayist” olduğumu itham edecek mail’ler elektronik kutuma lanet yağdıracaktır.
VAKIA öyle olsam ne değişirdi ve de zaten iftiharla haykırırdım, fakat değilim. Belki meydan okumak için maalesef demem gerekir ama, eh işte istesem bile değilim. Aksine, soy, sop, ecdat, falan filan, hem etnik aidiyet itibariyle en az yedi göbektir; hem de sonsuz defa daha önemlisi, ruhi hissiyat olarak da “sapına kadar” (!) Türküm! Fakat o “Türk” kelimesiyle sorunum olduğu doğrudur! Hayır, onca sene yurtdışında yaşamış olmama rağmen aslını inkâr eden namertlerden daima tiksinmiş birisi olarak, tabii ki kendimi “Türk” hissetmekten “utandığım” için değil! Benim “Türk” kelimesiyle olan sorunum benim kendi “ben”imden kaynaklanmıyor! Tam tersine, “öteki”nin “ben”inden kaynaklanıyor! Yani demek istiyorum ki, kendilerini “Türk” hissetmeyenlere de bu sıfatın empoze edilmesi karşısında onların yaşadığı travmadan ve çok ciddileşen isyandan kaynaklanıyor. Ve, yukarıdaki sıfatın hem vaftiz babası, hem mülk sahibi, hem de metazori dayatıcı o “ben” olduğuma göre, kabak tabii ki eninde sonunda yine benim başımda patlıyor ve bir “Türk Sorunu” olarak önüme konuyor.
ÖYLE, çünkü ben etnik olarak da, his olarak da Türküm ve dolayısıyla söz konusu unvan benim öznel açımdan normalin normalini oluşturuyor. Zaten aksi düşünülemez! Fakat o etnisiteyi veya o hissiyatı paylaşmayana “sen de öylesin” derken, karşımdaki günün birinde “ne münasebet, değilim” diye terslediği an, işte bütün paradigma yıkılıyor. Şimdiye dek “mutlak doğru” diye ezberlediğimiz ideolojik lügatin sayfaları yırtılıyor Dolayısıyla da, hiç şaşırmadan, hiç hiddetlenmeden ve bilhassa da hiç korkmadan, eski şartlanma, önyargı ve tanımları sorgulamak cesaretini gösterip “ulus”, “kimlik”, “yurttaş”, “aidiyet” gibi kavramları yeniden yerli yerine oturtmamız bir zorunluluk olarak dayatıyor. Evet dayatıyor, zira o “hayır, ‘ben’ sen değilim” yanıtı gündemime “Kürt Sorunu” başlığıyla oturuyor ama bu cevap ancak bir “sonuç”u yansıttığından, “sebep”i oluşturan “Türk Sorunu”nu çözümlemek bir “Türk” olarak en çok ve en önce beni ilgilendiriyor. Ortak bir “biz”i keşfedebilmek ümidiyle bu ilgimi yarın da sürdüreceğim.