20 Kasım 2010
AKSARAY istasyonunda metro değiştiriyorum, kuytudaki afiş birden gözüme ilişti:
Kocca puntolarla “İran halkına kalkan ol!” diye yazılmış.
Haydaaa!
EVET hayda, çünkü size tercüme edeyim, yukarıdaki sloganla şu denilmek istiyor:
Lizbon’daki NATO zirvesinde dün veya bugün karara bağlanması beklenen ve kısaca “Füze Kalkanı” diye adlandırılan savunma projesine Ankara taş koysun!
Yani hükümet Kuzey Atlantik Paktı bünyesindeki veto yetkisini kullanarak, sistem radarlarının Türkiye toprakları üzerinde konuşlandırılmasına izin vermesin!
HAYIR, sanmayın ki afiş herhangi bir “İslamcı” örgütün veya her hangi bir “Humeynici” tekkenin imzasını taşıyordu.
Vakıa doğru, tekke olmasına yine tekke ama bu “solcu” (!) cinsinden bir tekke!
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2010
BAŞLIĞA inanıp da Levon Tolstoy’in dev romanından bahsedeceğimi sanmayın. Şüphesiz, kahramanlardan Piotr Bezukhof’un Borodino muharebesindeki bocalaması veya Prens Bolkonski’nin metafizik sorgulaması tabii ki yine aynı denklem içinde yer alıyor.
Ama ben o harp - sulh ilişkisine güncel ve genel bir bağlamda bakmakla yetineceğim
Önce güncel, zira sözümona barış dönemi yaşıyoruz ve savaş olmadığını düşünüyoruz.
OYSA hayır, tiyatrovâri olay gerçekleşmediği müddetçe gazete ve ekranların en kıytı köşelerine atılan haberleri biraz dikkatli izlemek yeter, hayat aslında savaşlarla çalkalanıyor.
Kan gövdeyi götürüyor ki hangi birini sayayım?
Afganistan’ı mı, Pakistan’ı mı, Çeçenistan’ı mı? Irak’ı mı, Kongo’yu mu, Filipin’i mi?
Bunları o çok soğuk ve o çok mesafeli diplomatik ? askeri lisanla “düşük düzey” diye tanımlamak da gerçeği değiştirmiyor. Yine sayısız insan ölüyor ve yine sayısız sefil doğuyor.
Hatta teker teker toplasanız, oran belki “klasik savaşlar”ın (!) zayiatlarını bile aşıyor.
Tamam da, insanoğlu niçin her daim savaşıyor?
YUKARIDAKİ soruya her arbede, her muharebe, her didişme için ayrı cevap gerekir.
Çünkü rasyonel mantık hepsini farklı gerekçelerle açıklamayı zorunlu kılıyor.
Eh, Kafkas’taki Çeçenler ayrı, Afrika’daki Tutsiler ise apayrı şeyler için cenk ediyor.
Ancak yine de, bütün zıtlaşmaları “savaşın felsefesi” diye adlandırılabilecek bir zihin parametresine oturtan düşünce akımları mevcuttur. Aslına bakarsanız da daima olmuştur.
Hadi, İncil’in Adonay Tseavot’unu veya Roma’nın Mars’ını da unutalım ve tüm ilkel toplumları tayin eden cengâverlik tanrılarına, totemlerine yahut fetişlerine falan çıkmayalım.
Fakat 19. asırdan itibaren, özellikle de Nietzsche’yle birlikte savaşı kutsayan ve onu bir “diriltici kamçı” olarak algılayan fikriyat belirli bir Batı düşüncesine geniş etki yapmıştır.
Bir anlamda, dövüşmeyi ve didişmeyi insan fıtratıyla bütünleştiren bu anti-modernist ve anti-hümanist akım tekrardan modernite öncesinin “barbarlık” (!) değerlerine dönmüştür.
DÖNÜŞ öyledir ki “Garp’ın Ricatı” yazarı Spengler’in gidişatı tersine çevirmek için savaş vaaz etmesinden başlayın ve 1. Harb kahramanı Jünger’in “Ateş ve Kan” methiyesine uzanın, Almanya başta, Avrupa aşırı sağı savaşı “ilerletici motor” olarak teorize etmiştir.
Meselâ, aynı Harp patladığında pasifist bir solcu kimliği sunan Mussolini daha sonra İtalya’nın katılımına öncü olurken, “savaş ulus bilincini pekiştirir” temasını işlemiştir.
İttihatçı Enver ve şûrekası da İmparatorluğu daha farklı gerekçelerle kaosa itmemiştir.
Özetlersek, Prusyalı general von Clausewitz’in “savaş siyasetin uzantısıdır” ilkesi bir anlamda “siyaset savaşın uzantısıdır” şeklindeki bir zıdda dönüştürülmüştür.
Savaşın kalıcılığı ve bunun aksine de barışın geçiciliği bir dogma haline getirilmiştir.
TABİİ ki katılmıyorum. Tezler hakkında düşünüyorum ama hiç de ikna olmuyorum.
Üstelik, örneğin 1918 ? 1939 arası Yaşlı Kıta devletlerarası bir savaş yaşamadığı için bu dönemin “beyaz adam” tarafından “sulh devri” (!) diye nitelendirilmesi beni ifrit ediyor.
Sanki aynı yıllarda Japonya Çin’e, İtalya Habeşistan’a, Fransa Rif’e, Felemenk Cava’ ’ya veya İngiltere Hint’e saldırmamışmış; artı, İspanya da iç harple çalkalanmamış gibi, Batı benmerkezciliğinin kendi dışındaki arbedeleri “fasulyeden” saymasına ateş püskürüyorum
Tamam da, bugün aynı yanılgıya ve aynı bencilliğe ben ve bizler de düşmüyor muyuz?
İşte sözümona yeni bir “barış dönemi” yaşadığımızı sanıyoruz ve işte “Harp ve Sulh” romanındaki hayati ikilemin Napolyon seferiyle sınırlı kaldığı zehabına kapılıyoruz.
Savaş ve barış, insanoğlunun fıtratında hangisinin ağır bastığını hâlâ bilemiyoruz!
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2010
HAYIR, yok! Yani, bin şükür, bir ideoloji, bir doktrin, bir dogma olarak yok! Kendilerine “Kemalist” diye tanımlayanlar bağırsa da, çağırsa da yok ve de olmadı!
Fakat buna karşılık doğru, bir tarz, bir pratik, bir üslup olarak “Kemalizm” olmuştur.
¡¡¡
İKİSİ arasındaki fark ise hayatidir! Hayatidir, çünkü Aydınlanma’yla birlikte lügatlere giren ve Türkçe karşılığı “cılık” olan “izm” takısı dini ve mezhebi tercihlerden ilmi ve beşeri teorilere; toplumsal kuramlardan estetik eğilimlere uzanan çok geniş bir yelpazede kullanılır.
Kesin bir kuralı da yoktur. Çoğu defa muğlaktır. Elâstikiyet ve müphemlik arzeder
“Animizm” denildiği zaman ilkel dinler kastedilir. Fakat nitelik ve nicelik görecelidir.
Veya şimdiki gibi şu lanetli “post-modernizm” deyimi telaffuz edildiğinde modern mantıkçılığın ötesindeki bazı şeyler çağrıştırılır ama kesin bir sınır ve tanım mevcut değildir.
Hele hele, insan isimlerinin sonrasındaki “izm”lere gelince işler daha da çatallaşır.
¡¡¡
DAHA da çatallaşır, zira aynı kuralsızlığa paralel olarak yukarıdaki takı gayet gelişigüzel biçimde ve çok günübirlik oluşumlar çerçevesinde telaffuz edilmeye başlanmıştır.
Bir tarafta, doğru ya da yanlış fakat her halükarda kadraja oturmuş, kağıda dökülmüş ve sınırı çizilmiş bir ideolojiyi, bir doktrini, bir teoriyi üretmiş olan şahıs veya rejimler vardır.
Örneğin, Marx’ın “artı değer” kavramını reddeden bir “Marksizm” düşünülemez.
“Demokratik merkeziyetçilik” yalanına biat etmemiş kimse de “Leninist” olamaz.
Yahut Yahudi düşmanlığından ayrışacak bir “Nazizm” tahayyül dahi edilemez.
Oysa diğer taraftan, kalıp sunmayan veya çok gevşek tutan şahsiyetlerin ismine “izm” eklenerek meselâ “Salarizm”, “Gaullizm” veya “Thatcherizm” deyimleri türetilmiştir.
Halbuki birincisi otoriter - Katolik bir Portekiz; ikincisi cumhuriyetçi ? merkeziyetçi bir Fransa; üçüncüsü de ultra-liberal - demokratik bir İngiltere uygulamasına tekabül eder.
Kabul, hepsi onları diğerlerinden ayrıştıran farklı tarzları pratiğe geçirmiştir. Zaten de bunun için ad ön plana çıkmıştır. Ama ideoloji, paradigma ve dogma inşa edeni çıkmamıştır.
Dolayısıyla, böylesine “izm”ler mekânda ve zamanda sınırlı bir uygulamayı ona öncü olmuş kişilerin ekseninde tanımlayan çağrışımlardır. Şablon ve tabu donanımları yoktur.
Ve işte “Kemalizm” sözcüğü de yalnız bu çerçeveye oturtulabilir, çünkü kendilerine “Kemalist” diyenlerin öne sürdüğünün aksine, yine bir kalıp ideoloji ortada mevcut değildir!
¡¡¡
HAYIR, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün “Kamâlizm” imlâsıyla kelimeyi kullanmış olması yukarıdaki gerçeği değiştirmiyor! Değiştiremez de!
Zira, hadi yabancıların sırf ikinci şıkta icat ettiği deyimin bazı kimseler tarafından Gazi’ye sunulmasını geçelim ama, dönemin konjonktüründe “izm”ler “zamanın ruhu”na dâhildi.
Arnavut kral bile “Zogotizm”den dem vuruyordu. Fransa aşırı sağının “Maurassizm”nden Alman muhafazakâr devrimciliğinin “Spenglerizm”ine her tür “izm” gırla gidiyordu.
Öte yandan, Cumhuriyet atılımı modernist, pozitivist ve laisist düşüncesinin dar-ül İslam’daki ilk deneyini oluşturduğuna ve o modernizm, pozitivizm ve laisizm deyimlerindeki “izm”ler de zaten varolduğuna göre, onlardan soyutlanmış bir “Kemalizm” düşünülebir mi?
Üstelik, hangi “Kemalizm”? Milli mücadelede demokrat, devlet inşasında Jakoben; İzmir İktisat Kongresi’ndeki liberal, 1929 krizi ertesinde ise devletçi bir “Kemalizm” mi?
12 Eylül Cuntası’nın “Kemalizm”i mi, “ulusalcı” koronun “Kemalizm”i mi?
Örnekleri sayısız biçimde sıralayabilirim ve bunlar tek bir doğruyu kanıtlıyor:
Atatürk’ü emsalsiz kılan en temel erdemlerden birisidir ki, bu pragmatik ve gerçekçi şahsiyet “Kemalizm” diye bir ideoloji, bir doktrin, bir tabu üretmemiş ve de inşa etmemiştir.
Şu kesin, Büyük Kemal o afaki “Kemalizm”den özgür olduğu ölçüde büyüktür!
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2010
MALÛM, “Ergenekon” soruşturması esas itibariyle 2008 baharında ivme kazandı. Ben de kendi hesabıma daha ilk gözaltı ve tevkifatlardan itibaren çok net tavır aldım.
Halep oradaysa arşiv buradadır, defalarca ve defalarca soruşturmasının yakın Türkiye tarihinde bir dönüm noktası, bir hayati viraj, bir kilometre taşı oluşturduğuna işaret ettim.
Sivil demokrasinin ve açık toplumun nihayet pekişmesi ve “zinde güçler”e (!) bel bağlayan zihniyetin de tırpanlanması açısından muazzam bir baraj aşıldığını vurguladım. Zaten tersini düşünmem de, söylemem de kendimi inkâr anlamına gelirdi.
Eh, Silivri’deki zanlıların genel anlamda temsil ettiği ideolojiye karşı en az otuz yıldır mücadele ediyorum, her halde iki gözü iki çeşme ağlayarak “ortada fol yok, yumurta yokken komplo düzenlendi” feryatlarıyla vaveyla kopartan koroya katılacak değildim.
Ancaak…
ANCAĞI şu ki, yine ilk andan itibaren “kurunun yanında yaş da yanar” mantığına prim vermedim. Soruşturmanın somut ve maddi temellere dayanması gerektiğini belirttim.
Artı, hem olayların dinamiğinde gelişen, hem de kasten pompalanan korku psikozunu aşmanın zorunlu olduğunu kaydederek, böylesine zehirli bir atmosferin bizzat “Ergenekon” duruşmasıyla hedeflenen açık ve sivil toplum anlayışıyla çeliştiğini ekledim.
Daha artı, her zanlının adli karar kesinleşene dek masum olduğu ilkesinden yola çıkarak “düşene vurmak” kolaycılığına itibar etmedim.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2010
KASTEN yenip yutulmaz bir alıntıyla başlıyorum.
Tek cümlelik paragrafı yine kasten tek cümlede ve kelime be kelime tercüme ettim:
“Bütçe konsolidasyonu dâhil iktisadi iyileşme hamlesini güçlendirmek, büyümeyi desteklemek ve finans piyasalarında istikrarı sağlamak amacıyla G20, bilhassa kur değişimlerindeki elâstikiyeti sağlamlaştırmak için mali piyasalardan fazlasıyla etkilenen kambiyo sistemini uyarlamak; rekabetçi devalüasyonlardan kaçınmak ve ana ekonomik verileri bu sisteme daha iyi yansıtmak hedefiyle, her türlü önlemi almayı taahhüt eder”.
DÜN büyük patırtıyla noktalanan G20 zirvesindeki nihai bildiri işte böyle başlıyordu.
Tabii gerisi de geliyor ama eğer o yenip yutulmazlıkları da yazmaya kalksam ya beni gazeteden atarlar yahut sizlerin iktisat fakültesine kaydolması gerekir.
Frenkler yukarıdaki cinsten bilgiç lügat kullanan, fakat satır aralarından okunduğu için yorumu son derece izafi olan bu tarza “ziloglosi” veya Türkçesiyle “odun dili” diyorlar.
Gürgen, meşe, tik ağacı kadar sert bir odun ki, ağzının içinde çevirebilirsen çevir!
EFENDİM, kılın kırk yarıldığı yukarıdaki tür uluslararası toplantılar dışında aynı “odun dili”ni esas olarak dünya komünist partileri ve bilhassa da savaşlarda, cihet-i askeriye kullanır. Onlara mahsus bir spesiyalitedir.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2010
DOĞU kiliseleri bir âlemdir! Say say, bitmez! Süryânisi Keldânisi; Nestûrisi Ermenisi; Kıptisi Marûnisi; artı kendi bünyelerinde Kâdimi, Ortodoksu, Katoliği derken, İsevî ilâhiyatı hatmetmemiş insan işin içinden çıkamaz.
Aralarındaki ayrışmaların kökeni de çok eskilere, haniyse Nuh-u nebiye kadar uzanır.
Ta Antakya, İznik ve Kadıköy konsillerinde ruhaniler Tehlis’in yorumu, Mesih’in niteliği veya Meryem’in niceliği konusunda saç saça, baş başa kavgaya tutuşmuşlardır.
İşte o gün bugündür de Şark Hıristiyanlığı aynı mihrap etrafında birleşememiştir.
Tamam da, bize ne?
TABİİ ki bize ne, çünkü işte Sünnisi, işte Şiisi, işte Şafiisi, işte Alevisi; sonra Hanefi, Vahabi, Evzai, Zahiri falan, İslam da yukarıdakinden çok farklı bir görünüm sunmuyor.
Ama buna rağmen İslam dininin mensuplarını tek bir çatı altında tanımlıyoruz.
Farklı tefsirleri, değişik ritüelleri, ayrı camileri vardır diye onları Müslüman addetmemek gibi bir gaflete düşmüyoruz.
Dolayısıyla, Doğu Kiliselerinin bölünmüşlüğü ne o kiliselerden birine iman etmişlerin “kutsal”ını değiştirir, ne de onların ibadethaneden mahrum bırakılmasına zemin oluşturur.
Fakat bu ne büyük zul ve bu ne affedilmez günahtır ki Türkiye’de oluşturuyor.
EVET Türkiye’de oluşturuyor, çünkü Süryanilerin İstanbul’da kilise açması yasaktır!
Devlet Alevi köyüne dahi cami konduruyor ama, bütün gayr-ı Müslimlerin ibadethane ve vakıfları için olduğu gibi burada da yine binbir dereden su getiriyor ve binbir kulp takıyor.
En eski İsevilerin şehirde iman ferahlığıyla istavroz çıkartacağı minbere izin vermiyor.
Dolayısıyla da onlar bir sığıntı ve bir azınlık gibi ayin, vaftiz veya cenaze törenlerini başka Hıristiyan mezheplerin mabetlerinde gerçekleştirmek mecburiyetinde kalıyorlar.
Oysa o yedi tepeli şehir ki, Mardin merkezli kadim halk anayurdundan göçmek zorunda bırakıldığı için Avrupa diasporasından sonra en yoğun Ârâmi nüfusu barındırıyor.
İşin özü, aynı İstanbul’un Ermenileri, Rumları, Levantenleri yine metazori öz be öz vatanlarını terk ettiğinden; yani Ermeni, Ortodoks, Katolik kiliselerindeki Mesih tasvirleri oralardaki cemaat yokluğuna bakarak tekrar azap çarmıhında ağladığından, kentimizde gerçek anlamda cemaati olup da ibadethanesi olmayan tek Hıristiyan azınlığı Süryaniler oluşturuyor.
ŞU kesin, yakın tarihimizin sayfaları henüz tam açılmadı. Faturası da tam çıkartılmadı.
Zira şu da kesin ki modern “Türkleşme” aslında coğrafyanın gayr-ı Müslimlerden arındırılarak, dini anlamda değil seküler anlamda “İslamlaştırılması”na tekabül etti.
Ne 1915 “Tehcir”i, ne 1922 - 23 “Mübadele”si; ne 6-7 Eylül “Pogrom”u; ne de 1964 “Kararname”si yukarıdaki gerçekten soyutlanarak düşünülebilir.
Zaten konumuz bağlamında da, Tur Abdin Kâdim Süryani Patrikliği’nin 1932 yılında Mardin’den kel alâka bir Şam’a taşınmak zorunda bırakılması aynı tarihi çerçeveye oturuyor.
Ancak yine de kabul, ulus-devletin kurulma sürecini göz önüne alarak bütün bunları bir ölçüye kadar “normal” (!) addedelim ve anakronik eleştirilere fazla rağbet etmeyelim.
Tamam da, bugün rüştünü ispat etmiş ve üstelik orta güce dönüşmüş bir ulus-devletiz.
Bir daha hortlatmamak üzere travmayı mezara gömmenin zamanı çoktan geldi. Geçti.
Fakat işte hâlâ Hıristiyan misyoner paranoyasıyla yaşıyoruz; işte hâlâ Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmıyoruz ve de işte hâlâ İstanbul Süryanilerine kilise yasaklıyoruz.
Oysa Türkiye korkmadan şuna artık kesinkes iman et ki, zaten “b-e-n” olan Süryaniler secdede istavroz çıkartırken o “ben”e şükran duası eksik etmeyeceklerdir!
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2010
NUR içinde yatsın, epey benmerkezci olan anneannem kendi mazisine değinirken daima “bir dokun, bin ah işit” sözünü dil pelesengi ederdi.<br><br>Oysa ne mutlu ki sonsuz acılarına rağmen Diyarbakır böylesine yakınmıyor!
EVET Diyarbakır yakınmıyor ve Batı’daki sathî ve önyargılı bakışla sanıldığının tersine, Güneydoğu kenti illâ bir yitirilmişlik, bir biçarelik, bir bitmişlik çehresi sunmuyor.
Muhtaciyet duygusunu kendisine yediremeyecek ölçüde vakur ve tok Kürt ruhiyatının tezahürü olacak, o Diyarbakır öyle iki gözü iki çeşme ağlaşıp, sızlanmıyor.
Kabul, tabii ki “bin ah işit” boyutu da ciddi bir yer tutuyor.
Zaten otuz yıllık bir savaştan; artı, aynı savaşın aynı zaman zarfında yarattığı ve ezici çoğunluğu istihdam edilememiş on kat bir nüfustan; yani çok yoksullardan ve yine ezici çoğunluğu gençlerden oluşan bir sosyal kesitin varlığından sonra aksi düşünülemez.
Oysa şehir geleceğe ümitle bakıyor. En azından bakmak irade ve azmini yansıtıyor.
Yeter ki şu an hüküm süren ve muhataplarımızın defalarca ve defalarca pamuk ipliğine bağlı olduğunu ifade ettiği göreceli sükûn ortamı devam ederek kalıcılığını pekiştirsin!
İŞTE Borsa Başkanı, işte okul müdürü, işte Baro Başkanı, işte yöre milletvekili, işte esnaf temsilcisi falan, hayli serin gecede mangal etrafına dizilmiş, belirli bir sivil toplumun nabzını tutan kent ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle ahval ve şeraiti konuşuyoruz.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2010
“İSTANBUL’a kar yağmadan Türkiye’ye kış gelmez!”
Bu çok ince, çok anlamlı ve çok iğneli metaforla başlayan cümle burada bitmiyordu.
Devamı, “…yaklaşımı ulusal medyada ne kadar hâkim?” sorusuyla sürüyordu.
SORUYU Mardin’de okudum. Kadim kentin çağdaş valisi Hasan Duruer’in daveti ve “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı”nın girişimiyle düzenlenen ve “Ulusal Medyanın Doğu - Güneydoğu Algısı” temasını işleyen “Medialog” çalıştayının açılış bildirisinde yer almıştı.
Sonra, geri planda sonbahar güneşinin henüz sislerinden tam uyandıramadığı Kuzey Mezopotamya ovası, Nazlı Ilıcak’la birlikte Şehidiye Camii damında TRT Haber Müdürü Ahmet Böken’in gerçekleştirdiği canlı yayına katıldığımda, kendi cevabımı şöyle verdim:
“Türkiye’ye güneş doğmadan artık İstanbul’a bahar gelmez ve gelemez!”
Tabii burada “Türkiye” derken konumuz olan o Doğu ve Güneydoğu’yu kastettim.
“Güneşin doğması” benzetmesini de siz, Kürt Sorunu’nun çözümü olarak anlayın.
İMDİİ, şu kesin ki ortak ve yekpâre ülkemiz açısından bir hayat memat meselesi; bir varoluş sorunu; bir payidarlık denklemi oluşturan böyle bir çözüme ulaşılmasında kendisini “Türk” hisseden kamuoyunun tutumu belirleyicilik arz ediyor. Gelecekte de arz edecek.
Yazının Devamını Oku