Paylaş
BU cümle 20’nci asrın ilk yarısındaki dilbilimciler arasında genel bir ilkeye dönüşmüştü.
Doğrudur! Doğrudur, çünkü her “oturmuş” (!) dille her devlet kurumu arasında hayati bir içiçelik mevcuttur. Bunlar birbirlerine eklemlidir. Lehimlenmişlerdir.
Birincisi, yukarıda ordu ve donanma metaforlarıyla çağrıştırılan genel idari ve zapti mekanizma sayesinde büyük harfli “Dil” kimliğine kavuşabilir. Zaten de hep öyle olmuştur.
Oysa dil henüz küçük harfliyken, yani “oturmamışken”, türediği kökenin etrafındaki diğer lehçe veya şivelerden başka bir şey değildir. Henüz hiçbir ayrıcalık ve üstünlüğü yoktur.
Pekiii, madem hançere sesleri birkaç ana kökten dal budak saldığına ve insanlığın dağılmasına paralel biçimde çeşitlendiğine göre, o halde niçin, tarihten silinenlerine ek olarak, bazıları şu büyük harfli “Lisan” veya “Dil” statüsüne kavuşmuştur da, diğer bazıları varlık pekiştiremiş ve bir lehçe, bir diyalekt, bir şive veya bir ağız olarak kalmışlardır?
MESELÂ, başta sınırlı bir gruba ait olan Kastilya lehçesi niçin İspanyolcaya dönüştü?
Aksine, aynı İbero - Roman kökeni paylaşan Galiçya, Katalunya ve Endülüs lehçeleri bu sıfata erişemezken, yine dalı ortak olan inen Portekizce nasıl “Dil” payesi edinebildi?
Yahut hangi süreçte Farsça “Lisan” addedildi de, onun varyantlarını oluşturan Lorî, Dârî, Talişî, vs. diyalekt ve şive kategorisinden öte bir nitelendirmeye layık görülmediler?
Örnekleri sonsuzlaştırmak mümkün ki, soruların tek bir cevabı var:
Bileği güçlü olmak!
EVET evet, tarihin başlangıcından beri hep bileği güçlü olan; yani devleti yönetmekte olan; yani girizgâhtaki çağrışımla ordu ve donanmaya sahip olan kavim, soy, sop, sülâle, vs., kullandığı veya kullanmayı tercih ettiği lehçeyi o büyük harfli “Dil”e dönüştürdü.
Nitekim de bundan dolayıdır ki, örneğin Britanya adalarında Cermen kökenli İngilizce Kelt kökenli diğer dilleri; Avrasya’nın ta öteki uçundaki Nipon adalarında ise, muhtemelen ikisi de aynı Asya steplerine uzanan Japon dili yerli Aynu dilini ıskartaya çıkarttı.
Ancak hemen ekleyeyim, yukarıda kullanmayı “tercih ettiği” diye kasten vurguladım.
KASTEN vurguladım, çünkü Kubilay Çin’inin Moğol veya Eyyûbi Mısır’ının Türk emsallerinde yaşandığı gibi, her hükümranın kendi dilini dayatacağına dair bir kaide yoktur.
Bu hükümran pekâlâ da, çoğu kez kültürel açıdan daha üst düzeyde, ama askeri – idari açıdan artık edilgen duruma düşmüş “mağdur” uygarlığın iletişim aracını benimseyebilir.
Fakat dilin filizlenme anında, yukarıdaki Kubilay’ın da özümsediği ve üstelik artık empoze ettiği Pekin Mandarin lehçesinin Kanton lehçesinden bir nitelik üstünlüğü yoktur.
Elbe – Ren Alman şivesi de Bavyera – Tuna diyalektinden daha fazla zengin değildir.
Söz konusu üstünlük saray yazışmalarından Enderun okullarına; asker komutlarından vergi tahsildarlarına; taht veya divan edebiyatlarından Cuma yahut Pazar vaazlarına, devlet aygıtının sağladığı imkân ve ayrıcalıklar sayesinde ve ancak evrim sürecinde gerçekleşir.
Dolayısıyla da hakikaten zenginleşir ve hakikaten “Dil” ve “Lisan” kimliğini kazanır.
Diğer lehçeler, diyalektler, şiveler de lehçe, diyalekt ve şive olarak kalır.
İMDİİ, dil – devlet ilişkisini ve bunlar arasındaki yekpare, hatta organik bağı yukarıda kasten uzun uzadıya anlattım. Zira yarından itibaren Kürtçe eğitim konusuna değineceğim.
Ve bunu işleyebilmek için de mutlaka ve mutlaka o devlet mekanizmasından ve yapılanmasından başlamak gerekiyor ki, dediğim gibi yarına bırakıyorum.
Paylaş