Hadi Uluengin

Politbüroya, Gorbaçov’a, CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na dair

6 Kasım 2010
ADI üstünde, “politbüro” kelimesi “politik büro”nun kısaltılmış şeklini oluşturur.

Sözcük Rus Bolşevik Partisi lügatinde zuhur etmiştir. İlk telaffuzu da 1919 yılındadır.
Sonra aynı parti binbir yeni kısaltmayla Orwell romanındaki totaliter dili icat etmiştir ki, komünistler yukarıdaki deyimi ülkenin en yüksek organını tanımlamak için kullanmıştır.

GERÇİ doğru, söz konusu organ kâğıt üzerine Merkez Komitesi diye zikredilmiştir.
Yani Parti’nin teorik olarak, insanı zekâsıyla alay eden bir Lenin’in uydurduğu ve “demokratik merkeziyetçilik” diye dayatılan şarlatanlığına göre yönetildiği varsayılmıştır.
Duyun da inanmayın! Çünkü aslında bu kuyruklu yalan bile asla hayata geçmemiştir.
Ömrü vefa ettiği müddetçe “Kötülükler İmparatorluğu”nda daima ve daima, sayısı iki, hatta tek elin parmaklarıyla sınırlı kalan bir despotlar eliti hükümranlık sürdürmüştür.
İşte, o hazretlerin buluştuğu kamaranın adı da “politbüro” etiketiyle vaftiz edilmiştir.

Yazının Devamını Oku

Nasıl bir Obama yenilgisi?

4 Kasım 2010
DÜN ben bu satırları yazarken kısmen Pasifik sahilindeki saat farkından, kısmen de sayımların tamamlanmamasından dolayı Amerikan ara seçimlerindeki sonuçlar henüz tam olarak kesinleşmemişti.

Ancak yine de Demokrat Parti’nin, yani aslında Başkan Obama’nın ciddi bir yenilgiye uğradığı su götürmüyordu.
Fakat yukarıdaki yenilgiyi çok da abartarak bir hezimetten söz etmenin âlemi yok!
Hele hele, dereyi görmeden paçayı sıvamanın ve iki yıl sonra gerçekleşecek yeni Beyaz Saray oylamasında Barack Obama’nın tekrar oval ofis koltuğuna oturamayacağına dair kehanette bulunmanın hiç anlamı yok!
Neden?

EN önce şundan ki, aslında mağlubiyet tahmin edilenden daha az fireyle noktalandı.
“Şom ağızlılar”ın dil pelesengi ettiği felaket senaryosu sandığa tam olarak yansımadı.
Kabul, altmış sandalyelik bir skor yapan Cumhuriyetçi Parti Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğu tabii hiç tartışmasız biçimde kazanmış oldu.

Yazının Devamını Oku

İnayetli devletin sonu

3 Kasım 2010
MALÛM, Fransa hanidir kaynıyor.

Gerçi son günlerde biraz duruldu ama yine de şimendifer grevleri, sokak gösterileri, çapulcu yağmaları, eşkıya kundaklamaları falan derken altıgen ülkede asi rüzgârlar esiyor.
Zaten de bu zahiri esintiye kapıldıkları içindir ki bizim tatlısu “solcular”ı (!) hemen ve büyük bir sevinçle “yeni bir 68 isyanı geliyor” türünden lâf ebeliğine soyundular.
Bununla, Paris’te başlamamış olsa dahi orada hâd safhaya ulaşan ve Batı kültürünün kıstas ve değerlerini belirli ölçüde dönüştüren meşhur 1968 Mayıs’ı olaylarını kastediyorlar.
Oysa hayır, ikisi arasında asla ve asla böyle bir benzerlik yok!

YOK, zira kendi öznel arzularını yine nesnel gerçeklerin yerine koyan ve dolayısıyla bir defa daha çuvallayacak olan bizim tatlısu “solcular”ı için üzgünüm ama, hâlen Fransa’da yaşanmakta olan “kargaşa” kırkiki yıl önceki isyandan tamamen farklı bir güzergâh izliyor.
Bugün, “inayetli devlet”in devamı için iktisadi fakat ardıcıl bir talep dile getiriliyor.
Tüm patırtı Sarkozy’nin emeklilik yaşını altmıştan altmışikiye çıkartmasından kopuyor.

Yazının Devamını Oku

Devlet ve Kürtçe (son)

2 Kasım 2010
ÖNCE geçen hafta boyunca yazdığım ilk üç makaledeki ana temalarını özetleyeyim:

Bir; yeryüzündeki bütün diller aslında birer lehçedir. Kendilerini bilek gücüyle dayatmış lehçeler; yani devletleşebilmiş olanları da o büyük harfli “Lisan”a dönüşmüşlerdir.
İki; fakat 20. yüzyıl sonlarına doğru ivme kazanan genel demokratik atmosfer, ulus-devlet yapılarının dışladığı ve “tarih dışı” (!) addettiği dillere yeniden hayat hakkı tanımıştır.
Üç; Türkiye’deki Kürtçe bu son kategoriye dâhildir. Kimliği tekil kılmak projesine paralel olarak dayatılmış olan Kürtçeyi unutturma siyaseti fiilen iflas etmiştir.
Dört; ortada talep olduğundan ve her halükarda da Kürt milli hareketi aidiyet tescilini anadil ekseninde yaptırtmak istediğinden, o “anadil eğitimi” artık mukadder hale gelmiştir. “Anadilde eğitim”e çıkılıp çıkılmayacağını ise talebin devamlılığı veya geçiciliği belirleyecektir.
Beş; fakat ülkemizde mevcut ultra-merkeziyetçi mekanizmayla değil bu ikincisinin, birincisinin dahi gerçekleşmesi mümkün değildir. Elâstikileşme maddeten sınırlıdır.
Ve nihayet altı; Kürtçe öğretim tabii ki Kürt Sorunu’na eklemli olduğu içindir ki, söz konusu sorunu çözümlemek manevi–hukuki açıdan yeni bir yurttaş tanımını gerektirdiği ölçüde, idari açıdan da ülkemizin mutlaka âdem-i merkeziyetçileşmesini gerektirmektedir.

ÂDEM-i merkeziyetçilik dedim; ama bununla Kürt milli hareketinin artık “ana hedef” olarak dile getirdiği ve etno-coğrafi temeli kıstas alan “özerklik” kavramını kastetmiyorum.

Yazının Devamını Oku

Devlet ve Kürtçe (III)

30 Ekim 2010
ANADİL, yani burada Kürtçe etnik veya milli kimlik açısından belirleyici midir? Hiç sanmıyorum! Nitekim de aklıma hemen şu sahne geliyor:
1988 baharında Apo’yla mülâkat yapmak için Bekaa vadisindeki PKK kampındaydım.
Benim Türk gazeteci olmamdan dolayı kasten mi, yoksa militanın toyluğundan mı bir şey söyleyemeyeceğim,  “komutanlar”dan (!) birisi “Başkan”a (!) Kürtçe tekmil verdi.
Ve derhal küplere binen Abdullah Öcalan o dehşet aşağılayıcı tavrıyla, “sus, sus, Türkçe konuş! Rezilliğin âlemi yok” diye adamı Dede Korkut lisanında yanından kovdu.
* * *
İMDİİ, despotik tepki hariç yukarıdaki durumu hiç yadırgamadım. Çok doğal buldum.
Çünkü zaten yine Türkçe yayınlanan örgüt organlarından PKK’nın Kürtçeyi “liste”nin başlarına bile koymadığını, hatta tam tersine Hint’teki Gandi emsalini örnek göstererek, “sömürgecinin diliyle sömürgeciye karşı mücadele” temasını işlediğini zaten biliyordum.
Fakat bu, anadilin etnik veya milli kimlikten soyutlandığı anlamına da gelmiyor!
Meselâ, Fransızca kalem oynatan ve tiyatro piyesleri çağdaş edebiyatın başyapıtları arasında sayılan Flaman asıllı Belçikalı yazar Michel de Ghelderode Felemenkçe tek kelime dahi çiziktirememesine rağmen, bütün hayatı boyunca hep o Flaman aidiyete odaklanmıştı.
Öyle ki,  hem aynı anadili öğretmedikleri için ebeveynlerine lânet yağdırıyordu, hem de sırf aynı Flaman – Cermen kimlik adına 2. Savaş işgali sırasında Almanlarla işbirliği yaptı.
* * *
SONRA, yine tek kelime Kelt Galcesi veya Baskça konuşmayan İrlanda ve Navaro milliyetçilerine uzanarak örnekleri çoğaltabilirim ki, burada tek bir gerçek ortaya çıkıyor.
Etnik yahut milli aidiyette belirleyici olan şey her hangi anadili bilmek değildir!
Sadece ve sadece onun v-a-r-l-ı-ğ-ı-n-ı bilmektir!
Hatta eğer ölmüş veya can çekişiyor ise bir zamanlar varolmuş olduğunu bilmektir!
* * *
BU, şu demektir: İnsanın fıtratında olan o aidiyet dürtüsü illâ rasyonel temele oturmaz.
Daima ve daima manevi, ruhi, beşeri, hatta metafizik öğeler devreye girer.
Dolayısıyla, eğer her hangi bir yığınsal anadilin eğitimi için politik – sosyolojik planda talep varsa, o anadilin iletişim yoksunluğuna, gramer fukaralığına, yekparelik “bölücülüğü” ne (!) dair karşı argümanlar hiçbir kıymet-i harbiye taşımaz. Talebi de gayr-ı meşru kılmaz.
Hele hele, bırakın Kürtçe gibi geniş kitleler tarafından anadil addedilen bir lisanı, mikro dillerin dahi her türlü hakka sahip olduğu şu 21. yüzyıl başında asla anlam ifade etmez.
O halde, teknik nedenlerden dolayı hiç şüphesiz ki ancak kademeli şekilde ve önce “anadil eğitimi” olarak başlayacak; şayet talep sürüyorsa da  “anadilde eğitim”e dönüşecek resmi bir öğretim sistemini düşünmek Ankara açısından artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir.
Çünkü Kürt meselesinin çözümündeki en birinci noktayı, yurttaş kavramının ötesine taşan ve aynı zamanda bir etnik kimlik yansıtan “Türk” sıfatını Kürtlere empoze etmekten vazgeçmek oluşturuyorsa, ikinci noktayı da yukarıdaki “eğitim açılımı” oluşturmaktadır.
Seksen küsur yıldır ısrarla sürdürdüğümüz yanlışı telâfi etmek ve Türkiye’nin o gönüllü yurttaşlardan müteşekkil ulus-devlet bütünlüğünü korumak istiyorsak, tek çare budur!
* * *
FAKAT söz konusu aşamaya ulaşabilmek için mutlaka ve en önce, etnik unsuru değil bölgesel ve yöresel yapıyı temel alacak bir “elâstikileşme reformu”na ihtiyaç vardır.
Bununla, hiç mi hiç inanmadığım federal veya konfederal bir modeli kastetmiyorum.
Devlet sisteminin bir bütün olarak âdem-i merkeziyetçileşmesini vurguluyorum.
Artı, nihayet somut konuşan Kürt milli hareketinin referandum öncesi ilk kez dile getirdiği “özerklik” katılmıyorum ki, hepsini salı günkü yazımda toparlayacağım.
Yazının Devamını Oku

Devlet ve Kürtçe (II)

28 Ekim 2010
MALÛM, şimdiye dek hep karnından konuşan ve ne istediğine netlik kazandırmayan Kürt milli hareketi anayasa referandumu öncesinde ilk kez “özerklik” kelimesini telaffuz etti. Söz konusu gelişme ciddi bir aşamadır. Artık adı konmuş bir talep olduğunu biliyoruz.
Hak veririz veya vermeyiz ama hiç kuşkusuz ki bunun özgürce tartışılması gerekiyor.
İşte ben de bu tartışmayı dün bıraktığım yerden devam ettirerek, yani devlet - dil ilişkisini genel olarak Kürt, özel olarak da Kürtçe eğitim sorunuyla birleştirerek sürdüreceğim.

HEPİMİZ biliyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti yalnız üniter bir devlet değildir.
Aynı zamanda da merkeziyetçi, hatta ultra merkeziyetçi bir devlettir.
Fakat derhal belirteyim ki her merkeziyetçilik her zaman kötüdür diye bir kural yoktur.
Sırf ulus-devletlerin kuruluş aşamasında değil, feodal ve emperyal kimlikli devletlerin bazı dönemlerinde dahi merkeziyetçilik olumlu rol oynayabilir. Hâttâ bazen zorunludur.
Örneğin, eğer 3. Selim - 2. Mahmut reformlarıyla birlikte merkezi yapı tekrar güçlendirilmemiş ve Dersaadet otoritesi yeniden pekiştirilmemiş olsaydı, çok muhtemeldir ki İmparatorluk İttihatçıların onu batırdığı tarihe kadar bile yaşayamayacaktı.
Öte yandan, faturası haksız yere 1789 Devrim’ine çıkartılan ama aslında ona miras kalan Paris merkeziyetçiliği 14. Louis tarafından hayata geçirilmemiş ve ülke bütünlüğü sağlanmamış olsaydı, ortada zaten Fransa diye yekpare bir devlet olmayacaktı.

O halde bir; daha sonra yaşanmış tecrübelerdeki zaaflardan, eksiklerden, yanlışlardan hareket ederek ve şimdiki değerlerimizi kıstas belleyerek, anakronik bir yaklaşımla bütün merkeziyetçi yönetimlerin bütün zamanlarda kötü olduğuna dair bir hüküm veremeyiz.
İki; en miniğinden en devine; en demir yumruklusundan en pamuk eldivenlisine ve en sıkısından en gevşeğine, “devlet” denilen o soyut kavramla çok somut bir anlam içeren o “merkez” kelimesinin mutlaka ve mutlaka bir yerlerde kesiştiği gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Ve nihayet üç; çağın koşulları, geçmişin travmaları ve çok uluslu bir imparatorluktan ulus-devlete geçişin sancıları hesaba katıldığı takdirde, Cumhuriyet’in ultra-merkeziyetçi bir idari yapı temelinde inşa edilmiş olmasını da kasti bir anlayışsızlıkla karşılayamayız.
Fakat tabii ki böyle anlayışla karşılanamayacak iki şey var!

BİRİNCİSİNİ, aynı Cumhuriyet’in farklı kimlikleri inkâr etmiş olması oluşturuyor.
Ama yukarıdaki gerekçeleri yine “hafifletici sebep” addeder ve hatalı metotla doğru hedef amaçlandığını varsayarsak, eleştiri dozunu bu noktada da biraz aşağı çekmek gerekir.
Fakat asla ve asla böyle bir “hafifletici sebebi” dahi olmayan ikinci nokta şudur:
Söz konusu manevi inkârcılığın maddi temelini oturtmak için inşa edilmiş olan o ultra-merkeziyetçi idari yapı bugün de büyük bir ısrar ve inatla sürdürülüyor. Milim gevşeme yok.
Oysa bırakın âdem-i merkeziyetçiliklerin dünyada kanıtlanmış erdemlerini, Türkiye’de işin içine bir de sonsuz ciddiyet, sonsuz vahamet ve sonsuz aciliyet arzeden etnik öğe giriyor
Kürtler belirli bir “farklılık” istediğinden mevcut terazi mevcut sıkleti artık çekmiyor.
Nitekim, hayali veya gerçekçi, aynı Kürt hareketinin “özerklik” lâfını telaffuz etmesi; daha doğrusu yukarıdaki ısrar ve inadın onu buna mecbur bırakması; merkeziyetçi terazinin hanidir mostralık olmuş olduğunu daha çok öncedeni görememiş olmaktan kaynaklanıyor.
Artı, dün 20. yüzyılın ilk yarısı için yazdığımın aksine, dille devlet arasındaki ilişki çağımızda çok esnediğinden; yani devlet yoksunu diller de meşruiyet kazandığından, Türkiye’nin adem-i merkeziyetçileşmesiyle Kürtçe anadil eğitimi arasında mutlak bir bağ bulunuyor.
Birinci gerçekleşmeden ikincisi gerçekleşemez! Arabayı atın önüne koşar ve Kürtçe eğitimden başlarsanız da o birinci kendini yine mutlaka dayatır ki, cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Devlet ve Kürtçe (I)

27 Ekim 2010
DİL nedir? Ordu ve donanması olan bir lehçedir!

BU cümle 20’nci asrın ilk yarısındaki dilbilimciler arasında genel bir ilkeye dönüşmüştü.
Doğrudur! Doğrudur, çünkü her “oturmuş” (!) dille her devlet kurumu arasında hayati bir içiçelik mevcuttur. Bunlar birbirlerine eklemlidir. Lehimlenmişlerdir.
Birincisi, yukarıda ordu ve donanma metaforlarıyla çağrıştırılan genel idari ve zapti mekanizma sayesinde büyük harfli “Dil” kimliğine kavuşabilir. Zaten de hep öyle olmuştur.
Oysa dil henüz küçük harfliyken, yani “oturmamışken”, türediği kökenin etrafındaki diğer lehçe veya şivelerden başka bir şey değildir. Henüz hiçbir ayrıcalık ve üstünlüğü yoktur.
Pekiii, madem hançere sesleri birkaç ana kökten dal budak saldığına ve insanlığın dağılmasına paralel biçimde çeşitlendiğine göre, o halde niçin, tarihten silinenlerine ek olarak, bazıları şu büyük harfli “Lisan” veya “Dil” statüsüne kavuşmuştur da, diğer bazıları varlık pekiştiremiş ve bir lehçe, bir diyalekt, bir şive veya bir ağız olarak kalmışlardır?

MESELÂ, başta sınırlı bir gruba ait olan Kastilya lehçesi niçin İspanyolcaya dönüştü?
Aksine, aynı İbero - Roman kökeni paylaşan Galiçya, Katalunya ve Endülüs lehçeleri bu sıfata erişemezken, yine dalı ortak olan inen Portekizce nasıl “Dil” payesi edinebildi? 

Yazının Devamını Oku

Akdeniz muzu, statüko muzu

26 Ekim 2010
CUMA, hava limonileşti. Suhunet düştü ve yağmur çiseledi ki, içimi kasvet bastı.

Aklıma, Melville’in “Mobidik” romanını başlattığı o karamsarlık satırları geliyor.
Kendi kendime, atla deve değil be adam, hadi güneye in de hortlaklarını öldür dedim.
Deyiş o deyiş, gece uçuşları nispeten ucuz ya, refakatçime bile çıtlatmadan internetten iki Antalya bileti aldım. Afalladı; ama o da hemen Kaleiçi konaklarından birinde yer ayarladı.
Sırt çantası, Aksaray metrosu, kalkış ikazı, Toroslar lumbozu falan, saat cumartesinin ilk dakikalarını gösterdiğinde biz de artık Akdeniz yosununu ve muz kokusunu soluyorduk.
Zaten ben de bu girizgâhı, konuyu o muza getirmek için yazdım.

OTO kiralayıp Pazar günü de Alanya’ya gittiğimizde, ora kooperatifçilerinin kurduğu tezgâhta yerli muz satılıyordu. Canım çekti. Kilosu iki buçuğa bir hevenk aldım.
Oracıkta soyup tattığımızda da enfes taam ve rayihadan dolayı satıcıya iltifat ettim.

Yazının Devamını Oku