23 Ekim 2010
EH, türban yine gündeme geldiğine göre benim de bir şeyler yazmam farz oldu sayılır.
Yazmasına yazacağım da kasten konunun ciddiyetinden uzak durmak istiyorum.
Bugün cumartesi rehaveti, hafif meşrep satır karalamak daha evlaymış gibime geliyor.
Dolayısıyla, belki biraz ciddiyet arzedecek tek bir cümle formüle etmekle yetineceğim.
Hayati bir Kürt meselesi devasa cüssesiyle orada dururken; zorunlu din eğitimi haklı olarak Alevileri rencide etmeyi sürdürürken; kocca bir YÖK dayatması da varlığını korurken, hükümetin sadece yukarıdaki soruna öncelik vermesi beni fazlasıyla rahatsız ediyor ki, nokta!
Şimdi hemen gayr-ı ciddiyete geçeyim ve de kelime etimolojisinden başlayayım.
FARSÇA köken “dürband”dır. Bizde ne vakit “tülbent”e dönüştüğünü bilmiyorum.
Kelime Kaşgarlı Mahmut’un “Divân-ı Lugâti-t Türk”ünde yer almıyor.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2010
MALÛM, Şansölye Angela Merkel haftasonu yaptığı konuşmada yabancı işçilerin Almanya’daki uyumsuzluğunu kastederek “çok kültürlülük iflas etti” itirafında bulundu.
Anında da kıyamet koptu. Henüz “ırkçı” demeye cesaret edemiyorlar ama “siyaseten doğrucu” geçinen ve “solumtırak” rüzgârlarda gezinen o çokbilmiş takım veryansın ediyor.
Meğer Merkel bu açıklamasıyla Federal Cumhuriyet’teki aşırı sağa prim vermişmiş. Hadi canım, bunu bir külâhım, bir de durumu hiç bilmeyenlere yutar.
ÇOK uzun süre farklı Batı ülkelerinde yaşamış ve şakadan değil bedenen “gurbetçi” olarak çalışmış; artı, göç olayını yerinde ve kitaben incelemiş birisi olarak ben biliyorum.
Zaten bildiğim için de Angela Merkel’in tesbitine yerden göğe kadar hak veriyorum.
Evet, azı var çoğu yok, Almanya’dan da öte hemen bütün Avrupa devletlerinde o “çok kültürlülük” projesi iflas etti. Hiç olmazsa şimdiki aşamada kocca bir fiyaskoyla noktalandı.
Ve şu gerçeği artık dobra dobra itiraf edelim: Zira Türkler, Araplar, ciddi bir bölüm Afrikalılar ve kısmen de Balkanlılar yaşadıkları toplumla uyum sağlamayı red-det-ti-ler!
Dikkat, bu toplumlar tarafından reddedildiler demiyorum. Yukarıdaki “siyaseten doğruculara” bilhassa meydan okuyarak, kendileri red-det-ti-ler diye kasten vurguluyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2010
SANALI manalı kusur kalsın, ben gazetenin kâğıt olanını isterim. Kesinkes radikalim.
Maddiyatını elimde hissetmeliyim. Hatta parmaklarımı da boyamalı ki, izini taşıyayım.
Hele hele, müthiş bir hızla rotatifin karnından çıkmakta olan nüshayı makinadan bile daha atik davranarak kaporta kafesinden çekmek ve ilk iş olarak da kokuyu solumak yok mu!
Bu, bana yedi kat arşa ulaşmışım; yedi aşifte kadın fethetmişim; yedi kadeh ab-ı hayat iksiri içmişim gibi bir haz verir ki, yaşadığım müddetçe pek az şeyi böylesine şehvetle sevdim
Peki, çok mu demodeyim? Çok mu çağdışıyım? Çok mu antikayım?
Hayır değilim ve de işte, zaten hiçbir zaman tereddüt etmediğim şey tekrar doğrulandı.
HAMBURG’daki “Dünya Editörler Forumu”na (WEF) katılan Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin’in toplantı izlenimlerini okumuşsunuzdur.
Her ikisi de üzerine basa basa, daha teneşire uzanmadan cenaze namazı kılınmaya kalkışılan yazılı basının aslında hiç mi hiç ö-l-m-e-d-i-ğ-i-n-i vurduladılar.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2010
CHP’li olduğu iddia ve tahmin edilen bir grubun cumartesi günü Beşiktaş’ta gerçekleştirdiği “sanatsal saldırı”dan haberdar mısınız? EFENDİM sıkı durun, 2010 etkinleri çerçevesinde BİMERAS kültür vakfı tarafından semt meydanında düzenlenecek olan sergide daha eserler oraya yerleştirilirken, Hollandalı heykel ve tasarım sanatçısı Rosan Bosch’un yapıtı vandallar tarafından oracıkta imha edilmiş.
Ellerinde balyoz olmadığı için objeyi tümden parçalayamamışlar ama “Free Zone İstanbul” diye adlandırılan gösterim sahasına bir mezar taşı olarak bırakmışlar.
Hemen hatırlatayım ki bu “free zone” deyimin tam Türkçe karşılığı “özgür alan”dır!
Eyvah ki eyvah ve de şaka mı ediyorsunuz?
Özgürlük nire, kültür nire, sanat nire, hoşgörü nire ve tabii altı ok ilkesi nire?
VAKIA doğru, İl Başkanı “muhalif bir grubun böyle bir eylem yapması onların CHP’li olduğu anlamına gelmez” diye tevil ediyor.
Fakat aynı kişilerin olaydan hemen önce başka bir gösteri için orada bulundukları ve de kendilerini parti üyesi olarak tanıttıkları göz önüne alınırsa, eh yorumu size bırakıyorum.
Her neyse, zaten barbarların kimin militanı olduğu ancak tali derecede önem taşıyor.
Esas meseleyi “Atatürkçülük” (!) adına nerelere varıldığının tragedyası oluşturuyor.
ÖYLE, zira Bosch’un eserine yönelik hücum o malûm “Atatürkçülük”, o malûm “ulusalcılık”, o malûm “kuvvacılık” ve o malûm “Kemalizm” adına gerçekleştirildi.
Saldırganlar totemi, tabuyu, fetişi kutsayan bir dokunulmazlıktan cesaret aldılar.
Çünkü olayın özeti de şöyle şekilleniyor:
Havaalanlarındaki işaret levhalarının grafiğinden esinlenen Felemenk sanatçı aynen oralardaki gibi “İbadet” sözcüğünü yazdıktan sonra, tabelânın sarı zeminine bir İsevî haç, bir İslami hilâl, bir Davudî yıldız ve bir de Atatürk portresi çizmiş.
Eh, semavi din simgelerinin dünyevi bir ideoloji simgesiyle özdeşleştirilmesindeki çağrışımı, eleştiriyi, iğnelemeyi anlayan tabii ki anlar!
İşte zaten de bunu bal gibi anladıkları içindir ki aynı saldırganlar “özgür alan”ı sanatın, fikrin ve kültürün esaret alanına dönüştürmekte hiç tereddüde düşmediler.
Mukaddes “ibadet”lerini kaza namazıyla geciktirecek kadar bile sabredemediler.
Ne diyeyim, Allah akıl fikir ihsan eylesin desem acaba bir faydası olur mu?
FAKAT, yeter! Evet efendiler, artık gerçekten yeter!
Köhneliğinizi, ilkelliğinizi, hantallığınızı, durağanlığınızı ve statüko zaptiyeliğinizi gizlemek için isminin, heykelinin, büstünün arkasına saklandığınız i-n-s-a-n bir Mustafa Kemal Atatürk’ü bir “ibadet” totemine dönüştürdüğünüz artık yetti! Kabak tadı verdi.
Beşiktaş’taki barbarlığınız ise bardağı taşıran son damla oldu
Sizler, Muhammed’in karikatürünü çizdi, Meryem’in bakireliğini ti’ye aldı, Musa’nın on emrini gırgıra vurdu diye kıyamet kopartan dini mürtecilerden bile daha çok mürtecisiniz.
Onların hiç olmazsa evrensel kabul gördüğü varsayılan semavi bir kutsalı var!
Dolayısıyla, sizler ağzınızla kuş tutsanız da; kendinizi değil “beyaz” değil “bembeyaz Türk” diye tanımlasanız da; sırtınıza “aydınlanmacı” değil “ışıldatıcı” yaftasını yapıştırsanız da, sizler o “aydınlanma”nın; yani bizzat Büyük Kemal’in rasyonel mantık ve eleştirel düşünce ilkelerinden bir nebze nasiplenmemiş karanlık yobazlarsınız.
Efendiler, o sanat eserini derhal Beşiktaş’taki “Özgür Alan İstanbul”a iade edin ve hadi artık başka kapıya, kutsal “ibadet”inizi kendinize mahsus totem mabetlerinde yapın!
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2010
TABİİ ki farkındayım, kimse anasının karnından su gibi Fransızca bilerek çıkmaz. Dolayısıyla hemen tercüme ediyorum: “Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü”!
Fakat kuşkusuz, bazı “safkan öztürkçeciler” (!) bu “enstitü” kelimesi yerine de başka bir sözcüğünün zikredilmesini vaaz edeceklerdir. Ben o kanaatte değilim ama beis yok!
Meleklerin cinsiyetini tartışmak niyetinde olmadığına göre isteyen öyle kullansın.
Başımın üstünde yeri var ve de amenna!
EFENDİM, işte Moliere lisanındaki tabelanın baş harfleriyle IFEA diye kısaltılan bu enstitü şehrimizde faaliyet yürüten ve Fransız patenti taşıyan bir bilim ve kültür kurumudur.
Hatta daha “pathos”lu bir ifade kullanarak “ilim ve irfan yuvasıdır” bile diyebilirim.
Üstelik haniyse Cumhuriyet’le yaşıttır!
Hatta dolaylı yönden, aynı Cumhuriyet’in ideolojik formasyonuyla da ilintilidir.
ÖYLEDİR, çünkü son tahlilde biri İhtilâl-i Kebir’in anavatanı, diğeri ise orijinalini okuduğu Voltaire kitaplarını kırmızı kalemle çizmiş “aydınlanmacı” bir liderin genç ülkesi!
Dolayısıyla, dev etno-dilbilimci ve İstanbul Üniversitesi Dinler Tarihi eski profesörü Georges Dumezil’den, Hitit arkeolojisinde üstat Emmanuel Laroche’ye dek, evrensel çapta pek çok Fransız âlimin İFEA çerçevesinde yapmış olduğu Türkiye çalışmaları, velev ki ucu fazlasıyla çekiştirilmiş olsun, ulus-devlet inşasına soyunmuş o Cumhuriyet’e yol göstermiştir.
Fi tarihinin “Anadoluculuk” teorileri için kısmi zemin sunmuştur.
Eh, bari biz de biraz çekiştirelim ve yukarıdaki olguyu, Galata’daki Fransız sefaretinin aynı İhtilâl-i Kebir ertesinde Türkçe olarak “hürriyet, müsavat, uhuvvet” beyannamesi dağıtmasına veya devrimci elçi Raymond de Verniac tarafından çıkartılan “Bulletin Des Nouvelles” gazetesinin Osmanlıları “ilerici fikirleri benimsemeye” çağırmasına benzetelim.
Her neyse, iki ülke arasına kara kedi girdiği dönemlerde bile siyasi kaprisleri es geçip faaliyetini hiç aralıksız sürdürmüş olan yukarıdaki İFEA işte şimdi sekseninci yılını kutluyor.
DİLE kolay seksen yıl, zaten ben de bu yazıyı sene-i devriye şerefine kaleme aldım.
Nitekim de kısmet olursa, Enstitü’nün profesör müdiresi ve Teşvikiye’nin alımlı kızı Nora Şeni ve çocukluğu Ankara’da geçtiği için Refik Halit Türkçesi konuşan İstanbul Başkonsolosu Hervé Magro’nun pazartesi akşamı onura düzenleyeceği kokteyle katılacağım.
Umalım ki konsolosluk mahzeni Bordeaux şarabın en enfes “millesime”lerine kıyar.
Artı, bari yağmur yağmasa da o abı-ı hayat şurubunun kadehi Nuri Ziya sokağında dillere destan Fransız Sarayı’nın Paris Tuileries’ini andıran endamlı bahçesinde tokuşturulsun.
ŞAKA bir yana, ülkemizin yükselmesine paralel olarak İFEA da her yıl kendi çıtasını bir üst seviyeye yükseltiyor. Şehrimizdeki akademik kurumlar arasında artık başa güreşiyor.
Ah ömrü vefa etseydi de iyilikler insanı, âlimler âlimi, öz be öz Osmanlı, öz be öz Rum ve eski Enstitü müdürü sevgili Stefan Yerasimos hayalinin gerçekleştiğini görebilseydi.
Çünkü antik arkeolojiden çağdaş tarihe, kent planlamacılığından deniz haritacılığına, iki dilli yayıncılıktan siyaset tahlilciliğine, binbir dalda ve daima evrensel skalada seminerler konferanslar, atölyeler, gösteriler, sergiler, geziler düzenleyen; artı, çok nadir zenginlikte bir kütüphaneyi hizmete sunan İFEA bugün hem Türkiye çapında, hem de Frankofon âlemi kat be kat aşarak genel dünya akademik çevreleri indinde bir referans kurum addediliyor
Üstelik arkeoloji ve sosyal bilimler branşlarında ödül, araştırmacılara ise burs vererek o kurumsallığını üstüne basa basa pekiştiriyor ki, eh böyle bir “Institut Français D’Etudes Anatoliennes”ye de yine Fransızca tâbirle “chapeau”, yani şapka çıkartmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2010
PAZAR günü Kuzey Kore’de gerçekleşen önemli olaydan haberiniz oldu mu? Yok, şimdilik kaydıyla kalbinizi ferah tutun. Pyongyang henüz savaş baltası çıkarmadı.
Yakın tarihin en korkunç totalitarizmiyle özdeşleşen bu eşkıya devlet ne yeni atom şantajı yaptı, ne yeni Güney Kore gemisi batırdı, ne de ajanlarına yeni mülteci katlettirtti.
Hatta 2003 Ocağındaki gibi Bulgarya’dan Türkiye’ye diplomatıyla esrar da kaçırmadı.
Çünkü bayram vardı, o halde bunun yüzü suyu hürmetine Deccal Kore elini tek tuttu.
BU bayram “komünist hanedan”ın yeni veliahdını halka tebliğ etmek için düzenlendi.
Evet “komünist hanedan”, zira Kore Emekçiler Partisi’nin “Aziz Lider” lâkaplı önderi Kim Jong-Il despot tahtına, “Güneşin Kızıl Yarısı” sıfatıyla anılan ve öldüğünde de “kuşların bile kederden şakımayı kestiği” (!) pederi Kim Il-Sung tarafından oturtulmuştu.
Zaten de yenge, hala, dayı, damat falan, burada bütün köşeler familyaya dağıtılmıştır.
Her neyse, kıtlıkta kırılan ahali işi yamyamlığa vardırmak zorunda kalsa bile Karun gibi yaşayan “Aziz Lider” her halde özel fıçılarda getirttiği beş yıldızlı Fransız konyaklarıyla harap olduğunun farkına varmış ki, zahir takdir-i ilâhinin yaklaşmakta olduğunu hissetti.
Dolayısıyla, tuttu en küçük mahdumunu aniden varis ilân ediverdi.
EVET evet, baba adı sanı meçhul üçüncü nesil bir Kim Jong-Un’u hem “orgeneral” rütbesine çıkartıverdi, hem de rejimin dizginini tutan ordu denetleme komitesine üye yaptı.
Ve sözünü ettiğim bayramda, yani komünist partisinin 65. Kuruluş yıldönümünü için düzenlenen devasa askeri törende, selef kral halef kralı ilk kez “tebaası”na tanıttı.
Tabii aynı “tebaa” da verilen komuta uyarak “genç generalimiz, sana uzun ömürler, sana canımız feda, sana kalbimiz seda” diye hep ağızdan anırmaya başlayıverdi.
Bu arada dün öğrendiğim son bilgiyi de ekleyeyim. Meğer yukarıdaki miras meselesi Kim familyası bünyesinde kıyametler kopartmış. Jong-Un’un yandaşları en büyük oğul Kim Jong-Nam’a başarısız suikast düzenlemişler ama Çin araya girince iş tatlıya bağlanmış.
O halde, ancak şimdi çıkartabiliyorum ki, demek tıpkı rahmeti pederi gibi uçaktan ödü kopan Jong-Il’in tam veraset açıklamasından önce trenle çabucak Pekin’e gidip gelmesi, yukarıdaki kumpasları hale yola çıkmak ve tosun oğlunun tahtını garantiye bağlamak içinmiş.
İMDİİ, komünist totalitarizmi “delirium” raddesine vardırarak ancak Ortaçağ kökenli feodalite ve krallıklarda mevcut “ilâhi veraset” yasasını dahi bir “kızıl hanedan” olarak hortlattıran böylesine korkunç, böylesine dehşet, böylesine rezil rejime dost olunabilir mi?
Heyhat, olunabiliyor! Hem de başka yerde değil de Türkiye’de olunabiliyor!
Hadi, “ABD emperyalizmine maşa Güney Kore’ye karşı Kuzey’deki ‘sosyalizmi’ (!) destekliyoruz” diye ahkâm kesen zavallı bir “sol”un genel ve soyut ahmaklığını geçelim.
Ama bir de, binde sıfır virgül küsurat destekli ve lider takımı “Ergenekon”dan Silivri’de zanlı şu “Maocu?ulusalcı” particiğin kurdurtmuş olduğu bir “Kore Dostluk Derneği” var.
O cenenneme hanutçu geziler düzenliyor ve o “ulusalcılar”a methiyeler ısmarlatıyor.
Üstelik, zaten hepsi yukarıdaki parti numunesinden devşirilmiş dernek yönetim kurulundaki bir üye de Marmara Üniversitesi’nde iletişim dersi veriyor.
Düşünebiliyor musunuz, aynı iletişimin yeryüzünde en sıfır, en sıfırın da altında sıfır olduğu karanlık, kapkaranlık bir ülkenin “dostu” bizim çocuklarımıza iletişim öğretmektedir.
Breh breh breh, belki de “Güneşin Kızıl Yarısı”, “Aziz Lider”, yahut “Genç Generalimiz” unvanlarının ne de denli “modern” iletişim sloganı olduğunu anlatmaktadır.
Aman güneşin “sönük” yarısı, bizi şu Kuzey Kore’nin “iletişim dersi”nden muaf tut!
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2010
AVRUPA Parlamantosu “Yeşiller” grubu başkanı Daniel Cohn?Bendit Brüksel’deki Türk gazetecileriyle buluşmuş ve Ankara’nın AB üyeliği kastederek de şöyle konuşmuş: “Sizin Başbakan ‘artık bu iş bitti bebek’ sinyalini veriyor”.
Hemen hatırlatayım ki, gerek Paris’teki 1968 isyanı sırasında başı çektiği, gerekse de o zaman henüz aklaşmamış saçları kırmızıya çaldığı için “Kızıl Dany” lâkabıyla anılan ekolojist lider Türkiye’nin Topluluk’a dâhil edilmesi için gerçekten çırpınan bir şahsiyettir.
Sayıları iki elin parmağını pek geçmeyen Avrupalı siyasetçiler arasında ilk sırayı alır. Üstelik de ülkemizdekinin aksine, patolojik bir AKP karşıtlığından muzdarip değildir.
Nitekim aynı buluşmada, anayasa referandumundaki tavrının “yetmez ama evet” olduğunu kaydederek Türkiye’deki özgürlükçülerle aynı safta durduğunu tekrar vurgulamış.
Fakat buna rağmen “Kızıl Dany” hükümetin AB’yi “boşlamakta” olduğu olgusunu saptamaktan ve söz konusu vahim gelişmeyi eleştirmekten kaçınmamış.
Ve belli, “bebek” sözcüğünü de, son dönemde fazlasıyla özgüven duygusuna kapılan Ankara’nın artık Brüksel’e yukarıdan bakıyor bir havaya girmesini kastederek kullanmış.
COHN-BENDİT’in tesbiti baştan sona kadar doğrudur!
Hükümet resmen “hedeften şaşmadık” diyor ama dâhildeki ve hariçteki gözlemciler çocuk olmadığından, hem dış politikadaki “eksen kayması” tartışmaları, hem de Başbakan’ın sitem sınırını aşarak son MÜSİAD oturumunda “artık bizi oyalamayın ve istemiyorsanız açıkça söyleyin” türü bir ifadeyle işi restleşmeye vardırması, kimsenin gözünden kaçmıyor.
Tabii burada bazıları şöyle düşünebilir: “Eh, başta Fransa ve Almanya olmak üzere bir dizi AB devleti Türkiye’ye soğuk baktığına ve müzakereler uzayıp gittiğine göre, Ankara’nın da kısasa kısas bir tutum takınması son derece normal, hatta elzemdir”.
Hayır, değildir! İlk bakıştaki sathi doğruluğa rağmen yine de değildir!
Aşağıdaki iki temel nedenden dolayı bu tür bir yaklaşım ne normaldir, ne de elzemdir!
BİRİNCİ nokta “teknik” boyut içeriyor ve bizzat müzakere süreciyle irtibatlanıyor.
Malûm, eğer o müzakerelerde bazı fasıllara geçilemiyorsa bunun nedenini Türkiye’nin Kıbrıs bandıralı gemi ve uçaklara liman ve havaalanlarını kapatmış olması oluşturuyor.
Tabii ki tek sorumlu aynı Kıbrıs’a AB üyeliğini altın tepsi içinde sunan ve “Mister No” lâkabıyla bilinen Rauf Denktaş’tır ama atı alan Üsküdar’ı geçtiğine ve yukarıdaki engel de Paris ve Berlin’e enfes koz verdiğine göre, ister istemez realpolitik bir değişim gerekiyor.
Yani, diplomatik inisiyatifi yakalamak için Ankara’nın hem o sahaları açmak, hem de Ada’dan kısmi asker çekmek dâhil yeni atılımlar düşünmesi artık kaçınılmazlık arz ediyor.
Ve, aslında hiçbir maliyeti olmayan böylesine bir manevra atla deve iş değildir.
Gerçekleştiği takdirde de kara kara düşünecek taraf “anti-Türkiye” cephe olacaktır. ***
ÖTE yandan, daha da hayatiyet taşıyan ikinci nokta “dış dinamik” olgusudur.
Zira şu kesin, iktisadi ? siyasi açıdan pırıltı yitiriyor olsa bile aidiyetini talep ettiğimiz AB “sivil demokrasi ve insani etik” açısından dünya sathındaki temel, hatta tek referanstır!
Dolayısıyla, zaten daha Tanzimat’tan beri kolektif ütopyamız daima Avrupa hedefine odaklandığından, 21. yüzyıl Türkiye’sinin pireye kızıp yorgan yakmak, üstelik de yüze yüze kuyruğuna geldiği aynı Avrupa’yı şu saatten sonra “boşlamak” lüksü yoktur ve olamaz!
Aksine, yukarıdaki sivil demokrasiyi kurumsal kılmak için, tarihteki pek çok ülke gibi ülkemizin de çekici bir mıknatısa ihtiyacı vardır ve o mıknatısın cazibe kutbu Brüksel’dedir.
Bu takdirde aman “bebek”, gözünü seveyim “bebek”, şu işi kaldığı yerden sebat, inat ve imanla devam ettir ki, zaten çoktan rahme düşmüş bebek tez elden ve hayırlısıyla doğsun!
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2010
ANTALYA Film Festivali’ndeki Emir Kusturica vukuatını asla onaylamıyorum!
Onaylamıyorum, çünkü zaten bin defa tekrarladım ki belirli bir seviyeyi aşarak sıradan dışılık düzeyine ulaşmış olan sanatçılar ancak ve ancak o sanatlarıyla tartıya vurulabilirler.
Yapmış oldukları ideolojik tercihler, seçmiş oldukları siyasi yelpazelere, benimsemiş oldukları felsefi rotalara göre değerlendirilemezler.
Şu veya bu saplantıları kıstas alınarak ne yüceltilebilirler, ne de aforoz edilebilirler.
Yarattıkları eserlerin evrensel ölçeğinde başa güreşiyorlarsa baş tacı edilirler ki, nokta!
OYSA şüphesiz, pazar günü Akdeniz kentimizden öfkeyle ayrılan Boşnak sinemacı, kendisini eleştirerek Festival’e katılmayan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı “düşman” (!) ilân edecek ölçüde çizmeyi aşmış olsa bile yine de o sıradan dışı kategoriye dâhil bulunuyor.
Beyaz perdeye yansıtmış olduğu bir “Babam İş Seyahatinde”, bir “Çingeneler Zamanı” yahut bir “Underground” modern sinema tarihinin başyapıtları arasında yer alıyor.
Bunun tersini iddia etmek inkârcılık, körlük ve partizanlık olur ki, tekrar nokta!
FAKAT doğru, bin defa doğru, bunu biri bizzat Günay’la birlikte olmak üzere savaş altındaki Bosna’ya sırf dayanışma için üç defa gitmiş birisi olarak söylüyorum, Kusturica’nın siyasi pozisyonları deyimin tam anlamıyla rezil-i rüsva derecede tiksinti vericidir.
Yazının Devamını Oku