GECE çok ıslaktı ve çok sıcaktı. Dehşet ıslaktı ve dehşet sıcaktı.
Ödünç aldığım otomobil tam köprü trafiğinde başıma belâ açtığı için, Çağlayan taraflarında sabaha kadar açık olan tamircilerden birinde radyatör kelepçesi değiştirtiyordum.
YARI beline kadar motora eğilmiş adam hışımla bağırdı: “Onyedilik lokmayı getir”. Henüz bıyıkları terlememiş çocuk koşarak içeri gitti. Geri döndü. Anahtarı verdi. Yarı beline kadar motora eğilmiş adam aniden doğruldu. Başını kaporta kapağına çarptığı için galiz küfür savurdu. Ardından çırağa hitap ederek daha da galiz küfür savurdu: “Onyedi dedik o... çocuğu, senin okuman yazman da mı yok!” Tokat da nakşetmek istedi ama çocuk hızlı bir refleksle çekildiği için hamle boşa gitti. Dudaklarımın ucuna sevgili Refik Durbaş’ın o emsalsiz hüzünler şiiri geldi: “Elim sanata düşer usta / Dilim küfre, yüreğim acıya...” Sonra iş bitti. Usta özür dilercesine “olur böyle şeyler, sıcaktan bunaldım da” diyerek çırağın omzuna şaplak vurdu. Çırak, hiç beklenmedik bir hareketle ustanın elini öptü. Ben de aynı çırağa yüklü bahşiş bırakarak kaçarcasına ayrıldım. Sıcak geceye sığındım Refik’in şiiri ise “Sevda ne yana düşer usta / Hicran ne yana” diye devam etti.
GARİP, yaz ortasında yaşadığım bu sahneyi dün seyrettiğim “Şark Tatlıları” veya Türkçe ismiyle “Baklava” başlıklı yarı belgesel ? yarı kurgu filmden dolayı hatırladım. Yunan asıllı Fransız yönetmen Ancelos Abazoğlu’nun Olga Abazoğlu ve Mesut Tufan’la birlikte gerçekleştirdiği ve Fransız ? Alman ortak kanalı “Arte”deki bir haftalık “2010 Kültür Başkenti İstanbul” özel programları çerçevesinde çekilmiş olan “Baklava”, adı üstünde, tatlıların şahını, daha doğrusu şehin şahını konu alıyor. Buğdayın sertlik kalitesinden şurubun kıvam derecesine ve oklavayı tutuş tarzından fırının dakika süresine, konu hakkında öğrenmek istediğiniz her şey burada var! Eğer kolestrol korkunuz yoksa derim ki, önce filme bakın sonra da derhal en yakın tatlıcıya dalın ve de afiyet şeker olsun! Bir de kısaca şunu ekleyeyim. Finansörler arasında Yunan televizyonu da yer alıyor. Dolayısıyla, bırakın telveli kahveyi, kelime etimolojisindeki Türkçe kökene rağmen Batı komşularımızın daha düne kadar o baklavayı bile “Helen” yaptığı düşünülürse, iki halk arasındaki dostluk ve kardeşliğin şimdi ne denli pekiştiğini görmek insana mutluluk veriyor.
ÖTE yandan Antep’te başlayıp İstanbul’da devam eden film yöre çocuğu Mustafa’ nın oradaki çıraklığı şehrimizde de sürdürmek ve burada ustaya dönüşmek azmini yansıtıyor. Yani, çağrışımlı iç göç olgusunun dışında geleneksel usta-çırak ilişkisi kurdelenin geri planındaki ana temayı oluşturuyor. Ekranda kökeni ahiliğe ve loncalara uzanan mesleki ayrışma ve eğitim işleniyor. Nitekim de usta müstakbel çırakları daha ilkokulda belirlerken tercihini, öğrencilerin hangi mantıki ve ahlaki gerekçelerle oklava sallamak istediklerini dinledikten sonra yapıyor. Mustafa gibi biraz kalfalığa doğru ilerlemişi başka yerde iş aradığında ise yeni usta önce o oklavadan dolayı pazıların şişip şişmediğini denetliyor. Sonra da eskiyi kefil istiyor. Zaten çırak da etapları atlayarak ve un torbası sırtlamadan hemen fıstık ufalamaya geçemeyeceğini; hele hele şurup dökmeye hiç geçemeyeceğini daha en baştan biliyor. Evet evet, Abazoğlu’nun filmi Durbaş’ın “Gurbet ne yana düşer usta / Sıla ne yana? / Hasret hep bana / Bana mı düşer usta?” dizelerindeki hüznü neşeye dönüştürüyor. Tatlı yiyelim tatlı konuşalım ve her baklava taamında ustanın da, çırağın da yüzyıllardan süzülen mesleki adap, edep ve maharet şurubunu damağımızda şaklatalım.