Paylaş
Aklıma, Melville’in “Mobidik” romanını başlattığı o karamsarlık satırları geliyor.
Kendi kendime, atla deve değil be adam, hadi güneye in de hortlaklarını öldür dedim.
Deyiş o deyiş, gece uçuşları nispeten ucuz ya, refakatçime bile çıtlatmadan internetten iki Antalya bileti aldım. Afalladı; ama o da hemen Kaleiçi konaklarından birinde yer ayarladı.
Sırt çantası, Aksaray metrosu, kalkış ikazı, Toroslar lumbozu falan, saat cumartesinin ilk dakikalarını gösterdiğinde biz de artık Akdeniz yosununu ve muz kokusunu soluyorduk.
Zaten ben de bu girizgâhı, konuyu o muza getirmek için yazdım.
OTO kiralayıp Pazar günü de Alanya’ya gittiğimizde, ora kooperatifçilerinin kurduğu tezgâhta yerli muz satılıyordu. Canım çekti. Kilosu iki buçuğa bir hevenk aldım.
Oracıkta soyup tattığımızda da enfes taam ve rayihadan dolayı satıcıya iltifat ettim.
Adam hemen, “Ruhu şâd olsun, rahmetli Özal sayesinde” cevabını verdi.
Niçin dememe kalmadan, makine gibi sıraladı:
“İthalat öncesi nasılsa yok satıyorduk. Atadan öğrendiğimize tek şey eklemedik. Sonra ‘çikita’ bir geldi, pir geldi. Hem çok ucuz, hem lezzetli ki, kabzımallar yüzümüze bakmaz oldular. Batıyoruz. Dolayısıyla rekabet sayesinde dank etti de aşı, fidan, ziraat mühendisi derken şimdilerde yeniden toparladık ve tekrar manava çıkabiliyoruz”.
İmdii, yukarıdaki sözlere benim ne eklememi bekleyebilirsiniz?
ÇÜNKÜ hatırlayın, dönemin d-e-v-r-i-m-c-i başbakanı Turgut Özal o muz ithali kararını açıkladığında, “yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı” ideolojisinin bekçileri “Vay, karşı-devrim geldi” diye tep tep tepinip ortalığı vaveylaya vermişlerdi.
Şimdikilerle yine aynı telden çalan ve de zaten yine aynı kişilerden oluşan bu statüko korosunun “davudî sesli” zaptiyeleri, rahmetli ANAP liderinin ne “vatan hainliği”ni (!), ne “Amerikan muz tekellerine satılmışlığı”nı bırakmışlardı. Divân-ı Harp’te asmadıkları kaldıydı.
Oysa o “yurdun malı” muz hep lüks sayılmıştı. Orta hâlli ailemizin evine bile pek nadiren girerdi. Familya bütçesi yetişmezdi. Kokusunu hastalık nekahetlerinde falan hissederdik.
Hadi bırakın bunu, size bir de çok uzun süre kaldığım Brüksel’den örnek vereyim.
HÂLÂ öyle midir bilemiyorum ama geçmişte, Belçika başkentinin göbeğinde getto hayatı yaşamayı seçen ve ezici çoğunluğu Afyon kökenli olan Türkler, orada açmış oldukları manav dükkânlarında, bütün sebzelerin ve meyvelerin adını yine Türkçe olarak yazarlardı.
Tek istisna hariç: Muz!
Zira bırakın tatmışlığı, bu yemişi asla görmedikleri için, kendi öz lisanlarında böyle bir kelimenin olduğunu dahi bilmiyorlardı. Dolayısıyla da yalnız muz etiketini Fransızca olarak, fakat hatalı bir Türkçe imlâyla, sonuna “e” koymadan “banan” diye zikrederlerdi.
Şimdi, Afyon’la Akdeniz sahili arasındaki kuş uçumluk mesafeyi siz hesaplayın.
Artı, orta hâlli bir İstanbul çocuğunun bile neden ancak tek tük defalar ve o da gayet lüks bir tadımlık olarak muz yiyebildiği sorusunu buna ekleyin.
Ve nihayet, Alanya’daki üreticisinin ithalata niçin şükran beslediği hakkında düşünün.
Sonra da, o ithal muzu halka ucuz yedirdi diye geçmişte Özal’ı “hıyanet-i vataniye”yle suçlamak pespayeliğinden medet uman statüko zaptiyeleriyle, bugün hâlâ aynı iftiralarla çamur atan; hâlâ aynı mızmız teraneyi tekrarlayan ve hâlâ aynı yeknesak solistlerden oluşan aynı statüko korosunun durağan, köhne ve tekrarcı notalarına şöyle bir kulak verin.
Eh, bu bîçare teganniyi senfoni diye yutan yutsun! Biz, rekabet sayesinde enfesleşmiş ve ucuzlamış o Akdeniz muzlarını güz güneşi altında, kemal-i afiyetle yutmakla meşgulüz.
Paylaş