Paylaş
Bir; yeryüzündeki bütün diller aslında birer lehçedir. Kendilerini bilek gücüyle dayatmış lehçeler; yani devletleşebilmiş olanları da o büyük harfli “Lisan”a dönüşmüşlerdir.
İki; fakat 20. yüzyıl sonlarına doğru ivme kazanan genel demokratik atmosfer, ulus-devlet yapılarının dışladığı ve “tarih dışı” (!) addettiği dillere yeniden hayat hakkı tanımıştır.
Üç; Türkiye’deki Kürtçe bu son kategoriye dâhildir. Kimliği tekil kılmak projesine paralel olarak dayatılmış olan Kürtçeyi unutturma siyaseti fiilen iflas etmiştir.
Dört; ortada talep olduğundan ve her halükarda da Kürt milli hareketi aidiyet tescilini anadil ekseninde yaptırtmak istediğinden, o “anadil eğitimi” artık mukadder hale gelmiştir. “Anadilde eğitim”e çıkılıp çıkılmayacağını ise talebin devamlılığı veya geçiciliği belirleyecektir.
Beş; fakat ülkemizde mevcut ultra-merkeziyetçi mekanizmayla değil bu ikincisinin, birincisinin dahi gerçekleşmesi mümkün değildir. Elâstikileşme maddeten sınırlıdır.
Ve nihayet altı; Kürtçe öğretim tabii ki Kürt Sorunu’na eklemli olduğu içindir ki, söz konusu sorunu çözümlemek manevi–hukuki açıdan yeni bir yurttaş tanımını gerektirdiği ölçüde, idari açıdan da ülkemizin mutlaka âdem-i merkeziyetçileşmesini gerektirmektedir.
ÂDEM-i merkeziyetçilik dedim; ama bununla Kürt milli hareketinin artık “ana hedef” olarak dile getirdiği ve etno-coğrafi temeli kıstas alan “özerklik” kavramını kastetmiyorum.
Çünkü her şeyden önce gerçekçi olalım. Lâfı da yutup karından konuşmayalım.
Bu tür bir etno-coğrafi “özerklik” ya dobra dobra federasyon ve konfederasyonlarda ya da çok istisnaî bir İspanya emsalindeki gibi “utangaç federasyonlar”da mümkündür.
Tabii ki kabul, federasyon da tabusuz tartışılmalıdır. Ancak şunu da saptayalım:
Çekoslovak, Yugoslav, Belçika örnekleri ortada, federatif gelenek yoksunu ülkelerdeki deneyler, hele hele etnisite eksenli deneyler başarısız oldular. Hemen hiçbiri tutmadı.
Kaldı ki, Kürt milli hareketi geri planında mutlaka böyle bir federal – konfederal yapı çağrıştıran “özerklik” kelimesini telaffuz ederken, bana göre diğer bir geri planı hafife alıyor.
O da şudur ki, adı konsun veya konmasın yukarıdaki “özerklik”e fiili zemin yaratacak bir federal yahut konfederal mekanizmanın oluşturulması halinde, “finansör” durumunda olacak Türk çoğunluğun durumu ilelebet kabulleneceğine dair hiçbir garanti mevcut değildir!
Tıpkı aynı Belçika örneğinin “pamuk elli” Flaman unsurundaki gibi burada da yine “zengin” (!) Türk unsurun Kürt tarafa, “deniz bitti, artık başınızın çaresine bakın” demesi ve bu defa kendi özerkliğini bir karşı-silaha dönüştürmesi son derece ihtimal dâhilindedir.
Üstelik Kürt bireylerin ülke sathına yayıldığı ve açıkçası, Türklerin ne o Flamanlarla, ne o Çeklerle karşılaştırılabilecek ölçüde “tahammül sahibi” (!) olmadığı başka bir vakıadır.
Dolayısıyla, bana göre Kürt milli hareketinin bir “özerklik” lâfı telaffuz etmeden önce kelimeyi bin düşünmesi ve kâr–zarar hesabı yaparken kılı kırk yarması kendi çıkarınadır.
FAKAT yukarıdaki olgular, Kürtlerin meşru hakkı olan “anadil eğitimi” talebini gayr-ı meşru kılmıyor. Yani aslında onların kimlik tescili zorunluluğunu ortadan kaldırmıyor.
Ancak bunun fiiliyata geçmesi için de etnik temele oturmayan genel bir zeminde ve bölge, yöre, il ekseninde elâstikleşme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Ferah feza bir ortam gerekiyor.
Çünkü entipüften ağırlıkları tartmak için imal edilmiş olan ve hâlâ kullanılan ultra-merkeziyetçi terazi bugünkü devasa Türkiye’nin sıkletini çekmiyor. Cüsseyi kaldırmıyor.
Türk ve Kürt, yekpâre ülkemizin gürbüz gövdesini hassas tartacak yeni bir terazi gerekiyor ki, bunun tescilli markası da, “âdem-i merkeziyetçilik” alamet-i farikasını taşıyor.
Paylaş