Hadi Uluengin

Bir dere ki!

21 Ağustos 2010
EZELDEN beri Kadıköylüler Kurbağalı dereye “boklu dere” dediler.

Veya derlerdi. Nur içinde yatsın, doğma büyüme Kızıltopraklı Faika Teyzem eğer yaşasaydı herhalde 120- 130 yaşlarında olacağına ve o dahi çocukluğunda akarsuyun aynı adla anıldığını anlatmış olduğuna göre, demek ki yukarıdaki vaftiz ismi çok, çok eskilere uzanıyor.

* * *

İKİNCİ cümlede “derlerdi” diye kasten geçmiş zaman kullandım.

Çünkü lodos günleri hariç o leş koku şimdilerde nispeten daha az hissedilir oldu.

Yazının Devamını Oku

Hayır blokunun yanılgısı

19 Ağustos 2010
GÜNLERDİR, anayasaya değişikliğine ilişkin referandumun muhalefet tarafından iktidara karşı bir “git-kal” plebisitine dönüştürülmüş olmasındaki tehlikeye işaret ediyorum.

Israrla ve tekrarla, kampanyanın başından beri eksen kayması yaşandığını kaydettim.
Dolayısıyla da kalan sürenin en yakın virajında, yani bugün, yani yarın, yani en geç öbür gün, mutlaka “öz”e dönülerek trenin rayına oturtulması gerektiğini vurguladım.
Çünkü tartışmanın bizzat o anayasa üzerine odaklanması ve seçim atmosferinin derhal terk edilmesi aslında bir “makul zorunluluk” oluşturuyor. Akl-ı selim bunu dayatıyor.
Aksi takdirde, halkoylamasını yukarıdaki plebisit rotasına sürüklemiş olan muhalefet “zararın neresinden dönülse kârdır” ilkesini unutmuş ve son fırsatı da heba etmiş olacak.

EVET, buraya şimdiden yazın, o muhalefet, yani bütün bir “hayır bloku” eğer hemen taktik değiştirmez ve referandumu ana mecrasında algılamak yerine iktidarla hesaplaşmak platformunda sürdürmeye devam ederse, amiyane tabirle kabak kendi başında patlayacaktır.
Üstelik 13 Eylül akşamı sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın, olgu değişmeyecektir!
Neden mi?

ŞUNDAN ki, eğer “evet”ler üstün gelirse iktidar çok meşru olarak, “işte gördünüz! Hepsinin toplamı bir ‘ben’ etmiyor” demek hakkına sahip olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Fazıl Say’a dair

18 Ağustos 2010
FAZIL Say’ın son dönemdeki eleştirileri, eleştiri dozunu aştı.<br><br>Partisyonda yazılı olmayan notaları okuyor sanki.

Sezen Aksu konusunda söylediklerine de katılmıyorum.

Elhak, bu takdirde bizim de ona söyleyeceklerimiz var.

* * *

HALEP oradaysa arşiv buradadır, mütevazı bir klasik müzik melomanı olarak bu daldaki aktüaliteyi ve diskografiyi biraz takip ettiğimden, Fazıl Say’ın adı sanı ülkemizde hemen henüz hiç duyulmamışken, kendisini Türk basınında tanıtan ilk kalemlerden biri oldum.

Yazının Devamını Oku

Ramazanda caz, dinde iman

17 Ağustos 2010
BİSMİLLAH dedik ve “Ramazanda Caz”a siftah eyledik. Cumartesi akşamı oğlum, sevgilisi, refakatçim ve ben tramvaydan indiğimiz an, iftar arifesi kalabalığına karıştık. Kuşkum yok, esirgeyen ve bağışlayan Rabb şu cehennemi Ağustos sıcağının yüzü suyu hürmetine günahlarımızı her zamankinden daha çabuk affeder. Oruçlu falan değildik.
Dolayısıyla, Sultanahmet mahyaları yanmadan köfte ve piyazımızı silip süpürdük.
Top atıldı ve ezan-ı Muhammedî okundu ki, kutsal ay cazlarının ilkinde yerimizi aldık.

YERİMİZİ aldık diyorum ya aslında bu iş hiç de kolay olmadı.
Çünkü malûm, adını afişe alengirli Fransız imlâsıyla Anouar Brahem diye zikrettiren fakat benim bütün İslami kökenli isimler gibi burada da Enver İbrahim diye Türkçesini yazmakta ısrar ettiğim ve edeceğim Tunuslu icracı aslında ut çalıyor.
Eh, oğulcuğum da udîdir. O kadar senedir mızrap tutuyor. Tıngır mıngır idare ediyor.
Dolayısıyla, bizimkiler en afili yerden oturabilsinler diye papele kıydım ve dört gün öncesinden “biletix”te yer ayırttım. Gönlüm rahat, “72K53” teyit numarasıyla girişe gittim.
Oysa gişe curcuna ve diğer pek çok siparişçi gibi bizim biletler sırra kadem basmış.
Neyse, basın masın diye bir kenara köşeye iliştirdiler. Şükür, dışarıda kalmadık.
Fakat umalım ki, başta Hakan Erdoğan, “Ramazan” ve “caz” kavramlarını bir araya getirerek dünyada bir ilke imza atan ve dolayısıyla da büyük takdir, tebrik ve şükran hak eden organizatörler bu enfes girişimi yukarıdaki tür düzensizliklerle gelecekte de gölgelemesinler.
Zaten sonraki konserlerin de hepsine gideceğim ve “eli maşalı” zaptiye kesileceğim. Enver İbrahim’in musikisine gelince!

DOBRA konuşacağım. Yani, sinemada Grucho Marx’a Arşak Palabıyıkyan dublajı yapan Ferdi Tayfur taklidiyle, “beyenmedim evladım” diye hükmü kestirmeden vereceğim.
Hayır ustacığım, olmuyor! Olmadı! Olmuyor paşacığım! Olmuyor ya seyit!
İcrâda isterse üstâd-ı azam mertebesine erişsin, benim caz kriterlerime göre İbrahim’in udu notadaki o “mavi”yi, o “swing”i, o “senkop”u, o “tempo”yu yakalayamıyor.
Zaten böylesine “melez” veya “etno caz” türleri, kendi enstrümanlarını dayattıkları varsayımıyla “suçluluk kompleksi”ne (!) kapılan utangaç Batılıların “siyaset doğru” olarak kabullendiği musiki türüne tekabül ediyor ki, bendenizin kulağına hiç mi hiç söylemiyor.
Canım ud mu çekti, Udî Hrant Bey’in Kürdili Hicazkâr Taksim’inden şaşmam.
Ama yook, cumartesi gecesi olduğu gibi cazlarda pırıldamak mı istiyorum, o halde mademki Enver İbrahim Tunusludur, bu takdirde tercihim, bin defa tercihim, milyar defa tercihim, çok çok eski olsa bile Dizzy Gillespie bestesi bir “Tunus’ta Gece”dir!
Ya onun, ya Armstrong’un, bilhassa da Büyük Miles’in trompetinden dinlerim.
Zaten “İstanbul’da Gece”nin boğuculuğunu da ancak bu “cazi” serinlik hafifletebilir.

ÇOK hoşuma giden “Ramazanda Caz” festivalinden, yani İslam kimlikli sanatçıları kutsal ayda bir araya getirmek girişimden yola çıkarak son bir şey daha eklemek istiyorum.
“Muhafazakar” hatta “gerici”(!) addedildikleri için hanidir Batı’da pabuçları dama atılan ve ısrarla Hıristiyanlığın özünde bir “kültürel camiaya aidiyet bütünlüğü” olduğunu vurgulamış olan bir Herder’i, bir de Maistre’yi; kendisini “ateist Katolik” ilân eden bir Maurras’ı; artı, aynı şeyi Yahudilik açısından da tekrarlayan bir Levinas’ı, bir Yankeleviç’i, kısmen de bir Bergson’u bugün tekrar tekrar okumak, incelemek ve hatmetmek gerekiyor.
Zira oruç tutalım veya tutmayalım; ibadet edelim yahut etmeyelim; iman taşıyalım ya da taşımayalım, “Ramazanda Caz”ın metafizik simgesi ancak dinlerin o “kültürel camiaya aidiyet bütünlüğü” çerçevesinde keşfediliyor ki, o Ramazan mübarek ve o caz mavi olsun!
Yazının Devamını Oku

Siyasete itidal, iktidara cesaret

14 Ağustos 2010
KASTEN sondan başlıyorum. 12 Eylül 2010 gecesi ister “evet”ler, ister “hayır”lar çoğunluk sağlamış olsun, kazanan taraf asla ve asla zafer çığlıkları atmamalıdır. Nispet yapmak, meydan okumak, intikam gütmek tavırlarından mutlaka kaçınılmalıdır
Böylesine itidalli, soğukkanlı ve “medeni” (!) bir tavır siyasi partiler, onların liderleri ve sözcüleri, kanaat önderleri ve medya yorumcuları başta, herkes için geçerlilik taşımalıdır.
Aksi yönde bir tutum yangına körükle anlamına gelir ki, söndürmesi çok zor olacaktır.

ÖYLE, çünkü zaten şu an mevcut toplumsal kutuplaşma aslında içeriği çok sınırlı bir referandumu “git ? kal” plebisitine dönüştürdü. Halkoylaması “eksen kayması”na uğradı.
Üstelik “evet” ve “hayır”lar arasında ciddi fark çıkmazsa bölünme daha da zıtlaşacak.
Oysa tüm Türkiye devasa bir Kürt sorununu çözümlemek yükümlülüğünü omuzluyor.
Kısa ? orta vadede her kim hükümet olursa olsun, bu zorunluluk hiç değişmeyecek.
Dolayısıyla, referandum ertesinde de aynı Türkiye aynı soruna çare aramak için mümkün mertebe sükûnete, huzura, akl-ı selim ve diyalog ortamına ihtiyaç duyacak.
O halde, yine mümkün mertebe bunu sağlayabilmek için 13 Eylül Pazartesi sabahını şimdiden düşünmek ve 12 Eylül Pazar akşamını da şimdiden “mutedilleştirmek” gerekiyor.

ANCAK, söz konusu tarihe kadar önümüzde tam dört hafta var!
Bu süreç içinde tansiyonu düşürecek, çelişkileri yumuşatacak ve plebisite dönüşmüş Anayasa referandumu tekrar kendi mecrasına yöneltecek bir atılım hala mümkündür.
Ve tamamen ve tamamen AK Parti iktidarının inisiyatifine bağlıdır ki, o da şudur:

HÜKÜMET tek taraflı ve kesin angajmanlı bir deklarasyon yayınlayarak referandum sonucu ne olursa olsun erken genel seçimlere gideceğini duyurmalı; oluşacak TBMM’yi de yeni bir anayasa yapılması için “kurucu meclis” addedeceğini açıklamalıdır.
Bütün tablo bir anda değişir, fakat yetmez!
Aynı hükümet aynı deklarasyonda, yüzde on barajının indirilmesinden tutun da parti yasağının zorlaştırılmasına; dokunulmazlıkların sınırlanmasından başlayın da her demokratik ülkede geçerli maddelerin sıralanmasına, kendi anayasa teklifini de kamuoyuna sunmalıdır.
Tüm bunların altına da “taahhütname” imzası atmalıdır!
Başka bir deyişle, AK Parti hükümeti elini taşın altına sokmak inisiyatifini almalıdır.

DOĞRU, böylesine ciddi bir atılım büyük cesaret, uzun öngörü ve geniş ufuk ister.
Ama m-ü-m-k-ü-n-d-ü-r! Şu an ve hâlâ ve hâlâ m-ü-m-k-ü-n-d-ü-r!
Çünkü genel anayasa taslakları zaten aşağı yukarı bilindiğinden ve her halükarda da yukarıdaki “taahhütname” bir ana hat teklif olacağından, hazırlaması atla deve zaman almaz.
Kaldı ki tıpkı erken seçim ve kurucu meclis angajmanları gibi, burada da hayatiyet arzeden noktayı o niyet ve o taahhüt oluşturacaktır. Sonraki TBMM belirleyicilik taşıyacaktır.
Dolayısıyla bir; Erdoğan ve partisinin bu tür bir girişime öncülük etmesi kendilerine yönelik “otoritarizm” endişe ve suçlamalarının önüne set çekecektir. Güven tazeleyecektir.
Üstelik bana kalırsa da böylesine samimi bir tutum “evet” oranını yukarı çekecektir.
İki; toplumsal kutuplaşmanın ve zıtlaşma buzlarının erimesine zemin yaratacaktır.
Nihayet üç; hedefe ulaşılsın veya ulaşılmasın, önce girişime cesaret edenler; gerçekleşmesi durumunda ise iktidar ve muhalefetiyle proje el vermiş olan bütün aktörler, muhtemelen Cumhuriyet tarihinin en “sivilleştirici” siyaset adamları olarak tarihe geçecektir.
Önümüzde kocca bir dört hafta vardır ve politika biraz da “mümkün”ü zorlamaktır!
Yazının Devamını Oku

Plebisit değil referandum!

12 Ağustos 2010
İŞTE 12 Eylül’de gerçekleşecek olan ve özgürlükçü ve sivil bir demokrat olarak tabii ki benim de göğsümü gere gere “evet” diyeceğim Anayasa referandumuna tam bir ay kaldı. O halde bugünkü ortama kısaca göz atalım ve her şeyden önce şu saptamayı yapalım:
Oylama artık “referandum” olmaktan çıkmıştır. “Plebisit”e dönüşmüştür!
Bu, çok kötü ve çok talihsiz bir gelişmedir! Eksen kayması denilen şeyin ta kendisidir!
Ama önümüzde otuz gün mühlet vardır ve o ekseni yerine oturtmak hala mümkündür. Buna cumartesi değineceğim, fakat şu referandumla şu plebisit arasında ne fark nedir?

REFERANDUM sözcüğü Latince kökenlidir. Bir meclise, bir cemaate, bir foruma rapor, lâyiha, tasarı, metin sunmak anlamına gelen “referre” fiilinden türemiştir.
Zaten “kıstas” manasıyla Türkçeye girmiş olan “referans” da aynı fiilin varyantıdır.
Her halükarda siyasetbilim lügati referandumu, yasama organı tarafından hazırlanan o rapor veya tasarının “kıstas” işlevi kazanarak halkoyuna sunulması olarak tanımlar
Özetlersek, “referandum”un yurttaşların “referans” bir metne “evet” ya da “hayır” diyeceği tercihle sınırlanmıştır ki, zaten 12 Eylül’le amaçlanmış olan şey de budur.

SONRA, yukarıdaki “plebisit” kelimesi de Latincedir. Eski Roma rejimine uzanır.
“Avam sınıfı” tanımlayan “plebs sözcüğüyle, “karar” manasına gelen “scitum”un bileşimiyle türemiştir. O sınıf o kararlara katıldığı için de en demokratik yöntem addedilmiştir.
Ancak, pek çok defa olduğu gibi burada da terminoloji anlam kaymasına uğramıştır.
Çünkü “plebisit” deyimi modern zamanlarda ya kolektif bir gelişmeyi, ya da bireysel bir şahsı onaylamak ya da onaylamamak için halkoyuna başvurulması yöntemi için kullanılır.
Burada referandumdaki gibi bir kıstas dahi mevcut değildir. Kesinlik çok daha nettir.
Meselâ, 1935 yılında Saar ahalisinin Fransa yerine Almanya’yı seçmesi; dört sene sonra ise Hatay’ın da aynı şekilde Türkiye’ye geçmesi “kolektif plebisit” kategorisine girer.
Norveç tahtına Danimarkalı prensin oturması, 3. Napoleon’un Fransa İmparatoru atanması, Pinochet’in de Şili’de meşrulaşması falan, bunlar “kişisel plebisit” örnekleridir.

ÖTE yandan tıpkı şu an Türkiye’de olduğu gibi, siyasi ve toplumsal zıtlaşma “kıstas” içerikli bir referandumu o kıstastan soyutlayabilir. Yani özünden tamamen kopartabilir.
Hedef unutulur veya unutturulur ki, halkoylaması bir “git ? kal” plebisitine dönüşür.
Mesela Fransız lider de Gaulle 1969 baharında düzenlenen ve öyle pek hayati olmayan bir referandumda öneri reddedilince, sonucu kendisi için de “hayır” saymıştı. İstifayı bastı.
Zira 1968 Mayıs’ı çalkantılarıyla kutuplaşmış Paris’te gerek “evetçiler”, gerekse de “hayırcılar” referandumu hem güven oylaması olarak sunmuş, hem de öyle algılamışlardı.
Oysa aslında “referans” doğru ve haklıydı, nitekim de daha sonra uygulamaya girdi.

İŞTE bugünkü Türkiye’de de 12 Eylül Anayasa referandumu Başbakan Erdoğan ve partisine karşı bir “git?kal” plebisitine dönüşüyor. Veya kasten dönüştürülüyor. Dönüştü.
Bu “eksen kayması”nın sorumluluğunu da hem iktidar, hem muhalefet taşıyor.
Oysa biz tam bir ay sonra, 1969 Fransa’sındaki gibi sade suya tirit bir konu için oy atmayacağız. Mührü vururken ne iktidara “evet”, ne de muhalefete “hayır” diyeceğiz.
Çünkü referandum önümüze bir “referans” koyuyor. Cismani bir “kıstas” sunuyor.
Ve eksik köstek de olsa bu “kıstas”ın onayı otuz yıldır sırtımıza inen zaptiye sopasını çatlatacak. Bileğimizi o sopanın tamamen kırılması için ihtiyaç duyduğumuz güçle donatacak.
Dolayısıyla da 12 Eylül 2010 Anayasa referandumunu kolektif veya şahsi bir plebisite dönüştürmek lüksümüz yok ki, bunu engellemenin yöntemine cumartesi günü değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Zenginleşme alametleri (II): Oltada istavrit

11 Ağustos 2010
KÖPRÜ üstü balıkçılarına dikkat ediyor musunuz?

Merak kumkumasıyım ya, ben ediyorum. İyicene gözlemliyorum.

Tramvay yerine bazı defalar tabanvay teptiğim için hem onları, hem de şehrin farklı rıhtımlarında yürürsem, bu mıntıkalarda olta atan diğer amatörleri çok yakından inceliyorum.

Ve başka bir zenginlik emaresi daha görüyorum!

*

Yazının Devamını Oku

Zenginleşme alametleri (I): Küçük Mamut

10 Ağustos 2010
TÜRKİYE cuma günü elektrik tüketiminde rekor kırmış. Yirmidört saatlik cereyan sarfiyatı ülke tarihindeki en yüksek seviyeye ulaşmış.

Nedenini de soğutucu klimalarının fayrap çalıştırılması oluşturmuş.

Eh çalıştırılır, sıcakları görmüyor musunuz?

* * *

HAYIR, sıcak dedim diye öküz altında buzağı aramayın. Mecazi iğneleme yapmadım.

YAŞ’taki general dayatmasıyla birlikte Ankara’da “yükselen ateşi” kastetmedim.

Dosdoğru iklimden, meteorolojiden, sühunetten söz ediyorum.

Öyle, çünkü gerçekten de geçen haftadan beri cehennem azabında kavruluyoruz.

Öldük, bittik, bayıldık ki, maazallah bir erim erim erimediğimiz kaldı.

Fakat bunu söyledim diye de ekolojist mürteciler durumdan vazife çıkartmasınlar!

* * *

SAKIN çıkartmasınlar ve de sakın, “gördünüz mü, dünya nimetlerinin kıymetini bilmeyen insanoğlunun nankörlüğünden ötürü yerküre ısınıyor ve deccal kapımızı çalıyor” gibisinden lâflarla nispet yapmaya ve tantana kopartmaya kalkışmasınlar!

Yağma yok, zira şu sıra bizim gök kubbemiz altında yaz mevsiminin zirvesi yaşanıyor.

Olabilir, bir yıl biraz daha ılıman geçer. Ertesi yıl ise çöl ve step rüzgârları kavurur.

Dolayısıyla sıcak bu vakitte bastırmayacak da ne vakit bastıracak? Zemheri ayında mı?

Üstelik isteyen “Saatli Maarif Takvimi”ne baksın, bütün bunlar orada yazılıdır.

O halde çevreci şımarıklığa meteorolojik verilerin genişliğiyle haddini bildirirsek, aynı meteorolojik dili kullandığımız takdirde durum “mevsim normalleri”ne
uygundur ve nokta!

* * *

AMA tabii o “mevsim normalleri” bazen “ortalama insan” normalleriyle çelişiyor.

Eskimo değilsek kutup soğuğundan, Berberî değilsek de şimdiki sıcaktan irkiliyoruz.

Hele hele, benim gibi serin sayfiyelere ve lacivert denizlere gidemeyip asfalt buğusu solumak zorunda kalanlar açısından şu anki durum daha da vahamet arzediyor. Boğuluyorum.

Fakat Allah’tan yatak odasında klimamız var. Paçayı nispeten kurtarıyoruz sayılır.

Aklımla bin yaşayayım, evvelki sene Eylül tenzilatlarından istifade edip portatif bir cihaz almıştım.  Cama delik açtırtıp hortumu dışarı verdim.

Homurtusuna rağmen cidden soğutmayan bu kıtıpiyoz aparat dehşet gürültü yaptığı ve o hortumuyla da tarih öncesi hayvana benzediği için adını “Küçük Mamut” diye vaftiz ettik.

Gecenin kavuruculuğuna göre ya ben, ya refakatçim “Küçük Mamut”u yatmadan bazen iki, bazen üç saat önce çalıştırıyoruz ki, uzandığımızda etraf bir nebze serinlemiş olsun

* * *

ANCAK geçen haftanın boğuculuğunda şafağa kadar fayrapta bıraktık. Hiç durmadı.

Kulaklarımıza tıkaç tıkadık ve martı çığlıkları gürültüyü bastırana dek alet açık kaldı.

Fakat doğru, önümüzdeki elektrik faturasını tahayyül ettikçe bu defa soğuktan titriyorum. Nöbet geliyor. Ama başka çaresi yok! Aleti oraya mostralık
niyetine koymadım.

Tasarruf olsun diyerek eğer bugün yararlanmazsam, yarın tabutumun içine isterlerse en turbolu aparatı yerleştirsinler, o zaman serinlemenin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmayacak.

Dolayısıyla, tıpkı rekor düzeyde cereyan tüketerek sonsuz somut bir “zenginleşme alameti” sunan Türkiye halkı gibi ben de “Küçük Mamut”u çalıştırmayı sürdüreceğim.

Yine tıpkı onlar gibi, daha rahat, daha konforlu ve daha “ferah” yaşıyor olabilmek için faturayı sineye çekeceğim ve teknolojinin sunduğu nimetten yararlanacağım.

Evet evet, eğer ben “Küçük Mamut”, diğerleri ise “Büyük Fil” klimaları kullanarak Cuma günü Türkiye’nin tarihi seviyede elektrik sarfetmesine yol açtıysak, aslında bu gelişme çok ciddi ve çok kolektif bir “zenginleşme alameti” sunuyor ki, konuyu yarın da deşeceğim.
Yazının Devamını Oku