Paylaş
“Dönek”, “liboş”, “satılmış”, “hain”, “uşak”., Son olarak da “yandaş”.
Malûm, bütün bunlar son tahlilde daima hakim ideolojiyle bütünleşen bir “statüko münevveranı”nın, “Özallı yıllar”la birlikte ilk kez o hükümranlığa isyan ve ihanet etmek cesaretini gösteren yeni ve özgürlükçü bir “intelligentsia”ya yönelttiği küfürleri oluşturuyor.
Kelime moda olduğu için kullanıyorum, “liberal intelligentsia” da diyebiliriz.
Parantez içinde hemen perşembe günkü yazımı hatırlatayım, buradaki “intelligentsia” deyimiyle haydi haydi soyut ve oldukça da elâstiki bir “aydın katmanı”nı kastediyorum.
* * *
YUKARIDAKİ pespaye lügat, söz konusu “yeniler”in sınıf aidiyeti, kültür oluşumu ve hayat tarzı itibariyle aslında o “statüko münevveranı”na dâhil olmasından kaynaklanıyor.
Tekeli nihayet bulan “eskiler”, “modernler”in isyan ve “ihanet”ini hazmedemediler.
Laik okullarda, hatta Cizvit kolejlerinde yetişmiş, üstelik agnostik ve ateist “sol” (!) örgütlerin rahle-i tedrisinden geçmiş dünkü “haşarı çocuklar” (!) hangi şeytana kapıldılar da, “takunyalılık”la özdeşleşen bir Turgut Özal’a “TU” rumuzuyla tükürmeyi reddettiler?
Nasıl oldu da “dincilik”le özdeşleşen bir AKP’nin anayasa değişikliğini desteklediler?
Bu ne cüret ki “yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı” şiarını tabu olmaktan çıkartıp aynı Özal’ın muz ithaline karşı koymadılar ve “emperyalizm” öcüsünü çöpe atıp, yine aynı AKP’nin AB’yle bütünleşmek hedefini onaylamaktan çekinmediler?
“Statüko münevveranı” açısından bunlar yenip yutulacak şeyler değildi ve değildir!
Hele hele, kendileri hep aynı nakaratı tekrarlarken; hep aynı öngörülerde yanılırken; hep aynı kalıplarda düşünürken, boynuz kulağı geçti misali, yeni yetmelerin ülke entelektüel yaşamına, dolayısıyla da endirekt biçimde yönetime damga vurması asla affedilemez!
O halde gelsin “dönek”, gelsin “liboş”, gelsin “satılmış” küfürleri ki, madem bileği bükemiyorlar, hiç olmazsa fikri acizliği çamur at izi kalır taktiğiyle savuştursunlar.
* * *
YUKARIDAKİ “aydın kırılması”nı Turgut Özal’a başlatırken aslında müteveffa ANAP liderinin adını bir simgesel takvim olarak kullandım.
Zira Özal iktidarının oturaklaştığı seksenler ortasında o kırılma zaten gerçekleşmişti.
Türkiye’de 12 Eylül travmasının dayattığı “yenilme ? hesaplaşma” süreci; dünyada ise Gorbaçov’la başlayan sorgulama dönemi, esas itibariyle “sol kültür”den inen ve o güne dek “statüko münevveranı”yla bağları kopartmamış olan bir kesim aydının ilk defa kapsamlı bir biçimde, “ne yaptık, ne yapmalıyız” sorusunu sormasına konjonktürel zemin yaratmıştı.
Tabii ki ortak bir cevapta buluşulmadı ve zaten buluşulamazdı ama ciddi bir bölüm en azından, “şimdiye dek yaptıklarımızı yapmamalıyız” paydasında birleşti.
Yani şematik bir deyişle söylersek yukarıdaki kırılma, hayatın irademiz dışındaki dönüşümünü reddettikleri ve egemen ideolojinin ayrıcalığını ve şartlanmasını aşamadıkları için “tamam mı, devam mı” sorusuna “devam” yanıtı verenlerle; bunun aksine, “tamam” dedikten sonra yeni tür arayışlara koyulanlar arasındaki fay hattı ekseninde gerçekleşti.
Fakat inkârı mümkün değil, aslında hiç mi hiç kendilerinden olmayan o “takunyalı” (!) Özal’ın geleneksel “ricâl fikriyatı”yla çelişen söylem ve uygulamaları, zaten Adnan Adıvar’dan İdris Küçükömer’e uzanan bir yelpazede daha önce saptanmış olan yarı veya çeyrek doğruların da birikimiyle, “yeni intelligentsia”nın ön saflara çıkmasına hizmet etti.
Artı, kolektif münevverden birey entelektüele geçiş süreci birbirleriyle karşılıklı bir etkileşim dinamiğinde, tebaa toplumdan yurttaş topluma geçiş sürecini de hızlandırdı.
O halde Türkiye’deki “aydın kırılması” aslında bir “statüko kırılması”dır ki, artık hiçbir tutkal, hiçbir zamk ve de hiçbir aciz küfür tuzla buz olmuş olanı yerine yapıştıramaz!
Paylaş