ANADİL, yani burada Kürtçe etnik veya milli kimlik açısından belirleyici midir?
Hiç sanmıyorum! Nitekim de aklıma hemen şu sahne geliyor: 1988 baharında Apo’yla mülâkat yapmak için Bekaa vadisindeki PKK kampındaydım. Benim Türk gazeteci olmamdan dolayı kasten mi, yoksa militanın toyluğundan mı bir şey söyleyemeyeceğim, “komutanlar”dan (!) birisi “Başkan”a (!) Kürtçe tekmil verdi. Ve derhal küplere binen Abdullah Öcalan o dehşet aşağılayıcı tavrıyla, “sus, sus, Türkçe konuş! Rezilliğin âlemi yok” diye adamı Dede Korkut lisanında yanından kovdu. * * * İMDİİ, despotik tepki hariç yukarıdaki durumu hiç yadırgamadım. Çok doğal buldum. Çünkü zaten yine Türkçe yayınlanan örgüt organlarından PKK’nın Kürtçeyi “liste”nin başlarına bile koymadığını, hatta tam tersine Hint’teki Gandi emsalini örnek göstererek, “sömürgecinin diliyle sömürgeciye karşı mücadele” temasını işlediğini zaten biliyordum. Fakat bu, anadilin etnik veya milli kimlikten soyutlandığı anlamına da gelmiyor! Meselâ, Fransızca kalem oynatan ve tiyatro piyesleri çağdaş edebiyatın başyapıtları arasında sayılan Flaman asıllı Belçikalı yazar Michel de Ghelderode Felemenkçe tek kelime dahi çiziktirememesine rağmen, bütün hayatı boyunca hep o Flaman aidiyete odaklanmıştı. Öyle ki, hem aynı anadili öğretmedikleri için ebeveynlerine lânet yağdırıyordu, hem de sırf aynı Flaman – Cermen kimlik adına 2. Savaş işgali sırasında Almanlarla işbirliği yaptı. * * * SONRA, yine tek kelime Kelt Galcesi veya Baskça konuşmayan İrlanda ve Navaro milliyetçilerine uzanarak örnekleri çoğaltabilirim ki, burada tek bir gerçek ortaya çıkıyor. Etnik yahut milli aidiyette belirleyici olan şey her hangi anadili bilmek değildir! Sadece ve sadece onun v-a-r-l-ı-ğ-ı-n-ı bilmektir! Hatta eğer ölmüş veya can çekişiyor ise bir zamanlar varolmuş olduğunu bilmektir! * * * BU, şu demektir: İnsanın fıtratında olan o aidiyet dürtüsü illâ rasyonel temele oturmaz. Daima ve daima manevi, ruhi, beşeri, hatta metafizik öğeler devreye girer. Dolayısıyla, eğer her hangi bir yığınsal anadilin eğitimi için politik – sosyolojik planda talep varsa, o anadilin iletişim yoksunluğuna, gramer fukaralığına, yekparelik “bölücülüğü” ne (!) dair karşı argümanlar hiçbir kıymet-i harbiye taşımaz. Talebi de gayr-ı meşru kılmaz. Hele hele, bırakın Kürtçe gibi geniş kitleler tarafından anadil addedilen bir lisanı, mikro dillerin dahi her türlü hakka sahip olduğu şu 21. yüzyıl başında asla anlam ifade etmez. O halde, teknik nedenlerden dolayı hiç şüphesiz ki ancak kademeli şekilde ve önce “anadil eğitimi” olarak başlayacak; şayet talep sürüyorsa da “anadilde eğitim”e dönüşecek resmi bir öğretim sistemini düşünmek Ankara açısından artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Çünkü Kürt meselesinin çözümündeki en birinci noktayı, yurttaş kavramının ötesine taşan ve aynı zamanda bir etnik kimlik yansıtan “Türk” sıfatını Kürtlere empoze etmekten vazgeçmek oluşturuyorsa, ikinci noktayı da yukarıdaki “eğitim açılımı” oluşturmaktadır. Seksen küsur yıldır ısrarla sürdürdüğümüz yanlışı telâfi etmek ve Türkiye’nin o gönüllü yurttaşlardan müteşekkil ulus-devlet bütünlüğünü korumak istiyorsak, tek çare budur! * * * FAKAT söz konusu aşamaya ulaşabilmek için mutlaka ve en önce, etnik unsuru değil bölgesel ve yöresel yapıyı temel alacak bir “elâstikileşme reformu”na ihtiyaç vardır. Bununla, hiç mi hiç inanmadığım federal veya konfederal bir modeli kastetmiyorum. Devlet sisteminin bir bütün olarak âdem-i merkeziyetçileşmesini vurguluyorum. Artı, nihayet somut konuşan Kürt milli hareketinin referandum öncesi ilk kez dile getirdiği “özerklik” katılmıyorum ki, hepsini salı günkü yazımda toparlayacağım.